İslam’da Din ve Vicdan Özgürlüğü

İslam hukuku açısından din ve vicdan hürriyeti nasıl olmalıdır?

Cenâb-ı Hak şuurlu ve hür olarak yarattığı insana doğruyu ve yanlışı göstermiş, ancak hiçbir zaman irade hürriyetine mü­dahale etmemiştir. Herkes hür iradesiyle tercihte bulunacak, tercihinin neticesine de kendisi katlanacaktır. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

(Rasûlüm!) Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederlerdi. O halde sen, inanmaları için insanları zorlayacak mısın?” (Yûnus, 99)

“İsteyen iman etsin, isteyen küfrü tercih etsin.” (Kehf, 29)

“Eğer inkâr edecek olursanız bilin ki Allah sizden müstağnidir, hiç kimseye ve hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Ancak kullarının inkâra sapmalarına râzı olmaz. Eğer şükrederseniz, bundan hoşnut olur.” (Zümer, 7)

DİNDE ZORLAMA YOKTUR

Câhiliye devrinde, çocuğu yaşamayan kadınlar, “Eğer çocuğum yaşarsa onu Yahudi yapacağım” diye adakta bulunurdu. Bu sebeple, Medîneliler Müslüman olduğunda, bir kısmının çocukları yahûdilerin arasında bulunuyordu. Nadîroğulları Yahûdileri, Müslümanlarla yaptıkları anlaşmayı bozup ihânette bulununca Medîne’den sürülmelerine karar verildi. Sonradan yahûdi olan çocukların âileleri:

“–Çocuklarımızın yahûdilerle gitmesine müsâade etmeyiz, (onları zorla alıkoyup müslüman yaparız)” dediler. Bunun üzerine Allah Teâlâ “Dinde zorlama yoktur” âyetini indirdi.[1]

İslâm, prensiplerini insanlara cebir yoluyla kabul ettirmek istemez. Bu sebeple zorlamanın her şeklinden kaçınır. O kadar ki fikrî zorlamadan bile uzak kalır. Meselâ, mûcize İslâm’ın temel yayılma vâsıtalarından olmamış, Hz. Peygamber’den -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hârikulâde hâdiselere dayalı mûcizeler istemek hoş karşılanmamıştır. İslâm, beşerin tekâmül ettiği bir devreye rastladığından, Kur’ân mûcizesiyle idrake ve akla hitap etmiştir. İnsanı aklî kanunlar ve iknâ edici deliller göstermek sûretiyle kendisine bağlamıştır. İşte bu sebeple maddî zorlamayı hiçbir zaman bir vasıta olarak kullanmamıştır.[2]

Zaten dinî hususlarda zor kullanmak insanları umûmiyetle “nifâk”a sevkeder ki bu da açık küfürden daha tehlikelidir. Samimiyetsiz yapılan ibadet de, “riyâ yani göste­riş” için yapıldığından şiddetle reddedilmiştir.

Ebû Râfî‘ -radıyallâhu anh- şöyle anlatır: Kureyşliler beni Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e elçi olarak göndermişlerdi. Efendimiz’i görünce gönlüme İslâm’a girme arzusu düştü:

“–Ey Allah’ın Rasûlü, vallahi ben Kureyşlilerin yanına asla dönmeyeceğim!” dedim. Rasû­lullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Ben ahdimi bozmam ve bana gelen elçileri alıkoymam. Sen şimdi Kureyşlilerin yanına dön! Eğer şu anda kalbine gelen (İs­lam’a girme arzusunu orada da) hissetmeye devam ediyorsan buraya geri gel!” buyurdu. Bunun üzerine Mekke’ye git­tim, elçilik vazifemi bitirince Peygamber Efendimiz’e geldim ve müslüman oldum. (Ebû Dâvûd, Cihâd, 151/2758)

Mekke’nin ileri gelen müşriklerinden Safvân, Fetih günü kaçmıştı. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, onun peşinden amcasının oğlu Vehb bin Umeyr’i gönderdi. Eman alâmeti olarak da kendi ridâsını verdi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onu İslam’a dâvet ediyor ve yanına gelmesini istiyordu. İsterse İslam’ı hemen kabul edebileceğini, istemezse düşünmek için kendisine iki ay mühlet vereceğini bildiriyordu. Bunun üzerine Safvân, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yanına ridâsıyla birlikte geldi ve insanların arasında yüksek sesle nidâ ederek:

