İslam Dünya Görüşü

Dünya görüşü ne demektir? İslam dünya görüşünü bilmek gerekli midir? İslam dünya görüşünün vasıfları nelerdir? İslam’ın dünya görüşü.

İslâm’ın dünya görüşünü beyân etmeden önce, “dünya görüşü” mefhûmunun ne mânâya geldiğini izah etmekte fayda vardır:

Dünya görüşü, insan hayal ve havsalası dâhilinde akla gelebilen her suâle cevâbı olan görüş demektir. Yani dünya görüşü; kâinâta, hâdisâta, fert ve topluma dâir düşünce ve anlayışların bütünüdür. Lâkin bir görüşün, tam bir dünya görüşü sayılabilmesi için, sadece her suâli cevaplandırmış olması yetmez. Bir de bu cevaplar;

  • Kendi içinde tezatsız ve tutarlı olmalıdır. Yani aralarında bir tenâsüp olmalı; birbirini destekleyen, doğrulayan, tamamlayıp te’yid eden bir mâhiyette bulunmalıdır.Yine bu cevaplar;
  • Mantıkî bir teselsül hâlinde olmalıdır. Yani birbiriyle âhenkli şekilde bağlantılı olmalıdır.Yine bu cevaplar;
  • Bomboş bir felsefî hayâli değil, hakkı, hayrı ve hakîkati ifade etmelidir.Yine bu cevaplar;
  • Dünya ve âhiret hüsranına değil, bilâkis her iki âlemde de kurtuluş ve saâdete vesîle olmalıdır.

Bu bakımdan; feylesoflar tarafından dünyaya yayılmış ve birçok nâdan tarafından da benimsenmiş olan hastalıklı görüşler, aslâ makbul bir dünya görüşü olamaz. Beşeriyetin ortak zaafları sebebiyle, dünyanın her yerinde görülebilen birtakım yaygın ve bozuk telâkkîler, insanlığa hiçbir zaman huzur ve mutluluk vermemiştir, veremez de. Aslı olmadığı hâlde, her yerde rastlanan “uğursuzluk” telâkkîsi de böyledir. Meselâ hristiyanlar 13 rakamını uğursuz sayarlar, uçakta bu numaradan koltuk almazlar. Maalesef toplumumuzda da buna benzer yanlış telâkkîler oluşturulmuştur ki, bunlar bâtıl şeylerdir. Baykuşun ötüşünde uğursuzluk addedilmesi, uğursuzluğu bertaraf etmek için kurşun dökmek ve emsalleri, asılsız telâkkîlerdir ve dînen câiz değildir.

Feylesofların ortaya attığı dünya görüşleri yahut ideolojiler, aslı itibarıyla beşerîdir, bâtıl düşünce manzûmeleridir. Ancak İslâm, vahiy kaynaklı olması sebebiyle, aslâ beşerî bir ideoloji değildir. O, insanlığa yegâne hidâyet rehberidir. Yani her şeye en doğru ve mükemmel cevâbı veren bir “ilâhî nizam”dır.

Tarih boyunca insanlık, mücerred meseleleri dâimâ îzah ihtiyacı hissetmiştir. Bu yolda nice mefhumlar, tâbirler ve açıklamalar üretmiştir. Bunlara meraklı kimseler de -vahyin rehberliğinden uzaklıkları nisbetinde- ne yazık ki türlü türlü bâtıl akımlara ve yanlış fikirlere kapılmışlardır. Böylece ruhlarını zehirleyip akl-ı selîmi köreltecek saplantılara dûçâr olmuşlardır. Hâlbuki müslüman âlimler, sûfîler, mütefekkirler, edipler, şairler ve sanatkârlar bu mücerred fikirleri, vahy-i ilâhînin aydınlığında, filozoflardan çok daha üstün şekilde ele almış ve tekâmül ettirmişlerdir.

Dinde keyfî felsefeler üretmek yoktur. Ancak muhâkemeyi, akl-ı selîmi ve kalb-i selîmi zirve seviyede besleyen yüce hikmetler, derûnî tefekkürler ve uçsuz bucaksız inceliklerle yoğrulmak vardır. Bu da insanı, “insan-ı kâmil” eyler, “sırât-ı müstakîm”e istikâmetlendirir. Tefekkürün nihâî gâyesi de bunlardan başka nedir ki?!

