Katip Çelebi Kimdir?

17. yüzyıl Türk ilim dünyasının müsbet düşünceyi temsil eden büyük siması ve çeşitli konulara dair pek çok eserin müellifi olan Katip Çelebi'nin hayatı...

1017 Zilkadesinde (Şubat 1609) İstanbul’da doğdu. Hayatına ait orijinal bilgiler bizzat kaleme aldığı otobiyografilerine (Süllemü’l-vüṣûl, vr. 271avd.; Mîzânü’l-hak, s. 129 vd.) ve yeri geldikçe öteki eserlerine serpiştirdiği kısa notlara dayanmaktadır. Asıl adı Mustafa, babasının adı Abdullah’tır. Ulemâ arasında Kâtip Çelebi, Dîvân-ı Hümâyun mensupları arasında Hacı Halîfe diye tanınır. Babası Enderun’dan yetişerek silâhdarlıkla alâkalı bir görevle çırağ edilmiş, devrin âlim ve şeyhlerinin meclislerine katılarak ilme karşı büyük ilgi içinde olmuştur. Kâtip Çelebi beş yaşında iken babasının özel olarak tuttuğu Îsâ Halîfe el-Kırımî’den ilk dinî bilgileri aldı ve Kur’an’ı kısmen ezberledi. Daha sonra İlyas Hoca’dan dil bilgisi, Böğrü Ahmed Çelebi adlı hattattan yazı dersleri aldı (Müstakimzâde, Tuhfe, s. 98).

Kâtip Çelebi on dört yaşına geldiğinde babası ona maaşından 14 dirhem harçlık bağladı ve yanına aldı. Böylece Dîvân-ı Hümâyun kalemlerinden Anadolu Muhasebeciliği Kalemi’ne girerek burada hesap kaidelerini, erkam ve siyâkat yazısını öğrendi. Ertesi yıl Abaza Paşa isyanını bastırmak için Erzurum’a giden orduyla birlikte babasının yanında Tercan (Fezleke, II, 54 vd.), 1035’te (1626) Bağdat seferlerine katıldı. Her iki seferde de savaşın bütün safhalarına ve sıkıntılarına şahit oldu. Bağdat’ı alamayıp muhasarayı kaldırmak zorunda kalan ordunun geri dönüşü sırasında çekilen kıtlık ve karışıklıklardan oldukça etkilendi. Musul’a geldiklerinde 1035 Zilkadesinde (Ağustos 1626) babasını, bir ay sonra da Nusaybin’de amcasını kaybetti. Bir süre Diyarbekir’de kaldı. Babasının arkadaşlarından Mehmed Halîfe tarafından Süvari Mukabelesi Kalemi’ne tayin edildi. 1037 (1628) yılında Erzurum muhasarasında bulundu ve birçok sıkıntıyla karşılaştı.

İstanbul’a dönünce Kadızâde Mehmed Efendi’nin derslerine devam etti. Düzgün bir ifadeye, tesirli bir hitabet gücüne sahip olan bu zatın etkisinde kaldı (Mîzânü’l-hak, s. 130). 1039’da (1630) Hüsrev Paşa’nın maiyetinde Hemedan ve Bağdat seferlerine katıldı. Bu seferler sırasında uğradıkları veya zaptettikleri Gülânber Kalesi, Hasanâbâd, Hemedan, Bîsütûn gibi şehir ve menziller hakkındaki gözlemlerini Cihannümâ (s. 300-303) ve Fezleke (II, 118 vd.) adlı eserlerinde anlattı.

Ayrıca bizzat bulunduğu Bağdat’ın muhasarasını ve savaşın safhalarını oldukça canlı bir şekilde tasvir etti (Fezleke, II, 128 vd.). Daha sonra İstanbul’a dönen Kâtip Çelebi yine Kadızâde’nin derslerine devam ederek tefsir, İḥyâʾü ʿulûmi’d-dîn, Şerh-i Mevâkıf, Dürer ve Tarîkat-i Muhammediyye okudu. Tabanıyassı Mehmed Paşa’nın kumandasındaki ordu ile tekrar Şark seferine gitti (1633-1634); ordunun Halep’e çekilmesinden istifade ederek hac farîzasını yerine getirdi. Ardından Diyarbekir’de kışlamakta olan orduya katıldı. Burada bazı âlimlerle sohbet etti ve ilmî tartışmalar yaptı.

