İslam’da Adalet ile İlgili Örnekler

İslam’da adalet nedir, adaletin yeri ve önemi nedir? İslam’da ve Osmanlı’da adalet örnekleri.

Adâlet, İslâm’da o kadar ehemmiyetlidir ki, her hususta ona riâyet edilmesi emredilmiştir. İnsanlar, adâleti hâkim kıldıklarında, Allâh’ın râzı olduğu huzurlu ve rûhânî bir kulluk hayâtı yaşarlar. Böylece dünya ve âhiretin bütün hayırlarını kazanarak ebedî saâdete nâil olurlar.

Adâlet ortadan kalktığında ise, dünya üzerinde hak, hukuk, insaf ve dengeden bahsetmek mümkün olmaz. Dünya hayâtında adâletten saparak haksızlık yapanlar, kıyâmet gününde, gafletle geçirdikleri imtihan âlemi için büyük bir pişmanlık duyarlar.

ADALETİN SAHİBİ ALLAH’TIR

Adâlet sâhibi ve adâletin tâ kendisi mânâlarına gelen “el-Adl” ism-i şerîfi, Allah Teâlâ’nın esmâ-yı hüsnâsından biridir.[1]

Cenâb-ı Hak, peygamberlerini de, insanları Allah’tan uzaklaştıran, menfaat ve haksızlık üzerine kurulu zulüm düzenlerine son vermek ve yeryüzünde hakkı ve adâleti hâkim kılmak için göndermiştir.

Âyet-i kerîmelerde buyrulur:

“Allah Teâlâ, adâleti, ihsânı, akrabâya yardım etmeyi kesinlikle emreder; çirkin işleri, fenâlık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.” (en-Nahl, 90)

“Allah size, mutlaka emânetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adâletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne kadar güzel öğütler veriyor! Şüphesiz Allah her şeyi hakkıyla işitir ve görür.” (en-Nisâ, 58)

“Adl” sıfatının hakîkî sâhibi olan Cenâb-ı Hak, kullarından adâletle muâmele edenleri sever.[2]

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:

“Adâletle hükmedenler, kıyâmet gününde Rahmân’ın sağında nûrdan minberler üzerinde olacaklardır… Bunlar hükümlerinde, âileleri ve sorumlu oldukları kimseler hakkında adâletle davranmışlardır.” (Ahmed, II, 160)

“Kıyâmet gününde insanların Allah Teâlâ’ya en sevgili olanı ve O’na en yakın yerde bulunanı adâletli idârecidir. Kıyâmet gününde insanların Allah Teâlâ’ya en sevimsiz olanı ve O’na en uzak mesâfede bulunanı da zâlim idârecidir.” (Tirmizî, Ahkâm, 4/1329; Nesâî, Zekât, 77)

Bir Müslüman sadece hüküm verirken değil, ölçüp tartarken, şâhitlik yaparken, hâsılı her zaman ve her hususta âdil olmalıdır. Öfkeliyken de sâkinken de adâletten ayrılmamalıdır.[3]

Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

“Ey îmân edenler! Adâleti titizlikle ayakta tutan, kendiniz, ana-babanız ve akrabânız aleyhinde bile olsa Allâh için şâhitlik eden kimseler olun. (Haklarında şâhitlik ettikleriniz) zengin olsunlar, fakir olsunlar Allah onlara (sizden) daha yakındır. Hislerinize uyup adâletten sapmayın...” (en-Nisâ, 135)

“Ey îmân edenler! Allâh için adâletle şâhitlik eden kimseler olunuz. Bir topluluğa karşı duyduğunuz kin, sizi adâletten saptırmasın. Âdil davranın, zîrâ takvâya en yakışanı budur...” (el-Mâide, 8)

ADALET MÜLKÜN TEMELİDİR

Adâlet, devletleri ayakta tutan temel direktir. Öyle ki; “Küfr ile pâyidâr olunur, fakat zulm ile olunmaz!” sözü bir darb-ı mesel hâline gelmiştir. Bütün idârenin adâlet ile kâim olduğunu ifâde sadedinde de; “Adâlet mülkün temelidir.” denilmiştir.

Adâlet, kesinlikle geciktirilmeden yerini bulmalıdır. Zîrâ en kötü adâlet, geç tecellî edendir. Sonunda, hüküm isâbetli dahî olsa, geciken adâlet de, bir nevî zulümdür. Zulüm ise en büyük hüsran sebebidir. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Hak yoldan sapanlara gelince, onlar cehenneme odun olmuşlardır.” (el-Cin, 15)

“…Zâlimler için hiçbir yardımcı yoktur.” (el-Bakara, 270)

“...(Âhirette) zâlimlerin ne bir dostu ne de sözü dinlenir bir şefaatçisi vardır.” (el-Mü’min, 18)

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de, zulmün ne büyük bir günah olduğunu şöyle ifâde buyurur:

“Âhirette cezâsını ayrıca vermekle beraber, dünyada Allah Teâlâ’nın çabucak cezâlandırmasını en fazla hak eden günahlar, zulüm ve akrabâyı ihmâl etmektir.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 43/4902; Tirmizî, Kıyâme, 57; İbn-i Mâce, Zühd, 23)

Bâzı insanlar, güzel konuşmaları ve yüksek zekâları sâyesinde, yaptıkları zulmü örtbas edebilirler. Ancak onlar hiçbir zaman kurtulduklarını zannetmemelidirler.[4] Bu dünyada beşerî adâletten binbir hîle ile yakayı kurtaranlar, birgün “Hâkimlerin Hâkimi” olan Allah Teâlâ’nın huzûrunda çâresizce boyun büküp hesap vermek zorunda kalacak ve neticede hüsrâna uğrayacaklardır.

Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- ümmetini bu hususta şöyle îkâz eder:

“Kimin üzerinde din kardeşinin ırzı, nâmusu veya malıyla ilgili bir hak varsa, altın ve gümüşün bulunmayacağı kıyâmet günü gelmeden evvel o kimseyle helâlleşsin. Yoksa kendisinin sâlih amelleri varsa, yaptığı zulüm miktârınca sevaplarından alınır, (hak sâhibine verilir.) Şayet iyilikleri yoksa, zulmettiği kardeşinin günahlarından alınarak onun üzerine yükletilir.” (Buhârî, Mezâlim 10, Rikâk 48)

“Mazlumun bedduâsını almaktan son derece sakının, çünkü onun bedduâsı ile Allah arasında bir perde yoktur.” (Buhârî, Zekât 41, 63, Meğâzî 60, Tevhîd 1; Müslim, Îmân 29, 31)

Mevlânâ -kuddise sirruh-, adâlet ve zulmü, şu çarpıcı teşbihlerle îzâh eder:

“Adâlet nedir? Meyve ağaçlarını sulamaktır. Zulüm nedir? Dikenleri sulamaktır.”

“Adâleti bilmeyen kişi, kurt yavrusunu emziren keçiye benzer.”

Yâni besleyip büyüttüğü zulüm, gün gelir onu paramparça ederek ortadan kaldırır.

Fânî menfaatler uğruna adâletten ayrılanlar, kendi kuyularını kazmış olurlar. Birgün gelir içine düşerler. O hâlde, ne kadar zor da olsa, dâimâ adâlet üzere bulunmak ve doğruluktan hiçbir zaman ayrılmamak îcâb eder.

İSLAM’DA ADALET ÖRNEKLERİ

Alacaklının Borçlu Üzerinde Söz Hakkı Vardır

Bir adam, borç verdiği Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gelerek, gününden evvel alacağını talep etti. Bunu yaparken de, bâzı kaba ve yakışıksız sözler sarf etti. Rasûlullâh’a karşı sergilediği bu saygısız tavrı sebebiyle Ashâb-ı Kirâm, adama haddini bildirmek istediler. Lâkin Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- müsâade etmeyip:

“–Bırakın! Zîrâ alacaklı kimsenin, hakkını alıncaya kadar borçlu üzerinde söz hakkı vardır.” buyurdular. (Buhârî, İstikrâz, 7; Müslim, Müsâkât, 118-122/1600-1601)

Peygamberimiz Borçlanır mıydı?

Ebû Saîd el-Hudrî -radıyallâhu anh- şöyle anlatıyor:

“Bir bedevî Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gelerek, Efendimiz’den alacağını istedi ve bunu yaparken sert davrandı. Hattâ:

«–Borcunu ödeyinceye kadar Sen’i rahatsız etmeye devâm edeceğim.» dedi. Ashâb-ı Kirâm, bedevîyi azarlayıp:

«–Yazıklar olsun sana! Sen kiminle konuştuğunu bilmiyorsun gâliba!» dediler. Adam:

«–Ben hakkımı talep ediyorum.» dedi.

Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ashâbına:

«–Sizler niçin hak sâhibinden yana değilsiniz?» buyurdu ve Havle bint-i Kays -radıyallâhu anhâ-’ya adam göndererek:

«–Yanında kuru hurma varsa benim borcumu ödeyiver. Hurmamız gelince borcumuzu sana öderiz.» dedi. Havle -radıyallâhu anhâ-:

«–Hay hay! Babam Sana kurban olsun ey Allâh’ın Rasûlü!» dedi.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bedevîye olan borcunu ödedi ve ayrıca ona yemek ikrâm etti. (Bu tavırdan memnun kalan) bedevî:

«–Borcunu güzelce ödedin. Allah da Sana mükâfâtını tam versin!» diye memnûniyetini ifâde etti. Bunun üzerine Efendimiz:

«–İşte bunlar (borcunu hakkıyla ödeyenler) insanların hayırlılarıdır. İçindeki zayıfların, incitilmeden haklarını alamadıkları bir cemiyet iflâh olmaz...» buyurdular.” (İbn-i Mâce, Sadakât, 17)

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, zaman zaman borçlanırdı. Bu da ekseriyetle şu sebeplerle olurdu:

1. Kendisine gelen zayıf ve muhtaçların ihtiyacını karşılamak.

2. Beşeriyete numûne olarak borcun ne şekilde ödenmesi gerektiğini göstermek.

Çocuklarınız Arasında Adâletli Davranın

Nûmân bin Beşîr -radıyallâhu anhümâ- şöyle anlatır:

Babam beni Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e götürdü ve:

“–Ben, sâhip olduğum bir köleyi bu oğluma verdim.” dedi. Bunun üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem:

“–Buna verdiğini diğer çocuklarına da verdin mi?” diye sordu. Babam:

“–Hayır, vermedim.” dedi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–O hâlde yaptığın hibeden dön!” buyurdu. (Buhârî, Hibe 12, Şehâdât 9; Müslim, Hibât 9-18)

Diğer bir rivâyete göre, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Bu hibeyi çocuklarının hepsine yaptın mı?” buyurdu. Beşîr:

“–Hayır, yapmadım.” dedi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz:

“–Allah’tan korkunuz; çocuklarınız arasında adâletli davranınız!” buyurdu. Bunun üzerine Beşîr, hibesinden döndü ve derhâl o bağışını geri aldı. (Müslim, Hibât, 13)

Başka bir rivâyete göre de Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Bu bağışına benden başkasını şâhit göster.” buyurdu ve:

“–Çocuklarının sana iyilik yapmada eşit olmaları seni sevindirir mi?” diye sordu. Beşîr:

“–Elbette sevindirir.” cevâbını verdi.

“–O hâlde sen de böyle yapma (onlar arasında eşit davran)!” buyurdu. (Müslim, Hibât, 17)

“Evlatlar Arasında Âdil Olun” Hadisi

Sahâbînin biri Peygamber Efendimiz’in yanında otururken, yanına küçük oğlu geldi. O da çocuğu kucaklayıp öptü ve dizine oturttu. Az sonra küçük kızı da geldi. Adam onu dizine değil, yanına oturttu. Bunu gören Peygamber Efendimiz dayanamadı. Ona:

“–Çocuklar arasında adâleti gözetmeli değil miydin?” buyurdu.

Kız ile oğlana farklı davranmamak, birini diğerine tercih etmemek gerektiğini söyledi.[5]

Kıyamet Günü Kimseye Hiçbir Şekilde Haksızlık Edilmez

Bir adam Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in önüne oturdu ve şöyle dedi:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Benim kölelerim var. Durmadan bana yalan söylüyor, ihânet ediyor ve baş kaldırıyorlar. Ben de onları azarlıyor ve dövüyorum. Onlar yüzünden benim durumum ne olacak?”

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:

“–Onların sana karşı yaptıkları hıyânet, isyan ve yalanlar ile senin onlara verdiğin cezâ hesaplanacak, eğer senin verdiğin cezâ onların suçuna eşit olursa senin lehine ya da aleyhine bir şey yoktur. Eğer senin verdiğin cezâ, onların suçundan az ise, bu lehine fazîlet olacaktır. Eğer verdiğin cezâ, onların suçunu aşarsa o fazlalığı ödemek zorunda kalacaksın ki, bu senden kısas yoluyla alınacaktır.”

Adam bir kenara çekilerek hüngür hüngür ağlamaya başladı. Bunun üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:

“–Allah Teâlâ’nın; «Biz, kıyâmet günü için adâlet terâzileri kurarız. Artık kimseye, hiçbir şekilde haksızlık edilmez. (Yapılan iş,) bir hardal tanesi kadar dahî olsa, onu (adâlet terâzisine) getiririz. Hesap gören olarak Biz (herkese) yeteriz.»[6] kavl-i celîlini okumuyor musun?”

Adam bunun üzerine şöyle dedi:

“–Vallâhi yâ Rasûlallah, hem kendim hem de onlar için birbirimizden ayrılmaktan daha hayırlı bir yol kalmadı. Şâhid olunuz, onların hepsi de hürdür.” (Tirmizî, Tefsîr, 21/3165)

Köle de bir insan olduğundan, İslâmî kâidelere göre sâhibi ona yediğinden yedirmeli, giydiğinden giydirmeli, ağır yük yüklememeli ve zulümde bulunmamalıdır. İslâm’ın getirdiği bu yüksek adâlet sâyesinde köle edinmek, neredeyse köle olmak mânâsına geldi ve eskiden beri devâm edegelen kölelik müessesesi tedrîcen ortadan kalktı.

Müslüman Adalet Sahibidir

İrbâz bin Sâriye -radıyallâhu anh- anlatıyor:

Rasûlullah -aleyhissalâtü vesselâm- ile Hayber Kalesi’ne inmiştik. Beraberinde ashâbından başka kimseler de vardı. Hayber’in lideri, cebbar ve mütekebbir birisi idi. Allah Rasûlü’ne gelerek:

“–Ey Muhammed! Sizin merkeplerimizi kesmeye, meyvelerimizi yemeye, kadınlarımızı dövmeye hakkınız var mı?” dedi.

Rasûlullah Efendimiz gazaplanarak:

“–Ey İbn-i Avf, atına bin ve şöyle nidâ et; «Haberiniz olsun, cennet sâdece mü’minlere helâldir, namaz kılmak üzere toplanın!»”

Cemaat toplandı. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onlara namaz kıldırdı. Sonra da ayağa kalkıp şunları söyledi:

“–Sizden biri, (rahat) koltuğuna kurulup Allâh’ın, Kur’ân’dakilerin hâricinde haramlarının bulunmadığını mı zannediyor? Haberiniz olsun, vallâhi ben nasihatte bulundum, (Kur’ân’da olmayan bâzı şeyler) emrettim, birçok şeyleri de yasakladım. Bunlar, Kur’ân’ın bir misli kadar, belki de daha fazladır. Allah Teâlâ Hazretleri, Ehl-i Kitâb’ın evlerine izinsiz girmenizi helâl kılmamıştır. Kadınlarını dövmenizi, borçları (olan cizyeyi) verdikten sonra meyvelerini yemenizi de helâl kılmamıştır.(Ebû Dâvûd, Harâc, 31-33/3050)

İslâm düşmanlarına karşı bile kılı kırk yararcasına bir adâleti emreden dînimiz ne yücedir! Müslüman, kâfire bile yapılsa zulümden mutlaka hesâba çekileceğini düşünerek dâimâ adâlet üzere hareket eder.