Ayrıca İslâmiyet, hayatın hiçbir safhasını boş bırakmamıştır. Mücerred fikir ve anlayışlar sahasında da her mevzuya îtidâl ve doğru bir istikâmet ölçüsü getirmiştir. Kezâ hiçbir meseleye de bîgâne kalmamıştır. Her hususta mutlaka ilâhî tâlim ve telkin ile müstesnâ ve mükemmel bir ölçü ortaya koymuştur. Böylece beşerî sistemler, her zaman ifrat ve tefritlerde bocalarken, Kur’ân ve Sünnet’in rehberlik ve hakemliğinde adım atan “İslâm Dünya Görüşü” dâimâ îtidâl ve muvâzeneyi muhafaza etmiştir.

“İSLÂM DÜNYA GÖRÜŞÜ”NÜ BİLMENİN LÜZÛMU

İslâm, her suâle kâmil mânâda cevap vererek, muhâtabın akıl ve gönül dünyasında en ufak bir şüphe bırakmayan tek dünya görüşüdür. Akla gelebilecek, yani muhtemel olan her suâli cevaplandırır. Yeter ki muhâtabı anlamak istesin, aklını ve kalbini hakîkate kapatmasın. Zira Güneş kadar parlak bir hakîkati bile yarasa tıynetli kimseler red ve inkâr edebilmektedirler. Tıpkı İslâm’a menfî bir şartlanmayla bakanların durumu gibi. Mevlânâ Hazretleri böyleleri için şu tavsiyede bulunur:

“Eğer burnun koku alamıyorsa, bâri güle kabahat bulma!” Diğer taraftan bir müslüman münevverin, İslâm’ı bir “dünya görüşü” vasfında idrâk etmesi zarûrîdir. Bir muallim, bir imam-hatip, bir vâiz veya hangi meslekten olursa olsun, etrafına İslâm’ı anlatan, tebliğ ve temsil eden, tahsilli ve kültürlü bir müslümanın, ana prensipleri itibârıyla dînimizin, hayat, kâinat ve insanın mâhiyetini nasıl îzah ettiğini bilmesi gerekir. İslâm’ı anlayıp kalben hazmetmekte en temel mesele, bu tefekkür ufkuna sahip olmaktır.

İnsan çocukluktan itibâren, yavaş yavaş mücerred sualleri merak etmeye ve etrafına sormaya başlar. Ancak bu suallere verilen cevapların, saydığımız münevver şahsiyetlerde, çocukluk veya avam seviyesinde kalmaması îcâb eder. Niçin? Çünkü devrimiz, fikir ve ideolojilerin internet, televizyon gibi neşriyat vasıtaları sayesinde, her yere yayıldığı bir zamandır.

Hâl ve ahlâk bakımından “Modern bir Câhiliye Devri” olsa da, zâhirî bakımdan devrimiz “Bilgi Çağı” diye isimlendirilmektedir. İslâm’ın herhangi bir husustaki görüşünü müdâfaa etmek durumunda kalan bir müslümanın, karşısına seviyeli bir münkir çıktığı zaman onu ikna edecek veya en azından ilzâm edecek / susturacak derecede bu meselelere vâkıf olması gerekir.

Aksi hâlde dînini temsil mevkiinde bulunan bir müslümanın bu hususta göstereceği zaafiyet, onun şahsına değil, İslâm’a fatura edilebilir. Bu ise İslâm’a karşı tereddüt ve şüphelerin çoğalmasına yahut menfî şartlanmaların daha da köklenmesine sebebiyet verebilir. Bu durum, İslâm’ı temsil mevkiindeki bir müslüman için ağır bir âhiret vebâlidir. Zira kifâyetsiz hattâ menfî bir temsil sebebiyle aklına ve kalbine şüphe ve tereddütler düşen insanların, doğru ve yeterli bir İslâmî bilgiye ulaşamadıkları takdirde ateizme, deizme, hurâfelere, bâtıl inançlara ve sakat felsefelere doğru savrulmaları kuvvetle muhtemeldir. İslâm’ı bir dünya görüşü derinliğiyle idrâk etme ihtiyacının diğer bir gerekçesi de şudur:

İslâm’da tıpkı bir yaranın önce temizlenmesi, sonra merhem ile sarılması gibi, önce « لٰا اِلٰهَ » ile putların ve bâtıl inançların uzaklaştırılması, sonra « إِلَّا اللّٰهُ » ile sahih akîdenin inşâsı prensibi vardır. Mecelle’de de bu hakîkat;

“Def‘-i mefâsid, celb-i menâfi‘den evlâdır.” ifadesiyle umûmî bir düstur hâline getirilmiştir. Yani zararlı olanı bertaraf etmek, faydalı olanı kazanmaya çalışmaktan daha öncelikli ve gerekli­dir. Dolayısıyla, devrimizde de, İslâm muârızı fikirlerin fikirle çürütülmesi lâzımdır ki, orada îman filizleri yeşerebilsin.

FELSEFEYLE DİNİN FARKI

Felsefeyle dînin en bâriz farkı, felsefenin akla, dînin ise nakle yani vahye dayanmasıdır. Ancak bu, İslâm’ın akılla hiç irtibatı olmadığı mânâsına gelmez. İlerleyen sayfalarda temas edeceğimiz üzere, İslâm da belli bir ölçüde “rasyonalist” yani “akılcı”dır. İslâm, mükellefiyetin şartı olarak aklı gösterir; aklı olmayanı mükellef saymaz. Fakat akla, vahyin hudutları içinde bir salâhiyet sahası tayin eder.

Müslümanlar; çoğu felsefeciler gibi aklın putperesti olmaz, onu hakîkate ulaştıran yegâne vasıta olarak görmezler. Bu mânâda aklın kudreti; görme ve işitme gibi kâbiliyetlerle benzerlik arz eder. Görme; nasıl ki, belirli şartlar ve sınırlarla mahdut ise, işitme nasıl ki bazı frekanslar ve havanın varlığı gibi şartlarla mahdut ise, aklın idrâk gücü de mahduttur.

Aklın hakîkate ulaşmada yegâne vasıta olamayacağının en basit ve pratik delili, hiçbir filozofun diğeriyle ittifak edemeyip dâimâ birbirlerini tekzip etmeleridir. Bu hususta Necip Fâzılʼın şu tespiti çok mânidardır:

“Felsefe, aklın kendi hükümdarlığını göstermek için kurduğu müessese... Ve doğruyu bulmanın değil de, yanlışı düzeltmenin müessesesi... Felsefede her mektep, öbürünün yanlışını gösterirken doğruyu söyler. (Lâkin kendi yanlışını göremez.)”[1]

Beşer aklına değil, ilâhî vahye dayanan İslâm ise Hazret-i Âdem’den Fahr-i Kâinât Efendimiz’e kadar tezatsız bir akîde birliği içinde ulaşmıştır. Bütün nebîler, velîler ve takvâ ehli gerçek âlimler, dâimâ birbirlerini tasdik edegelmişlerdir.

KÜLTÜRÜN ÜÇ UNSURU

İslâmî bilgilerin tatbik sahasına intikâlinden evvel, onların nazarî muhtevâsıyla tebliğ ve telkini şarttır. Bu vazifeyi icrâ edecek olanların tam bir muvaffakıyet için mutlak sûrette şu üç ilimde, hatırı sayılır bir seviyede mâlumat sahibi olmaları gerekir:

Din, dil ve tarih… Esas kültür; din, dil ve tarih şuuruna sahip olabilmektir. Çünkü fert ve toplumlar, hayâtiyetlerini ancak; din, dil ve tarih kültürüyle devam ettirebilirler.

Dinin muhtevâsı, hayatın her safhasını kaplar. Din, kâinâtın ve insanın yaratılış gâyesini idrâk etmemizi sağlar. Kundak ile kefen arasındaki hayatın her ânını ve her köşesini tanzim eder. Hattâ aldığımız nefese, attığımız adıma kadar... Din; insanı, dünyada vicdan huzuruna, âhirette ise ebedî saâdete hazırlayan kanun ve kâideler manzûmesidir. Dîni doğru olarak idrâk ettiğimiz zaman, müdâfaa edeceğimiz fikriyâtın muhtevâsında yanlış ve tezatlara düşmekten kurtuluruz. Aksi hâlde doğru sanılan birtakım yanlışların telkîn edilmesiyle “kaş yapayım derken göz çıkarma” ihtimali vardır.