1635’te IV. Murad’ın Revan Seferi’nde bulundu. Bu sefere ait gözlemlerini oldukça geniş biçimde anlatan Kâtip Çelebi (Fezleke, II, 164 vd.) daha sonraki hayatını hemen tamamen ilmî çalışmalara verdi. Kendi ifadesiyle “cihâd-ı asgardan cihâd-ı ekber”e döndü. Kendisine kalan küçük bir mirası kitaplara yatırdı. Halep’te iken sahaf dükkânlarında gördüğü kitapların isimlerini yazmaya başlamıştı. Daha ziyade tarih, tabakat ve vefeyât türü eserleri okumayı seven Kâtip Çelebi, 1636 yılına gelinceye kadar bu tür kitaplardan birçoğunu okumuş bulunuyordu.

MİRASINI KİTAPLARA VERDİ

Ertesi yıl zengin bir akrabasının ölümü üzerine kendisine düşen oldukça büyük bir mirasın üç yük kadarını (300.000 akçe) yine kitaplara verdi; geri kalanla da Fâtih Camii’nin kuzey tarafında bu cami ile Yavuz Sultan Selim Camii arasında bulunan evini tamir ettirdi ve aynı tarihte evlendi. Tamamen ilim ve telifle uğraştığından IV. Murad’ın Bağdat Seferi’ne katılmadı. Devrinin fazileti ve geniş bilgisiyle meşhur âlimlerinden A‘rec Mustafa Efendi’nin derslerine devam ederek onu kendisine üstat kabul etti. Hocası da Kâtib Çelebi’ye diğer talebelerinden ayrı bir teveccüh gösterdi. Ondan el-Endelüsiyye fi’l-ʿarûż, Hidâyetü’l-ḥikme (dördüncü babın sonuna kadar), Mülaḫḫaṣ fi’l-heyʾe şerhini ve Eşkâlü’t-teʾsîs’i okudu (Câmiʿu’l-mütûn, vr. 5a).

Bu arada Ayasofya Camii dersiâmı Abdullah ve Süleymaniye Camii dersiâmı Keçi Mehmed efendilerin derslerine devam etti (Fezleke, II, 239). 1642 yılında Vâiz Veli Efendi’den İbn Hacer el-Askalânî’nin Nuḫbetü’l-fiker adlı eserini okudu ve yine ondan Elfiyye derslerine başladı. İki yılda usûl-i hadîs ilmini tamamladı (Mîzânü’l-hak, s. 136). Ermenek müftüsü Molla Veliyyüddin’den Telḫîṣü’l-miftâḥ’ı, Ali b. Ömer el-Kâtibî’nin mantıka dair eş-Şemsiyye’sini okudu.

On yıl kadar geceli gündüzlü ilimle uğraşan Kâtip Çelebi bazan kendini tamamen bir kitaba verir, her şeyi unutur, odasında güneşin doğmasına kadar mum yanar ve bundan hiç yorgunluk duymazdı.

Ayrıca bazı talebelere ders veren Kâtip Çelebi (Süllemü’l-vüṣûl, vr. 42a) 1645 Girit seferi münasebetiyle harita yapımıyla da ilgilendi. Bu sıralarda mukabele başhalifesiyle kadro meselesi yüzünden tartışınca memuriyetten ayrıldı. Diğer öğrenciler yanında kendi oğluna da çeşitli konularda ders veren Kâtip Çelebi, hastalığı sırasında tedavi yollarını öğrenmek amacıyla bir yandan tıp kitaplarını okurken bir yandan da mânevî çareler aramak için esmâ ve havas kitaplarını inceledi; zira temiz bir gönülle edilen duaların şifalı tesirlerinden emindi (Keşfü’ẓ-ẓunûn, I, 725 vd.; II, 1137). Müslüman olan Fransız asıllı Mehmed İhlâsî’nin yardımıyla bazı eserleri Latince’den Türkçe’ye çevirdi. 27 Zilhicce 1067 (6 Ekim 1657) sabahı vefat ederek Zeyrek Camii civarındaki kabristana gömüldü.

Ölümünden iki yıl sonra müsveddelerinin ve teliflerinin çoğunu satın alan İzzetî Mehmed Efendi’nin belirttiğine göre Kâtip Çelebi himmet sahibi, iyi huylu, az konuşan, hakîm meşrepli bir zattı.

Uşşâkīzâde onu “rindle rind, zâhidle zâhid, küçükle küçük, büyükle büyük bir zat” olarak nitelemektedir. Vakur bir kişiliği olan Kâtip Çelebi hicivden pek hoşlanmazdı. Çiçek yetiştirmek gibi ince bir zevk ve merakının bulunduğu, hatta katmer, salkımlı mavi sümbüller yetiştirdiği bilinmektedir.