“–Ey Muhammed! İşte Vehb bin Umeyr! O senin ridân ile birlikte bana geldi ve senin beni dâvet ettiğini, istersem İslâm’ı kabul edebileceğimi, istemezsem bana iki ay mühlet tanıyacağını söyledi” dedi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–İn devenden Ebû Vehb!” buyurdu. Fakat o:

“–Hayır, vallahi meseleyi benim için açıklığa kavuşturmadıkça inmem!” dedi. Bunun üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Sana daha fazla, dört ay mühlet tanıyorum” buyurdu. Safvân kâfir olduğu halde Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile birlikte sefere katıldı, Huneyn Gazvesi’nde ve Tâif kuşatmasında bulundu. Bir ay sonra da Müslüman oldu. (Muvatta’, Nikâh, 44-45)

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile görüşmeye gelen Necran hristiyanları, kendilerine mahsus ibadetin vakti gelince Mescid’de ayağa kalkmışlardı. Müslümanlardan bazıları onlara mâni olmak istedi. Ancak Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Onları kendi hallerine bırakınız!” buyurdu. Necran hristiyanları da doğuya dönerek ibadetlerini yaptılar.[3]

Hz. Ömer devrinde Ebû Ubeyde bin Cerrâh, Hristiyan Humus halkıyla bir anlaşma yaptı ve canları, malları, surları, kiliseleri ve değirmenlerinin korunması karşılığında şehri teslim aldı. Yuhanna kilisesini, dörtte birinin cami yapılması şartıyla bu anlaşma dışında tuttu. Muâviye halife olunca bu kiliseyi Dımeşk’teki camiye dâhil etmek istedi. Ancak itirazlar üzerine bu fikrinden vazgeçti. Abdümelik bin Mervân aynı maksatla gayrimüslimlere çok para vermesine rağmen yine onları râzı edemedi. Velid bin Abdülmelik de onlara bu kilise karşılığında büyük paralar ve farklı alternatifler sunmasına rağmen onları râzı edemeyince kiliseyi yıkıp camiye ilhak etti. Bu durum daha sonra halife olan Ömer bin Abdülaziz’e şikâyet edilince, o durumu araştırdı ve gayrimüslimlerin haklı olduğunu görünce oranın sahiplerine iadesine karar verdi. Ancak bu sefer de Müslümanlar camilerinin kiliseye dönüştürülmesine râzı olmadılar. Ömer bin Abdülaziz gayrimüslimlerle görüşmeler yaptı, Müslümanlar tarafından fethedilen Guta’daki bütün kiliseleri kendilerine bağışlayarak onları râzı etti ve mes’eleyi tatlıya bağladı.[4]

İngiliz tarihçi Philip Marshall Brown şöyle yazmıştır:

“Türkler büyük zafer kazanmalarına rağmen ele geçirdikleri bütün ülkelerin halklarına kendi örf ve geleneklerine göre kendilerini idare etme hakkını cömertçe tanıdılar.”

Napoleon Bonaparte, 1798-1799 yıllarında Osmanlı Devleti’ne saldırdığında, Filistin ve Suriye’de yaşayan Ermenileri isyan ettirmek istedi. Fransa’nın İstanbul’daki Büyükelçisi Sebasitiani ona şu cevabı verdi:

“Ermeniler buradaki hayatlarından o kadar memnunlar ki isyan çıkarmak imkânsızdır.”[5]

Dipnotlar:

[1] Bakara, 256. Ebû Dâvûd, Cihâd, 116/2682; Vâhidî, s. 85-87. [2] Prof. Dr. Seyyid Kutup, İslâm’ın Dünya Görüşü, s. 32-33. [3] İbn-i Hişâm, II, 202-207; İbn-i Sa’d, I, 357; Beyhakî, Delâil, IV, 382-387; Halebî, İnsânu’l-uyûn, III, 235. [4] Doç. Dr. Bahâüddin Varol ve dğrl, Cahiliye Toplumundan Günümüze Hz. MUHAMMED, s. 286; Prof. Dr. M. Hamîdullah, İslâm’a Giriş, s. 237. [5] Bkz. http//www.atmg.org/ArmenianProblem.html.

Kaynak: Murat Kaya, Ebedi Kurtuluş Yolu, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

İSLAM’DA İNANÇ HÜRRİYETİ

İslam’da İnanç Hürriyeti

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.