Din de dil ile anlaşılır, dil ile ifade edilir. Bütün semâvî suhuf ve kitaplar; insanlığa hak dîni, apaçık bir lisan ile beyan etmiştir. Bilhassa Peygamber Efendimiz’in kıyâmete kadar devam edecek mûcizesi olan ve ilâhî muhafaza ile teminat altında bulunan Kur’ân-ı Kerîm, Allah kelâmı olarak lisan ve edebiyatın erişilmez zirvesidir.

İslâm ile müşerref olan milletler de, hak dînin mefhumlarını Arapçadan alarak, kelime haznelerini zenginleştirdiler. Bilhassa mücerred ve metafizik mefhumları, Kur’ân ve Sünnet’in lisânı olan Arapçadan aldılar. İslâm’dan önceki Türkçede mücerred kelimeler hemen hemen hiç yoktu. Türk milletinin İslâm ile hidâyet bulmasıyla, bu ihtiyaç ortaya çıktı. Elbette bu ihtiyacı, Kur’ân ve İslâm ilimlerinin lisânı olan Arapçadan kelimeler ve mefhumlar alıp, dilleriyle mezcetmek sûretiyle giderdiler.

Ecdâdımız, İslâm’ı hayatın her safhasına intikal ettirmek için Türk dilini âdeta Kur’ân ile yeniden inşâ ve ihyâ etti. Maalesef son birkaç asırda, İslâmî şuur ve hassâsiyetin giderek kaybedilmesiyle; bu aslî kelimelerimize bir düşmanlık zuhûr etti. Yabancı kelimelere dokunulmaz, hattâ sahip çıkılırken; Arapça ve Farsça asıllı kelimelerimizi lisandan atma, onları eskimiş gösterme, o derin ve köklü kelimeler yerine, bir sürü sonradan uydurma, köksüz, sığ, nesebi gayr-i sahih kelimeleri dayatma hastalığı başladı.

Halkın asırlardır benimseyip kullandığı ve dağdaki çobanın bile çok iyi anladığı; “hayat, ihtimal, imkân” gibi kelimeler kaldırılıp, yerine; “yaşam, olası, olanak” gibi kaba, sert ve köksüz kelimeler konulmaya çalışıldı. Bunda da esas maksat; milleti ve bilhassa yeni nesilleri, İslâmî ve Kur’ânî kültürden uzaklaştırmaktı.

Yapılan hataların lisâna ne büyük bir zarar verdiği düşünülmedi. Bir kelime kaldırılınca; o kökten gelen bütün kelimeler silinip gitti, o kelimeyle inşâ edilmiş deyimler, tâbirler, terkipler unutuldu. Bu tahribat ile dil de fakirleştirildi. Meselâ; aralarında ciddî farklar bulunan; “ihtilâl, inkılâb ve ıslahat” kelimeleri kaldırılıp, hepsine; “devrim” denildi. “Alenî, bâriz, âşikâr, ayan, bedîhî, vâzıh, sarih…” kelimelerinin hepsine “açık” denilip geçildi.

1890’da yayınlanan Redhouse Türkçe-İngilizce Lügat’te 92 bin Türkçe kelime yer alırken, 1945’te Türk Dil Kurumu’nun yayınladığı Türkçe Sözlük’te bu sayının 15 bine kadar düşürülmüş olması, “sadeleştirme” adı altında, İslâm kültürüne karşı darbe olarak yapılan “kısırlaştırma” faaliyetinin bâriz bir misâlidir. Bugün bir müslümanın ilk yapması gereken şeylerden biri, dilini bu kısırlıktan kurtarması, zengin ve köklü lisânını öğrenmesi, Kur’ân kültürüne âit kelimelerine bilhassa sahip çıkarak konuşması ve yazmasıdır.