Hanefî mezhebinde ve İşrâkī meşrebinde olduğunu söyleyen müellif (Süllemü’l-vüṣûl, vr. 271a), İşrâkīliğin İslâmî ilimler içinde tasavvuf menzilesinde felsefe ilimlerinden biri sayıldığına işaret ettikten sonra nefs-i nâtıka için en yüksek mertebenin Allah’ı tanımak olduğunu, bunun için de biri ehl-i nazar ve istidlâl, diğeri riyâzet, mücâhede ve tarikat sâliklerinden olmak üzere iki yol bulunduğunu belirtmektedir. Fakat zamanında tekkelerin meczupların ve değersiz kişilerin ziyaretgâhı haline geldiğini söyleyen Kâtip Çelebi ölülerden yardım dilemenin anlamsızlığını, mezarlara konan mumların ve yakılan kandil yağlarının mumculara ve mezar bekçilerine yarayacağını belirterek bu tür boş inançları eleştirmekten çekinmemiştir. Taassubun her çeşidine karşı çıkmış, bunun bir iç savaşa yol açacak kadar şiddetlendiği bir devirde gereksiz taassubu hem şeriata hem akla dayanarak önlemeye çalışmıştır.

EN ÇOK TARİHİ VE BİYOGRAFİK ESERLERLE MEŞGULDÜ

Gerek hayat hikâyesinden gerekse devrinin kaynaklarından aşırı derecede kitaba düşkün olduğu anlaşılan Kâtip Çelebi en çok tarihî ve biyografik eserlerle meşgul olmuş, tarihî bir olayı aydınlatmak için birçok kitap karıştırmıştır. Arapça Feẕleke’sini yazarken elinden 1300 eserin geçtiğini belirtmekte, bunu Takvîmü’t-tevârîh’i için de tekrarlamaktadır.

Şehrîzâde Mehmed Said, onun tarih bilgisi ve sahip olduğu tarih kitapları bakımından kendinden önce ve sonra gelen tarihçileri geçtiğini söylediğini nakletmektedir (Târîh-i Nevpeydâ, vr. 20b). Nitekim Kâtip Çelebi Fezleke’sinin ikinci faslını tarihin lugat ve ıstılah olarak tarifine, konusuna ve faydasına ayırmıştır. Savaşlarda serdarların işledikleri hataları onların tarih bilmemesine bağlayan müellif, devlet adamlarının ve iktidarda bulunanların tarih ve coğrafya okumalarının lüzumunda ısrar etmektedir (Fezleke, II, 4 vd., 118; Tuhfetü’l-kibâr, s. 81). Ayrıca tarih yazarken duyguları bir yana bırakıp tarafsızlığa bağlı kalmayı da savunur. Kâtip Çelebi tarihten başka ilimlerle, bu arada coğrafya ile de ilgilenmiş, Batılılar’ın ve Yunanlılar’ın bu alanda İslâm coğrafyacılarından ileride olduğunu belirterek bu eksikliği gidermek için Cihannümâ’yı yazmaya karar vermiştir.

Müellif, kâinattaki hakikatleri anlamak hususunda hey’et (astronomi) ilminin önemi üzerinde durmuş, hey’et ve teşrîh (anatomi) bilmeyenin Allah’ı tanımaktan âciz kalacağını bir hadise dayanarak belirtmiştir (İlhâmü’l-mukaddes, vr. 1b).

BİLGİYE DAİR HİÇBİR ŞEYİ KÜÇÜK GÖRMEYİN

Kâtip Çelebi, ilgilendiği değişik ilimler hakkındaki düşünceleri yanında toplumun düzeni ve devamı için ilmi vasıta kabul etmekte, âlimleri toplumun kalbi sayarak bilgiye dair hiçbir şeyin küçük görülmemesi gerektiğini belirtmektedir.

Osmanlı Devleti’nde Batı kaynaklarına başvuranların belki de ilki olan Kâtip Çelebi, aşağıda adları verilen tercümelerinden başka Aristo’nun felsefesinin şerhinden Meteora kitabının sekizinci meselesini (Cihannümâ, s. 73), Jovans’ın Theatrum orbis terrarum adlı eserini (a.g.e., s. 257) ve Philippus Cluverius’un eski ve yeni coğrafya kitaplarına giriş olmak üzere yazdığı eserini de Türkçe’ye kazandırmıştır (a.g.e., TSMK, Revan Köşkü, nr. 1624, vr. 3b). Bu arada faydalandığı eserleri eleştirmekten çekinmemiştir. Zekeriyyâ el-Kazvînî’nin Âs̱ârü’l-bilâd’ı, Âlî Mustafa Efendi’nin Künhü’l-ahbâr’ı ve Mir’âtü’l-avâlim’i ile Hadîdî’nin manzum Osmanlı tarihi onun tenkit ettiği kitapların başlıcalarıdır. Özellikle biobibliyografik eserlerini kaleme alırken fişler ve bazı kısaltmalar kullandığı anlaşılan Kâtip Çelebi (Süllemü’l-vüṣûl, vr. 54avd.) edebiyat ve üslûptan çok mânayı ön planda tutmuş, sözü uzatmaktan kaçınmıştır. Secie eserlerinde pek az yer vermiş, fakat bazan cinas ve teşbihler kullanmıştır.