"Güçsüzlerin Hakkının Güçlülerden Alınmadığı Bir Toplumu Allah Nasıl Temize Çıkarır?” Hadisi

Hazret-i Ali’nin ağabeyi Câfer-i Tayyar -radıyallâhu anh-, ilk Müslümanlardandı. Mekkeli müşriklerin zulmünden kaçıp hanımıyla birlikte Habeşistan’a hicret etti. Orada yıllarca kaldı. Ancak hicretin 7. yılında Medîne’ye döndü. Bir gün Peygamber Efendimiz, Habeşistan’da gördüğü bâzı garip şeyleri anlatmasını isteyince, Câfer-i Tayyar -radıyallâhu anh- şu hâdiseyi anlattı:

“Bir gün oturuyorduk. Yaşlı bir râhibe yanımızdan geçti. Başında da büyükçe bir su testisi vardı. Genç bir adam bu zavallı kadını arkasından itti. Kadın iki dizinin üstüne düştü ve başındaki testi de kırıldı. Râhibe ayağa kalktı; o gence şöyle bir baktı ve:

«–Ey zâlim! Yarın Allah Kürsü’yü ortaya koyduğunda, gelmiş geçmiş bütün insanları bir yere topladığında, eller ve ayaklar yaptıklarını îtirâf etmeye başladığında ve mazlumun hakkını zâlimden aldığında, aramızdaki dâvânın nasıl hâlledildiğini göreceksin!» dedi.

Bu sözleri duyunca, Peygamber Efendimiz, azı dişleri görünecek şekilde tebessüm etti ve:

«–Kadın doğru söylemiş. Evet, doğru söylemiş. Güçsüzlerin hakkının güçlülerden alınmadığı bir toplumu, Allah nasıl temize çıkarır!» buyurdu.” (İbn-i Mâce, Fiten, 20; Ebû Ya’lâ, Müsned (Esed), IV, 7-8; İbn-i Hibbân, es-Sahîh (Arnaût), XI, 443-444)

Gökler ve Yerler Adaletle Ayakta Durur

Hayber zaferinden sonra Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Abdullah bin Revâha’yı oraya gönderirdi. Abdullah bin Revâha da, alınması gereken hurma miktârını tahmin edip bunu tahsil ederdi. Hayber arâzîsini işleyen yahûdîler, Abdullâh’ın tahminde gösterdiği titizlik sebebiyle rahatsız oldular. Hattâ bir ara kendi lehlerine müsâmahalı davranması için rüşvet teklif ettiler. Kadınlarının süs eşyalarından onun için biraz mücevherât topladılar ve:

“–Bunlar senin, taksim esnâsında bizim lehimize davran ve bize göz yum!” dediler. Abdullah ise onlara:

“–Vallâhi birçok menfîlikleriniz sebebiyle size duyduğum buğz, size karşı âdil davranmama mânî olamaz. Sizin bana teklif ettiğiniz rüşvettir. Rüşvet ise haramdır, biz onu yemeyiz!” dedi. Yahûdîler, Abdullah -radıyallâhu anh-’ı takdîr edip:

“–İşte bu adâlet ve doğrulukla gökler ve yer nizâm içinde ayakta durur.” dediler. (Muvatta, Müsâkât, 2)

Adaletle Hükmeden Yöneticiler

Müslümanlar, Bizans Kralı Hirakl’in büyük bir orduyla üzerlerine gelmekte olduğu haberini alınca, Humus ahâlîsine, ödedikleri vergileri iâde ettiler ve:

“–Biz şu anda bir saldırıya mâruz kaldığımız için sizi muhâfaza ve müdâfaa etme imkânından mahrumuz. (Bu vergileri ise sizi muhâfaza karşılığında almıştık). Siz artık işinizde serbestsiniz, dilediğiniz gibi hareket edebilirsiniz.” dediler.

Humus ahâlîsi:

“–Vallâhi sizin idâreniz ve adâletiniz, bizim için daha önce içinde bulunduğumuz zulüm ve zorbalıktan daha iyidir. Sizin vâlinizle birlikte şehri Hirakl’e karşı müdâfaa edeceğiz.” dediler.

Yahûdîler de kalkıp:

“–Tevrât’a yemin olsun ki biz mağlûb olup perişan olmadıkça Hirakl’in vâlisi, Humus şehrine giremez.” dediler.

Şehrin kapılarını kilitlediler ve düşmana karşı şehri müdâfaa ettiler.

Kendileriyle sulh yapılmış olan diğer şehirlerin Hristiyan ve Yahûdî ahâlisi de aynı şekilde hareket ettiler ve:

“–Şayet Rumlar ve onlara tâbî olanlar Müslümanlara gâlip gelirse, biz yine eski zulüm ve zorbalık günlerine geri döneriz. Eğer Müslümanlar gâlip gelirse önceki anlaşmamız üzere onlarla birlikte oluruz.” dediler.