Aslî kültürün üçüncü esası: Tarih. Tarih; hâdisâtı, sebepler ve neticeleri ile mütâlaa etme ilmidir. Tarih; dil ve din unsurları çerçevesinde, insanlığın yaşadığı hâdiselerin sebep ve neticelerini tahlil ve bu sûretle ilâhî kanunları tespit etme gayretidir. Zira fertlerin kaderi gibi, toplumların, millet ve kavimlerin de kaderi vardır ve bu kaderin ana hatlarını tayin eden “sünnetullah”, bir mânâda tarih ilminin tespit etmeye çalıştığı ilâhî kanundur. Tarih, bir milletin hâfızası ve millî tecrübeler mecmûasıdır.

Kur’ân-ı Kerîm’in üçte biri, peygamber kıssaları ve diğer ibretli kıssalardan oluşmaktadır. Bunlar, bir başka ifade ile, âbâd olan kavimler ve berbâd olan kavimler tarihidir. Geçmiş kavimlerin yaşadıkları, sebep ve neticeleriyle müşâhede edildiği takdirde, istikbâl için doğru yönü gösteren bir pusula olur. Bu sebeple; “Tarih tekerrürden ibarettir.” denilmiştir. Mehmed Âkif de bu sözden hareketle, tarihten ibret almaya davet eder:

Târîhi tekerrür diye târîf ediyorlar,

Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?

Her dünya görüşü, târihî hâdiseleri, kendi zihniyet ve anlayışına göre yorumlamıştır. Biz de tarihin akışını, İslâm’ın dünya görüşü ışığında değerlendirmeliyiz. Millet olarak bizim tarihimiz, İslâm ile aslî gâyesini ve esas mecrâını bulmuş bir cihangirlik tarihidir. Dünyanın en uzun hüküm sürmüş hânedânı Osmanlı’nın tarihine müracaat etmeden, hemen hemen hiçbir devlet, tarihini kaleme alamaz. Bu sebeple bilhassa müslüman bir genç; hak dîn İslâm’ı, güzel ve zengin lisânıyla beraber, ibretler ve derslerle dolu tarihiyle, en güzel şekilde tahsil etmelidir.

Çünkü mâzisinden tevârüs eden ibret ve hikmetlerden habersiz bir millet, köküyle bağı kesilmiş bir fidana benzer. Mâzinin bittiği yerde; millet biter, insan biter, iz’an biter. Çünkü millet, bir bakıma tarihinden ibarettir. Onu mânevî değerlerinden ve tarih şuurundan uzaklaştırırsanız, geriye millet değil, ancak bir insan sürüsü kalır. Evlâtlarına şanlı tarihini, Çanakkale ve benzeri zafer destanlarını, uyutucu değil uyandırıcı bir ninni yapan nesiller; îmânına, mukaddesâtına, vatanına, milletine, istikbâl ve istiklâline, velhâsıl bütün maddî ve mânevî değerlerine sahip çıkacaktır.

İSLÂM DÜNYA GÖRÜŞÜNÜN İKİ FÂRİK VASFI

Dünya görüşleri arasında İslâm’ı diğerlerinden farklı ve mümtaz kılan sıfatlar nelerdir?

Komünizm, sosyalizm, liberalizm, kapitalizm gibi bütün beşerî sistemlerin birtakım temel umdeleri olduğu gibi; Budizm, Brahmanizm, Yahudîlik, Hristiyanlık ve İslâmiyet gibi her dînin de kendisine mahsus birtakım temel prensipleri, kıymet hükümleri, hak veya bâtıl için koymuş olduğu kıstaslar/kriterler vardır. Biz burada İslâm’ın fârikalarını, yani diğer din ve sistemlerden farklı olan husûsiyetlerini, temel prensiplerini, dünya görüşünü yani insan, hayat, hâdisat ve kâinâta bakış tarzını, belli başlıklar altında ele alacağız.