XVII. yüzyıl Osmanlı ilim ve kültür hayatına âdeta damgasını vuran Kâtip Çelebi, Türkiye’de olduğu kadar Batı dünyasında da büyük bir takdir ve şöhret kazanmış, eserlerinden hayranlık derecesine varan ifadelerle bahsedilmiş ve Franz Babinger onu Osmanlılar’ın Süyûtî’si olarak nitelemiştir. Kâtip Çelebi’nin çeşitli eserleri ve özellikle Keşfü’ẓ-ẓunûn, Batı’da İslâm araştırmaları yapan hemen herkesin müracaat ettiği temel başvuru eseri olduğu gibi en azından Bibliothèque orientale üzerinden genel olarak bir ansiklopedi, özel olarak da bir İslâm ansiklopedisi düşüncesinin doğmasında önemli etkide bulunmuştur (Flügel’in mukaddimesi, I, 44). Onun eserlerinin bir kısmının çeşitli Batı dillerine tercümesi bunun sonuçlarından biridir.

KATİP ÇELEBİ'NİN DÜŞÜNCESİNİN EN ÖNEMLİ ÖZELLİĞİ

Kâtip Çelebi, yeni fikirler veya yenilikler peşinde olan bir düşünür olmaktan çok yaşadığı dönemde veya daha önce ortaya çıkarak Osmanlı devlet ve toplum düzenini sıkıntıya sokan meselelerle uğraşmış, bu meselelere çözümler getirmeye çalışmıştır. Onun düşüncesinin en önemli özelliği, yaşadığı hayatın ve devletin önemini kavrayarak kendi toplumunu ciddiye almasıdır. Bundan dolayı hakkında yazı yazdığı hemen her konu o gün yaşanılan bir sıkıntıya cevap olmak üzere kaleme alınmıştır. Bu yönden Kâtip Çelebi aynı zamanda yaşadığı döneme şahitlik yapmış bir düşünürdür.

Coğrafyaya yönelmesi ve bu alanda özellikle Avrupa’da coğrafî keşifler neticesinde ortaya konulan yeni mâlûmattan istifade etmesi onun bu problem şuuru ile alâkalı olduğu gibi, muhtelif alanlarda dine rağmen toplumda yaygınlaşmış olan bazı örf ve âdetlerle din adına mücadele edilmesine karşı çıkışı da bu tavrı toplumsal birliği bozacak gayretler olarak görmesinden kaynaklanmaktadır. Kâtib Çelebi’nin, esasını ilk tahsili sırasında elde ettiği astronomi ve hikemî ilimlere hayatının olgunluk döneminde yönelmesi de yine bu çerçevede anlam taşıdığı gibi bu alanlarda Osmanlı cemiyetinde bilgi eksikliği olduğunu göstermeye çalışırken bunları fıkhî birer meselenin içinde ve fıkhî meseleler haline getirerek dile getirmesi onun bu hassasiyetiyle alâkalı olarak görülebilir.

İBN HALDUN'UN ÖENMLİ BİR TAKİPÇİSİ

Kâtip Çelebi çeşitli yönlerden İbn Haldûn’un önemli bir takipçisidir. Bir taraftan Taşköprizâde’nin Miftâḥu’s-saʿâde’sinden epeyce istifade ederek hazırladığı anlaşılan Keşfü’ẓ-ẓunûn’un mukaddimesinde, diğer taraftan Osmanlı içtimaî ve siyasî düzeninde ortaya çıkan bazı aksaklıkları tahlil ettiği Düstûrü’l-amel gibi eserlerinde İbn Haldûn’un görüşlerinden faydalanmıştır.

Kâtip Çelebi’nin Keşfü’ẓ-ẓunûn’a yazdığı mukaddime, bir yönüyle Osmanlı medresesindeki ilim anlayışının esaslarını verirken diğer yönden Osmanlı ulemâsının, hakkında risâleler ve kitaplar yazdıkları, mevcut olanları şerh ve hâşiye ile geliştirdikleri konuları “muhtasar ve müfid” bir şekilde dile getirmektedir. Ayrıca Kâtib Çelebi’nin ifade ettiği cemiyetin varlığının ilme bağlı olduğu düşüncesi de esas itibariyle klasik toplum tasavvurunun ve klasik Osmanlı toplumunun kendi kendini kavrayış şeklini anlatması açısından önem arzetmektedir. Bu düşünce her ne kadar sadece veya ilk defa Kâtib Çelebi tarafından dile getirilmiş olmasa da dinle hayat arasında nasıl bir irtibat kurulacağı, dinin içtimaî hayattaki yeriyle dinin ilmî olarak öğrenilip öğretilmesinin toplumun varlığını sürdürmesi arasındaki alâkayı göstermesi bakımından ayrı bir değere sahiptir.