Allah Teâlâ, kâfirleri hezîmete uğratıp Müslümanlara zafer bahşedince de, şehirlerini Müslümanlara açtılar, oyuncularını çıkararak sevinç gösterilerinde bulundular ve vergilerini ödediler.[7]

İslâm ordusu bu adâleti yalnız Humus’ta değil, önce fethedip sonra çekilmek zorunda kaldığı bütün beldelerde tatbik etmiştir. Meselâ, Plevne kaybedildiği zaman Gâzi Osman Paşa, Hristiyan halktan, onları muhâfaza mukâbilinde aldığı cizyeleri iâde etmiştir.

Sultan ve İnek Kıssası

Abdullah bin Abbâs -radıyallâhu anhümâ- anlatıyor:

Sultanlardan biri kıyâfet değiştirip ülkesini dolaşmaya çıktı. Bir köylüye misâfir oldu. Adam tek ineğinin sütüyle geçiniyordu. Ama bu inek birçok inek kadar süt veriyordu. Sultan, ben bu ineği alıp sarayıma götüreyim, diye düşündü.

Sabahleyin ineği yine çobana teslim edip otlatmaya gönderdiler. Akşam olup da ineği sağınca, her zaman verdiği sütün yarısı kadar süt verdiğini hayretle gördüler. Buna en çok köylü kıyâfetindeki sultan şaşırdı ve ineğin sâhibiyle konuşmaya başladı:

“–Çoban ineği bugün başka bir yerde mi otlattı?”

“–Hayır, her zamanki otlağa götürdü.”

“–Hayvancağız her zaman içtiği sudan başka bir su mu içti?”

“–Hayır, içmedi.”

“–Öyleyse sütü niye yarıya düştü?”

İnce bir idrâke sâhip olan köylü şunları söyledi:

“–Öyle sanıyorum ki, sultanımız bu ineği kendine almayı düşündü. Bir devlet başkanı halkına zulmeder veya zulmetmeyi aklından geçirirse o memlekette bereket kalmaz.

Sultan şaşırdı ve:

“–Sen sultânı nereden tanıyorsun?” diye sordu. Köylü bildiğinin doğruluğundan emindi:

“–Bu iş böyle olmalıdır.” dedi.

Sultan böyle bir haksızlığı düşündüğüne pişman oldu. Kendi kendine; “Allâh’ım! Kimseye zulmetmeyeceğim. Bu ineği de kesinlikle almayacağım.” diye söz verdi.

Ertesi akşam inek sağılınca, yine her zamanki gibi bol miktarda süt verdiği görüldü.[8]

Adaletle Hükmeden Halife

Mâlik bin Dinar -rahmetullâhi aleyh- anlatır:

“Ömer bin Abdülaziz hilâfet makâmına geçtiği zaman, dağlardaki çobanlar:

«–İnsanların idâresini sâlih bir kimse üstlendi.» dediler. Onlara:

«–Bunu nereden bildiniz?» diye soruldu. Onlar da:

«–Hayvanlar bile huzur ve sükûn içinde...» dediler.”

Muhammed bin Uyeyne -rahmetullâhi aleyh- de şöyle der:

“Ömer bin Abdülaziz halîfe iken Kirman’da koyun güderdim. Halîfenin rûhâniyet ve adâletinden dolayı bana koyunlar ile kurtlar âdeta birlikte dolaşır gibi görünürdü. Bir gece ansızın kurtların koyunlara saldırdığını gördüm. Şaşırdım. Sanki dünya, bütün huzur ve sükûnunu kaybediyor gibiydi. İçimden:

«Şu âdil ve Hak dostu halîfe ölmüş olmalı!» dedim. Araştırdım, Ömer bin Abdülaziz’in o gece vefât ettiğini öğrendim.”

Hak Dostunun Verdiği Adalet Dersi

Bir kimse Hak dostlarından birinin yanında zâlim Haccâc’a, zulmü sebebiyle hakâret etmişti. Hak dostu ona şu dersi verdi:

“–Ona hakârette o kadar ileri gitme! Zîrâ Cenâb-ı Hak, malına ve canına kıydığı kimselerden dolayı Haccâc’a cezâ verecektir. Fakat iş bu kadarla kalmaz. Sonra Cenâb-ı Hak, Haccâc’ın hakkını alarak onun haysiyetine tecâvüz edenlere de cezâlarını verir.”

Yâni bir kul zulme uğrar, sonra kendisine zulmedene o kadar hakâret eder ve kötü şeyler söyler ki, zâlimin günâhı seviyesine çıkar. Hattâ daha da ileri gittiği için zâlimin ondan alacağı olur ve bu sebeple mazluma kısas yapılır.[9]

Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“...Kim size saldırırsa siz de ona misilleme olacak kadar saldırın. Allah’tan korkun ve bilin ki Allah müttakîlerle beraberdir.” (el-Bakara, 194)

“Eğer cezâ verecekseniz, size yapılan işkencenin misliyle cezâ verin. Ama sabrederseniz, elbette o, sabredenler için daha hayırlıdır.” (en-Nahl, 126)