İsabetli ve tam bir tarif -eskimez Türkçemizin ifadesiyle-; “Efrâdını câmî, ağyârını mânî” olmalıdır. Yani tarif; muhtevâsındaki bütün unsurları içine almalı, dışarıda bırakmamalı, kendisine âit olmayan hususları da tarifin içine almamalı, dışarıda bırakmalıdır. Bu hakîkatten hareketle İslâm dünya görüşünün başka dünya görüşlerinde bulunmayan iki temel vasfı vardır. Bunlar; “İlâhîlik” ve “İki Veçhelilik”tir.

 1) İlahilik

İslâm’ı vaz eden Cenâb-ı Hak’tır. Şâri‘ yani şerîat koyan O’dur. Diğer beşerî sistemler ve muharref dinler ise, belirli şahıslar tarafından geliştirilmişlerdir. Meselâ komünizm; Marks, Engels, Lenin ve Mao gibi filozof ve devlet adamları tarafından kurulmuş ve geliştirilmiştir. Budizm, adından da anlaşılacağı üzere Buda tarafından vaz edilmiştir.

Günümüzdeki şekliyle Hristiyanlık, önce Pavlos tarafından temeli atılmış, sonra konsiller, daha sonra ise papalar tarafından dâimâ beşerî müdâhalelerle şekillendirilmiştir. Devrimizde de hâlâ bu şekillendirme ve değiştirme faâliyetlerine devam edilmektedir. Bir insanın, kendisi gibi bir insanın günahını çıkartması nevinden bâtıl akîde ve tatbikatlar oluşturulmuştur.

Yahudîlik de benzeri şekilde beşerî müdâhalelerle günümüze gelmiştir. Meselâ, günahlar bir keçiye yüklenir. O keçi çöle salıverilir. Buradan hareketle halk arasında bütün suçları alâkasız bir kişiye yüklemenin adına “günah keçisi” tabiri kullanılır. Günümüzde bazı yahudî mezheplerinde bu günah yükleme işi, tavukla yapılmaktadır. Diğer taraftan ise Yahudîlik, ırkî asabiyete dayanan bir dindir. Bu bakımdan ırken yahudî olmayanları, kendi dinlerine girmeye davet etmezler. Hattâ yahudî olmayanları, sâir mahlûkat gibi görürler.

İslâm’ın aslî menbaı olan Kur’ân-ı Kerîm ise, hiçbir tahrife uğramadan, bir harfi dahî değişmeden, ilâhî muhafaza altında günümüze ulaşmıştır. Kur’ân-ı Kerîm, diksiyonu yani kelime tayinine varıncaya kadar Allah Kelâmı’dır. Kur’ân’ın hâlen devam eden bir mûcizesi, Kur’ân’ın bildirdiği ilmî hakîkatlerin asırlar sonra ortaya çıkmasıdır. Yani Kur’ân önden gider, ilimler arkadan gelir.

  • Parmak izlerinin eşsizliği,
  • Kâinâtın genişlemesi,
  • Anne karnındaki embriyonun safha safha gelişimi ve
  • Sütün bağırsaklardaki oluşumu gibi çok sayıda misal verilebilir.[2]

Kur’ân’ın devam eden bir diğer mûcizesi de, verdiği târihî mâlumâtın, arkeoloji vb. çalışmalarla asırlar sonra te’yid edilmesidir. Meselâ Kur’ân, Firavun’un, kule yapma emrini, Hâmân’a verdiğini bildirir. Geçtiğimiz asırda Eski Mısır tarihçileri, Hâmân’ın aynı zamanda taş ocaklarından mes’ûl olduğunu, arkeolojik kazılar neticesinde tespit edebilmişlerdir.[3]

Kur’ân, ilâhî kelâmdır. Sünnet-i Seniyye’nin ilâhî menşeli olması ise şu şekilde beyan edilecektir:

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in dinde hüküm koyma salâhiyeti vardır. Dolayısıyla Sünnet-i Seniyye de dinde ikinci kaynaktır. Zira Cenâb-ı Hak buyurur:

“Kim Rasûlʼe itaat ederse Allâhʼa itaat etmiş olur...” (en-Nisâ, 80) Bu salâhiyet de, aslında vahye istinâd eder. Bu sebeple Sünnet tarafından belirlenen ahkâmda da fâil, dolaylı olarak Cenâb-ı Hak’tır. Şöyle ki, Peygamber Efendimiz tarafından vaz edilen bir hüküm;

  • Ya vahy-i gayr-i metlûv / tilâvet olunmayan vahye istinâd eder.
  • Yahut da Efendimiz’in bir içtihâdıdır.