DİNLE HAYAT ARASINDA SAĞLIKLI İLİŞKİ İLİMLE OLUR

İlmin toplumsal hayatın devamı açısından ne kadar önemli olduğunu vurgulayan Kâtip Çelebi, dinle hayat arasında sağlıklı bir ilişki kurmanın ancak ilim yoluyla olabileceğini belirtir. İçtimaî hayatın vahdetini sağlamada ve sürdürmede toplumsal vahdetin dayanağı olarak ilimde vahdet fikrine sadıktır. Bu yönden ilim meselesini, mevzular ve meseleler arasındaki farklılıkları muhafaza etmekle birlikte bunları daha esaslı bir noktada birleştiren bir vahdet cihetinden ele almanın gerekliliğini vurgular (Mîzânü’l-hak, s. 233).

Bugün Osmanlı dönemi ilim anlayışının dile getirildiği sistematik yazılar söz konusu olduğunda, Miftâḥu’s-saʿâde’nin yanında Keşfü’ẓ-ẓunûn’un mukaddimesi orada özellikle isimleri zikredilen diğer eserlerle birlikte vazgeçilemez kaynaklar olduğu gibi kendileri de bir ilim anlayışının veciz ifadeleri olarak önemlerini muhafaza etmektedir. Kâtip Çelebi’nin eserleri ve düşüncesinin kıymeti genel olarak takdir edildiği için çeşitli dönemlerde onun kitapları ve risâleleri neşredilmiştir.

KATİP ÇELEBİ'NİN ESERLERİ

1. Feẕleketü’t-tevârîḫ*. Târîḫ-i Kebîr olarak da nitelenen eserin tam adı Feẕleketü aḳvâli’l-aḫyâr fî ʿilmi’t-târîḫ ve’l-aḫbâr’dır. Kâinatın yaratılışından 1051 (1641) yılına kadar gelen umumi bir tarih olup müellif hattıyla yazılmış tek nüshası Beyazıt Devlet Kütüphanesi’ndedir (nr. 10318); eserin 3-25 arasındaki yaprakları eksiktir.

2. Fezleke*. 1000-1065 (1592-1655) yılları arasındaki olayların anlatıldığı bir vekāyi‘nâmedir (I-II, İstanbul 1286-1287). 3. Tuhfetü’l-kibâr fî esfâri’l-bihâr. 1645’te başlayan ve yıllarca süren Girit seferi münasebetiyle kaleme alınan bu eserde 1656 yılına kadar gelen Osmanlı deniz savaşları anlatılmıştır. Osmanlı denizcilik tarihi için önemli bir kaynak olan kitap çok ilgi çekmiş ve 1141’de (1729) Müteferrika Matbaası’nda basılmıştır. İkinci defa İstanbul’da neşredilen (1329) Tuhfetü’l-kibâr, Orhan Şaik Gökyay tarafından sadeleştirilip notlar ilâve edilerek yayımlanmıştır (İstanbul 1973, 1980).

4. Takvîmü’t-tevârîh. Hz. Âdem’den başlayıp 1648’e kadar gelen vak‘aların, bu arada müellifin Arapça Feẕleke’sinin bir nevi kronoloji cetvelidir. Kâtip Çelebi’nin iki ayda yazdığını belirttiği esere sonradan bazı zeyiller yapıldığı gibi yabancı dillere de çevrilmiştir. Eser Müteferrika Matbaası’nda basılmış (1146), ayrıca Ali Suâvi bu çalışmayı notlar ve zeyilleriyle neşretmiştir (Paris 1291).

5. Kanunnâme. Bazı teşrifat kaidelerinin toplandığı bir eserdir (Mîzânü’l-hak, s. 144). Günümüze intikal etmeyen bu çalışma hakkında Şehrîzâde Mehmed Said, “Mufassal ve mutavassıt kanunları cemetmiştir” demektedir (Târîh-i Nevpeydâ, vr. 19b). Bu bilgi önce Bursalı Mehmed Tâhir tarafından tekrarlanmışsa da (Osmanlı Müellifleri, III, 124 vd.) Mehmed Tâhir, daha sonra Kâtip Çelebi üzerinde yaptığı çalışmada (bk. bibl.) eseri ona ait eserler listesinden çıkarmıştır.