Sultanlığı Bırakan Hak Dostu

Bir gün Telemsan pâdişâhı Sultan Yahyâ, saray erkânı ile birlikte şehri dolaşmaya çıkmıştı. Onun ve etrafındakilerin debdebe ve ihtişâmı karşısında gözleri kamaşan halk da, Sultân’a hürmet için korkuyla ayağa kalkıp; “Pâdişâhım çok yaşa!” diyerek alkışlamaya başladılar. Ancak sultânın gözüne bu kalabalıktan ziyâde az ileride yalnızlığı tercîh etmiş, kayıtsız, dünyadan âzâde, nûru etrafını parıldatan bir kimse ilişti. Yanındakilere o nûr yüzlü garibin kim olduğunu sorunca:

“–Sultânım, o, meşhur Tunuslu Şeyh’tir. Bir mağarada ve inzivâ hâlinde yaşar.” dediler. Sultan, binbir merak içinde atını Tunuslu Şeyh’in yanına sürdü ve içini kemiren bir suâli ona sormak istedi:

“–Üzerimdeki şu ipekli elbise ile namaz kılmak câiz midir?” dedi. Tunuslu Şeyh, bu suâle cevap vermek istemeyip, onu sarayındaki ulemâdan sormasını istediyse de Sultân’ın ricâ ve ısrarları üzerine şöyle dedi:

“–Bir köpek düşününüz ki, bir hayvan ölüsü bulmuş ve onu tıka basa yeyip içini dışını pisliğe bulaştırmış olduğu hâlde, bevlederken kirlenmemek için ayağını havaya kaldırmak sevdâsındadır!..”

Sultan kızdı:

“–Ne demek istiyorsunuz?!” dedi. Şeyh:

“–Şunu demek istiyorum ki, sizin mideniz ve cisminiz en ağır haram yükleri, zulüm ve kul hakları ile doludur. Böyleyken siz tutup ipekli elbise ile namaz kılmanın câiz olup olmadığını soruyorsunuz?” dedi. Bu hikmetli sözler, Sultân’ın gönlüne derinden tesir etti. Bu tesir bereketiyle derhal üzerindeki sırmalı elbiseleri çıkarıp attı. Sonra belindeki kılıcı fırlattı ve kendisine şaşkınlıkla bakan halka:

“–Müslümanlar! Haklarınızı helâl ediniz ve kendinize bir pâdişah bulunuz!” diyerek Tunuslu Şeyh’in peşinden gitti ve onun sâdık bir talebesi oldu.

Sultan Yahyâ, Şeyh Hazretleri’nin mânevî terbiyesinde o derece büyük bir makam elde etti ki, Tunuslu Şeyh, halkın kendisinden duâ talebi olduğu zaman şöyle demeye başladı:

 “–Duâyı Yahyâ’dan isteyiniz; zîrâ onun yerinde ben olsaydım, onun yaptığını yapamazdım... Eğer sultanlar, onun eriştiği saâdet hazinesini bilselerdi, onlar da Yahyâ gibi her şeylerini fedâ ederlerdi.”

Bahâeddin Veled’in Sultân Alaaddin Keykubad’a Nasihati

Selçuklu Sultânı Alaaddin Keykubad, şehrin kalesini tamamladığında, Hazret-i Mevlânâ’nın babası Bahâeddin Veled’den teberrüken kaleyi görmesini ve kale hakkındaki fikrini beyân etmesini ricâ eder. Bahâeddin Veled Hazretleri, gidip yapılanları görür ve şöyle der:

“–Kaleniz, sel felâketlerini, düşman akınlarını önlemek için fevkalâde güzel ve kuvvetli görünüyor. Lâkin sen, idâren altındaki mazlumların, ezilen insanların bedduâ oklarına karşı hangi tedbiri aldın? Çünkü onların bedduâ okları, yalnız senin kalen gibi bir kaleyi değil, yüzbinlerce kale burcunu deler geçer ve dünyayı harâbeye çevirir.

En iyisi sen, adâlet ve iyilikten kale burçları yap ve sâlihlerden, hayırlı duâ askerleri teşkîl etmeye gayret et. Böylesi senin için surlardan daha emindir. Zîrâ halkın ve dünyanın güven ve huzuru o duâ askerleriyle sağlanır.”

Yıldırım Beyazıt’ın Adaleti

Dış siyâsette birçok başarılar sergileyen Yıldırım Beyazıt Han, Anadolu birliği yolunda da büyük adımlar attı. Beyliklerin en büyüğü olan Karamanoğulları’nın büyük bir kısmını Osmanlı’ya ilhâk etti. Ancak bu ilhâk, ahâlînin kendi isteğiyle gerçekleştirilmişti. Nitekim 15. asırda yaşayan Osmanlı tarih yazarı Âşık Paşazâde bu hakîkati şöyle anlatır:

“...Beyazıt Han, Konya önlerine geldiğinde, şehrin kapıları kapatıldı. Ancak harman vakti olduğundan Konya ovasında her tarafta arpa ve buğday yığınları vardı. Halk, telâşla kaleye sığındığı için bunları içeri alabilmeleri mümkün olmamıştı. Bunu gören Yıldırım Hân’ın askerleri, hisar dibine yaklaşarak Konya halkına seslendiler:

“–Gelin, bize arpa ve buğday satın; atlarımıza yedirelim!” dediler. Halk bu teklife çok şaşırdı, bir anlam veremedi. Birkaç kişi:

“–Bakalım dedikleri doğru mu?” diyerek kaleden çıkıp Osmanlı ordusunun yanına geldi. Durumdan haberdar olan Beyazıt Han, her ihtimâle karşı askerlerine şu tâlimâtı verdi:

“–Bunlar bizim Müslüman kardeşlerimizdir. Sakın ola kimseye zulmetmeyin! Kul hakkına riâyetkâr olun; arpa sâhipleri, kendi gönül rızâlarıyla satsınlar!..” dedi.