6. Târîh-i Frengî Tercümesi. Johann Carion’un 1548’de Paris’te yayımlanan Chronicle adlı eserinin tercümesidir. Kâtip Çelebi bunu Fransız mühtedisi Mehmed İhlâsî’nin yardımıyla çevirmiştir. Şinâsi tarafından Tasvîr-i Efkâr’ın bazı sayılarında kısmen neşredilen eserin Laonicos Chalcondyle tarihinin tercümesi olduğu iddiası doğru değildir. Asıl tarihine kaynak olmak üzere çevirdiği bu kitaba mütercim başka eserlerden bazı ilâveler yapmış, Kanûnî Sultan Süleyman’dan, müslümanların İspanya’dan çıkarılışından da bahsetmiştir. Eserin tek yazma nüshası Konya İzzet Koyunoğlu Kütüphanesi’ndedir.

7. Târîh-i Kostantîniyye ve Kayâsire (Revnaku’s-saltana). Johannes Zouaras Nicestas Acominate, Nicephorus Gregoras ve Atinalı Laonicos Chalcondyle tarafından yazılmış Historia rerum in Oriente gestarum (Frankfurt 1587) adlı büyük eserin İstanbul’la ilgili kısımlarının çevirisidir (Mîzânü’l-hak, s. 143).

Eserde İslâmiyet’in yayılışından, Bulgar Devleti’nin çöküşünden, Bizanslılar’dan, Selçuklular’dan, Haçlı seferlerinden, İstanbul’un su yollarından, yangınlarından, zelzelelerinden vb. söz edilmektedir. Bunun da bir nüshası Konya İzzet Koyunoğlu Kütüphanesi’nde bulunmaktadır.

8. İrşâdü’l-hıyârâ ilâ târîhi’l-Yûnân ve’r-Rûm ve’n-nasârâ. Avrupa ülkeleri hakkında bilgisi olmayan müellif ve tarihçileri bilgilendirmek amacıyla yazılmış elli sekiz varaktan ibaret bir risâle olup Atlas Minor vb. eserlerden faydalanıp kaleme alınmıştır.

İki bölüme ayrılan eserin birinci bölümünde Avrupalılar’ın dinlerinden, ikinci bölümde Avrupa hükümdarlarının âdet ve kanunlarından söz edilmekte, çeşitli Avrupa ülkelerinin idare tarzları ele alınmakta, bu arada demokrasi, aristokrasi, cumhuriyet vb. kavramlar, seçim usulleri, Batılılar’ın ileri oldukları hususlar ve Osmanlılar’la münasebetleri hakkında bilgi verilmektedir (Koman, Konya Halkevi Dergisi, sy. 79 [1945], s. 20).

9. Süllemü’l-vüṣûl ilâ ṭabaḳāti’l-fuḥûl. Alfabetik sıraya göre hazırlanmış Arapça bir tabakat kitabı olup iki ana bölüme ayrılmıştır. İlk bölümde kendi adlarıyla meşhur olmuş kişiler, ikinci bölümde nesep, künye ve lakaplarıyla bilinen şahıslar yer alır. Daha çok Keşfü’ẓ-ẓunûn’da geçen kitapların yazarlarına ait indeks özelliği taşıyan eserde Süyûtî’nin Taḥrîrü’l-lübâb’ı esas alınmış, buradaki hal tercümeleri eserin aslını oluşturmuş ve diğer kaynaklardan önemli ilâveler yapılmıştır. Yeri geldikçe zikredilen kaynakların sayısı 100’den fazladır. Müsvedde halinde kalan ve tamamlanmamış olduğu anlaşılan kitabın tek nüshası Süleymaniye Kütüphanesi’nde kayıtlıdır (Şehid Ali Paşa, nr. 1877). Müstakimzâde esere onun bıraktığı yerden kendi zamanına kadar gelen (1175/1761-62) bir zeyil yazmıştır (Mecelletü’n-nisâb, Süleymaniye Ktp., Hâlet Efendi, nr. 628).

10. Cihannümâ*. Kâtib Çelebi’nin coğrafyaya dair ünlü eseridir (İstanbul 1145).

11. Levâmiu’n-nûr fî zulümât-i Atlas Minûr. G. Mercator ve L. Hondius’un 1621’de Arnheim’de bastırılan Atlas Minor Gerardi Mercantoris A. S. Hondio plurimis aenis Atque Il-lustratus adlı kitabının tercümesidir. Kâtib Çelebi bu Latince eseri yine Mehmed İhlâsî’nin yardımıyla çevirmiştir. Fakat kitap kuru bir çeviri olmayıp açıklamalı ve tenkitli bir tercümedir. Kâtib Çelebi’nin asıl amacı ise Cihannümâ’sının Avrupa kısmı için kaynak elde etmektir.

Eserde Kuzey kutbundan başlayarak nehirler, dağlar, şehirleriyle birlikte Avrupa ülkeleri birer birer ele alınmaktadır. Müellif nüshası Nuruosmaniye Kütüphanesi’nde bulunan eserin (nr. 2998) başka yazmaları da vardır.

12. İlhâmü’l-mukaddes min feyzi’l-akdes. Müellifin astronomiyle meşgul olduğu sıralarda zihnini kurcalayan bazı meselelere cevap arayan ilmî bir risâledir. Kâtib Çelebi bunları fıkıh meselesi haline getirerek zamanının ulemâsından cevap istemiş, fakat tatmin edici bir karşılık alamayınca risâleyi kaleme almıştır.

Bu meselelerden birincisi, arzın yuvarlaklığından dolayı gece ve gündüzün müddetleri arasında büyük fark olan yerlerde namaz ve oruç vakitlerinin belirlenmesi, ikincisi, güneşin aynı cihetten doğup batmasının dünyanın herhangi bir noktasında mümkün olup olmadığı, üçüncüsü de her ne yöne dönülse kıble olabilecek bir yerin bulunup bulunmadığıdır. İlhâmü’l-mukaddes’in Süleymaniye Kütüphanesi (Mahmud Efendi, nr. 1938; Hamidiye, nr. 993, vr. 40b-49b; Lala İsmâil, nr. 694, vr. 81a-86b; Düğümlü Baba, nr. 444’teki mecmua içinde) ve Nuruosmaniye Kütüphanesi’ndeki mecmua içinde (nr. 4075) nüshaları vardır. Eseri Bediî N. Şehsüvaroğlu neşretmiştir (Kâtib Çelebi: Hayatı ve Eserleri Hakkında İncelemeler, s. 151-163).

13. Keşfü’z-zunûn* ʿan esâmi’l-kütüb ve’l-fünûn. Kâtip Çelebi’nin yirmi yılda hazırladığı büyük bibliyografik eseridir (nşr. Şerefettin Yaltkaya - Kilisli Muallim Rifat, I-II, İstanbul 1360-1362/1941-1943).

14. Tuhfetü’l-ahyâr fi’l-hikem ve’l-emsâl ve’l-eş‘âr. Alfabetik olarak hazırlanan bir nevi ansiklopedik sözlüktür. Arapça, Farsça ve Türkçe yazılmış çeşitli eserlerden toplanan bilgilerin bir araya getirildiği Tuhfetü’l-ahyâr’da felsefî ve edebî fıkralar; aile ve devlet idaresine dair menkıbeler; kuşlara, diğer hayvanlara, otlara ait ilginç bilgiler, hoş latifeler, hikâyeler; sarf ve nahve dair mâlûmat; şiirler, atasözleri vb. bulunmaktadır. Eser, sadece hoş vakit geçirmek için değil aynı zamanda türlü konularda faydalı bilgiler vermek amacıyla kaleme alınmıştır. 1061’de (1650) müellifi tarafından temize çekilmeye başlanan kitap 1063’te (1653) “ ح ” harfine kadar hazırlanmış, fakat yazarının ifadesine göre üzücü bir sebepten dolayı burada bırakılmıştır. Daha sonra bazı kişilerin elinde dağınık halde kalan müsveddeleri Ağa Mehmed adlı bir kadı toplamış ve Yazıcızâde diye bilinen Mehmed Kâtibî b. Ahmed’e bunları temize çektirmiştir. Tuhfetü’l-ahyâr’ın Süleymaniye (Esad Efendi, nr. 2539) ve Kahire Hidîviyye (nr. 721) kütüphanelerinde birer nüshası vardır.

15. Dürer-i Müntesire ve Gurer-i Münteşire. Niyet, selâse, hülle, istikbâl-i kıble, yeme içme âdâbı, anne karnındaki cenin, Kâbe içinde namaz, havf ve recâ, kanaat vb. konuların ele alındığı eser merak ve tecessüs sonucu ortaya çıkmıştır. Başlıca kaynağı Gazzâlî ve diğer tanınmış İslâm âlimleridir. Biyografileri verilen kimselerle ilgili fıkralar, hikâyeler Kâtib Çelebi tarafından özenle seçilmiştir. Müellifin otobiyografisini verirken eserleri arasında zikrettiği “Mecmua” ve Şehrîzâde’de geçen Nigâristan fî icmâli’t-tevârîh (Târîh-i Nevpeydâ, vr. 19b) bu eser olmalıdır. Dürer-i Müntesire’nin müellif hattıyla olan yegâne nüshası Nuruosmaniye Kütüphanesi’nde kayıtlıdır (nr. 4949).