Böylece gelenler, kendi arzuları istikâmetinde ve talep ettikleri fiyata satış yaptılar. Akçelerini de alarak hiç ummadıkları büyük bir memnûniyetle kaleye döndüler. Konya halkı, bu göz yaşartan adâlet ve insanlığı görünce, şehrin kapılarını kendi istekleriyle ardına kadar açtı ve Osmanlı’yı içeriye buyur etti. Bu hâdiseyi duyan etraftaki diğer bâzı şehirler de, elçiler gönderip Osmanlı’yı beldelerine dâvet ettiler:

“–Buyrun, gelin! Şehirlerimizi sizler idâre edin!” dediler.

Adaletten Sapan Paşanın Tövbesi

Fâtih, adâlete ve adâleti tevzî eden kadılara çok ehemmiyet verir, onların hakkı ve hukûku tenfîz edebilmeleri için kendilerine dâimâ yardımcı olurdu. Bu husustaki şu misâl çok ibretlidir:

Devrin ricâlinden Dâvûd Paşa, yaptığı bir haksızlıktan dolayı Edirne kadısına şikâyet edilmişti. Kadı efendi, Dâvûd Paşa’yı bu işten vazgeçmesi için önce îkâz etti. Ona alacağı cezâyı bildirdi. Aralarında bir münâkaşa çıktı. Bu münâkaşada ileri giden Dâvûd Paşa, kadı efendiye birkaç tokat attı. Bunu haber alan Fâtih:

“Adâletin hizmetkârı olan kadıyı döven kimse, dîni tahkîr etmiş ve harâb etmiş olur...” diyerek, Dâvûd Paşa’yı ağır şekilde cezâlandırdı.

Dâvûd Paşa, maddî ve mânevî ıztırâbından yataklara düştü. Nihâyet tevbe edip pişman oldu. Allâh’ın emirlerine bir daha karşı çıkmayacağına ve böyle bir kusur işlemeyeceğine dâir söz verdi. Bundan sonra Fâtih’le aralarında yeniden yakınlık peydâ olup vezirlik pâyesine kadar yükseldi. Daha sonra 2. Beyazıt zamanında, vezîr-i âzam oldu.

Yavuz Sultan Selim’in Adaleti

Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferi esnâsında vukû bulan ehemmiyetli hâdiselerden biri şöyledir:

Sefer üzere olunduğundan birtakım masraflara hazineden henüz para ulaştırılamamış ve zengin bir bezirgândan borç alınmıştı. Daha sonra hazineden para geldi ve defterdar da alınan bu borcu sâhibine takdim etti. Ancak adam, defterdâra şöyle bir teklifte bulundu:

“–Servetim hayli çoktur. Bir oğlumdan başka kimsem de yoktur. Kabûl ederseniz, verdiğim paramı hazineye bağışlayayım. Buna mukâbil siz de benim oğluma devlet kapısında bir iş verin!..”

Defterdar, bu talebi Sultân’a arz edince Yavuz, son derece öfkelendi ve muhâtabına hiddetle haykırdı:

“–Bana getirdiğin şu usûlsüzlük teklifi sebebiyle, yemin ederim ki seni de teklif sâhibini de katlettirirdim. Fakat «Sultan Selim, parasına tama’ ettiği için bezirgânı ve defterdârı öldürttü.» demelerinden çekinirim. Tez bezirgânın parasını iâde edin ve bir daha huzûruma böyle kanuna muhâlif şeyler getirmeyin!”

Sultân’ın bu tavrının ardından yapılan tahkîkatta bezirgânın bir Yahûdî olduğu tespit edilmiş ve devlet merkezinden uzaklaştırılmıştır.

Dillere Destan Türk Adaleti

Lehistan’da; “Osmanlı atları Vistül Nehri’nden su içmedikçe, bu ülke hürriyet ve istiklâle kavuşamaz!” sözü, ecdâdımızın adâletini gösteren bir darb-ı mesel hâline gelmişti. Gerçekten Lehistan, yâni Polonya, târihte üç defâ istiklâline kavuşmuştur ki, bunlar da hep Türk atlarının Vistül Nehri’nden su içtiği zamanlarda olmuştur.

Bu yönüyle Osmanlı, başka milletlerin tercih ettiği bir devlet hüviyetinde olmuştur. Nitekim Fâtih’in askerleri surları zorlarken, Bizans asillerinden olan Hristiyan Grandük Notaras’ın, Ayasofya’daki bir müzâkerede Papa’dan yardım talep edilmesi teklîfine karşı sarf ettiği şu ifâde meşhurdur:

“İstanbul’da kardinal serpuşu (şapkası) görmektense, Türkler’in sarığını görmeyi tercih ederim!..”

Hristiyanların Osmanlı’ya Bağlılığı

Nâil oldukları âdil muâmele sebebiyle Hristiyan tebaanın devlete bağlılığını gösteren şu misâl ne kadar ibretlidir:

Kânûnî’nin bir Macaristan seferinde bâzı Macarlar, Alman imparatorunun menfaati istikâmetinde Sultân’ı zehirlemek istediler. Sultân’ın husûsî aşçısı Ermeni Manuk’u Hristiyanlık adına kandırmaya çalıştılar. Ancak Ermeni aşçı, adâletine ve insânî duygularına hayran olduğu Kânûnî için yapılan bu çirkin teklifi, büyük bir sadâkat örneği göstererek şiddetle reddetti.

Kanuni Sultan Süleyman’ın Adaleti

Kânûnî’nin Avusturya’ya yaptığı seferlerin birinde idi. Ordu düşmana doğru ilerlerken, gayr-i müslimlerin köylerinden de geçiliyordu. Kânûnî, mola verdiği bir sırada Hristiyan bir köylü, huzûruna geldi ve:

“–Sultânımız! Askerlerinizden birisi bağımdan üzüm koparmış ve yerine de parasını asmış! Size teşekkür ve tebrîke geldim.” dedi.

Bunun üzerine Kânûnî Sultan Süleyman Han, derhal o askeri buldurtup seferden menetti. Buna hayret eden Hristiyan köylüye de şöyle dedi:

“–Askerin hâli, zafer ve nusretin ilk adımıdır. Eğer o asker, parayı üzümünü aldığı asmaya bağlamamış olsaydı, bu ordunun adı zâlimler ordusu olurdu ve o askerin kellesi giderdi. O parayı asmaya bıraktığı için kellesini kurtardı, ancak sâhibinden izinsiz mal aldığı için seferden men cezâsına çarptırıldı.”

Bu seferin dönüşünde Kânûnî’nin karşısına bir ihtiyar kadın çıktı. Pâdişâhın atının dizginlerini tutarak:

“–Senden dâvâcıyım!..” dedi. Sultan:

“–Beni kime dâvâ edeceksin?” diye sordu. Kadın:

“–Sultânım, seni ilâhî mahkemede dâvâ edeceğim. Çünkü askerlerin bilerek veya bilmeyerek tarlamı çiğnedi. Ekinlerim mahvoldu.” dedi.

Sultan buna çok üzüldü. Başını önüne eğdi. Gözlerinden yaş damlaları dökülmeye başladı. Kadının gönlünü hoş edip helâlleşti.

***

Kânûnî’nin, tebaasına karşı gösterdiği adâletin şu tezâhürü ne kadar takdîre şâyandır:

Mısır vâlisi Mehmed Paşa, İstanbul’a gönderilen yıllık tahsisâtı, bir defâsında belirlenen miktardan fazla olarak göndermişti. Bu durum üzerine Kânûnî, beklendiği gibi vâliyi takdîr ve tebrîk etmedi. Aksine şüphe ve hiddetle:

“–Acep bu paşa, bizim gözümüze girmek için Mısır ahâlîsine ağır külfetler mi yükleyip bu kadar para topladı? Böyle ise halka zulmetmiş demektir!” diyerek paşayı İstanbul’a çağırttı.

Kânûnî, paşayı ciddî bir sorgulamadan geçirdi. Neticede paşanın yaptığı îzahları zâhiren kabûl ettiyse de, kalben mutmain olmadığı için Mısır’dan gelen vâridâtın fazlasını su kemerleri tâmirâtı gibi umûmî hayır hizmetlerine aktardı.

MÜSLÜMAN ADİL OLMALIDIR

Velhâsıl zulüm, her ne kadar parlak görünse de sonu zifiri karanlıktır. Adâlet de her ne kadar zor görünse de nihâyeti nûrlu ve huzurludur. Her zaman, her yerde ve herkese karşı âdil olan bir Müslüman, Allâh’ın ve kullarının sevgisini kazanır, iki cihanda da azîz ve bahtiyâr olur.

Nefislerine uyarak adâletten ayrılanların ise hiçbir şey elde etmeleri mümkün değildir. Aldatıcı ve geçici bâzı menfaatler sağlasalar bile bu, nihâyetinde zarar, pişmanlık ve hüsrandan başka bir şey getirmez.

Dipnotlar:

[1] Bkz. Tirmizî, Deavât, 82/3507. [2] Bkz. el-Hucurât, 9. [3] Bkz. Heysemî, I, 90. [4] Bkz. Buhârî, Şehâdât 27, Hıyel 10, Ahkâm 20; Müslim, Akdiye 4. [5] Tahâvî, Şerhu Meâni’l-Âsâr, Beyrut 1987, IV, 89; Beyhakî, Şuab, VII, 468; Heysemî, VIII, 156. [6] El-Enbiyâ, 47. [7] Belâzurî, Fütûhu’l-Büldân, Beyrut 1987, s. 187. [8] Beyhakî, Şuab, VII, 53; Süyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, Beyrut 1993, II, 76-77. [9] Babanzâde Ahmed Naîm, İslâm Ahlâkının Esasları, İstanbul 1963, s. 86.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Faziletler Medeniyeti 2, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

HAK VE ADALET NEDİR?

Hak ve Adalet Nedir?

İLAHİ ADALET NASIL TECELLİ EDER?

İlahi Adalet Nasıl Tecelli Eder?

ADALET MÜLKÜN TEMELİDİR

Adalet Mülkün Temelidir

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

  • Çok güzel

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.