16. Düstûrü’l-amel* li-ıslâhi’l-halel. Devlet bütçesindeki açığın sebeplerini araştırmak ve buna çare bulmak amacıyla 1063’te (1653) yazılarak Dîvân-ı Hümâyun’a sunulmuş bir rapordur.

17. Recmü’r-racîm bi’s-sîn ve’l-cîm. Garip ve acayip fıkıh meselelerine dair fetvaların toplandığı eser 1064-1065 (1654-1655) yıllarında şeyhülislâmlar için derlenmiştir. Mîzânü’l-hak’ta (s. 144) ve Vekāyiu’l-fuzalâ’da (I, 264) adı geçen eserin herhangi bir nüshasına rastlanmamıştır.

18. Beyzâvî Tefsirinin Şerhi. KâtipÇelebi, Beyzâvî Tefsiri’ni daha önce A‘rec Mustafa Efendi’den okuduğunu ve 1052’de (1642) Kara Kemal tarzında günde bir sayfa olmak üzere şerhini yapmaya başladığını belirtmekte, fakat daha fazla bilgi vermemektedir (Mîzânü’l-hak, s. 135-136).

19. Hüsnü’l-hidâye. Mahmud adlı bir talebesinin ricası üzerine Ali Kuşçu’nun er-Risâletü’l-Muhammediyye’sine yazdığı bir şerhtir. 1647 yılı civarında kaleme alınmaya başlanan şerh, cebir ve mukābele konularına geldiğinde talebesinin ölümü üzerine olduğu gibi bırakılmıştır (Süllemü’l-vüṣûl, vr. 42a; Mîzânü’l-hak, s. 139).

20. Câmiʿu’l-mütûn min celli’l-fünûn. Kâtip Çelebi’nin çeşitli konulara dair okuduğu ve okuttuğu yirmi yedi eserin özetleri ve şerhlerinden meydana gelmiş antoloji mahiyetinde bir mecmuadır (Süleymaniye Ktp., Lala İsmâil, nr. 694; TSMK, Emanet Hazinesi, nr. 1763). Müellifin eserleri arasında sayılan Risâle-i Ebhâs muhtemelen bu kitaptır.

Kâtip Çelebi bu eserine daha sonra “Mukaddime fî ilmi’t-tefsîr min itmâmi’t-dirâyât”, “Ta‘lîmü’l-mu‘allim”, “Bidâyetü’l-hidâye fi’t-tezkîr”, “Makāmâtü’l-Harîrî fi’l-edeb” ve “Cuhaynâtü’l-ahbâr fi’t-târîh” başlıkları altında ilâvelerde bulunmuştur. Kabiliyetli ve zeki bir kişinin çeşitli fenler hakkında bilgi sahibi olması gerektiğini, imkân bulduğu takdirde bu fenler üzerinde derinleşebileceğini belirten Kâtib Çelebi derlediği mecmuada her ilim için ana metinlerden birini alarak özetlemiştir.

Bunu iyice hazmeden kimsenin büyük bir âlim olacağını da söyleyen müellif, mecmuada yer alan ilimlerden faydalanılmasını kolaylaştırmak için baş tarafına ilimlerin bir şeceresini koymuştur. Kâtib Çelebi, Câmiʿu’l-mütûn’dan başka hacim bakımından daha küçük olan, Ali Kuşçu’nun Mahbûbü’l-hamâil’inin benzeri on iki metinlik Muhtasar Câmiʿu’l-mütûn adlı bir eser de hazırlamıştır (Kezfü’ẓ-ẓunûn, I, 572).

21. Mîzânü’l-hak* fî ihtiyâri’l-ehak. Kâtib Çelebi’nin telif ettiği son eser olup devrinin tartışmalı konularının müsbet fikirlerle açıklanmasından ibarettir (İstanbul 1306). Bunların dışında müellif tütün hakkında bir risâlesinin bulunduğunu da kaydetmektedir (Mîzânü’l-hak, s. 39). Ona izâfe edilen Bahriyye adlı eser ise Cihannümâ’nın Rumeli kısmıyla ilgili bir parçadır. Yine kendisine isnad olunan Tekmile-i İbn Haldûn adlı eserin bir yanlışlıktan kaynaklanmış olduğunu söylemek gerekir (Brockelmann, GAL Suppl., II, 343, 637).

Kaynak: Orhan Şahin Gökyay, Diyanet İslam Ansiklopedisi

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

  • çok işime yaradı proje ödevi için daha uzun olsaydı keşke

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.