Vahy-i gayr-i metlûv; Peygamber Efendimiz’in Cenâb-ı Hak’tan aldığı, Kur’ân-ı Kerîm hâricindeki vahiyleri ifade eder. Meselâ namaz vakitlerini sınırlarıyla sarih bir şekilde ifade eden metlûv vahiy, yani âyet-i kerîme bulunmamaktadır. Sadece bu vakitlere işaret eden âyetler vardır.

Namaz vakitlerinin, Cebrâil -aleyhisselâm- vasıtasıyla, Peygamber Efendimiz’e öğretildiğini hadîs-i şerîflerden öğreniyoruz.[4] Dolayısıyla namaz vakitlerinin tespiti vahy-i gayr-i metlûv (tilâvetiyle ibadet edilmeyen, yani Kur’ân hârici vahiy) olmak üzere ilâhî kaynaklıdır. Bu mânâda Sünnet-i Seniyye, Peygamber Efendimiz’in Kur’ân-ı Kerîm’i yaşayışıyla tefsir etmesidir. Yani ilâhî tâlimatları, tatbik ederek göstermesidir.

Yine Hazret-i Peygamber tarafından vaz edilen bir hüküm; vahy-i gayr-i metlûvva dayanmıyorsa, bu takdirde de Efendimiz’in içtihâdıdır. Efendimiz’in içtihadları, Cenâb-ı Hak tarafından reddedilmeyip te’yid edildiğinde, onlar da ilâhî tensip ve tasdik dâhiline girmiş olur. Peygamber Efendimiz’in bazı içtihadları, Rabbimiz tarafından tashih edilmiştir. Meselâ;

  • Efendimiz, ashâbıyla yaptığı istişâre neticesinde, Bedir esirlerini, fidye alarak serbest bırakmıştı. Daha sonra âyet-i kerîme inerek bu durumu tashih etti. (Bkz. el-Enfâl, 67)
  • Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, münâfıkların reisi Abdullah bin Übey bin Selûl’ün cenaze namazını kıldırmıştı. Cenâb-ı Hak, bu davranışı da tashih etti. (Bkz. et-Tevbe, 84)

Yani Cenâb-ı Hak, asr-ı saâdet boyunca, Rasûlullah Efendimiz’in tatbikâtı demek olan Sünnet-i Seniyye’yi, âyet-i kerîmelerle tashih ve te’yid etmiştir. Demek ki Rasûlullah Efendimiz’in tatbikâtında; Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına uymayan bir husus olsa, derhâl tashih edilmekteydi. Rabbimiz’in tashih etmemesi, tashih edilecek bir şeyin bulunmadığı mânâsına gelmektedir. Yani ilâhî tasdik demektir. Zira rızâsına uymayan bir husus olduğunda Rabbimiz mutlaka müdâhale etmiştir.

Anlaşılmaktadır ki bütün Sünnet-i Seniyye, ilâhî tasdikten geçtiği için, dinde ikinci delil hükmündedir. Sünnet’in de ilâhî menşeli olduğu, böylece anlaşılmış olmaktadır. İslâm medeniyetinde bir fikir, içtihad ve görüşün makbul sayılabilmesinin, Kur’ân ve Sünnet’e ters düşmemek şartına bağlı olduğu düşünülürse, İslâm medeniyetinin fârik husûsiyetinin niçin İlâhîlik olduğu daha iyi anlaşılır. Dolayısıyla İslâm, hiçbir beşerî sistemde olmayan bu prensip ile insanlığa, kıyâmete kadar geçerli, istikametli ve doğru bir hayat düstûru takdim etmiş olmaktadır. Hadîs-i şerîfte buyrulur:

“Size iki şey (emânet) bırakıyorum. Bunlara sımsıkı sarıldığınız müddetçe sapıklığa düşmezsiniz: Biri, Allâh’ın kitabı Kur’ân’dır; diğeri de Rasûl’ünün Sünnet’idir...” (Muvatta, Kader, 3)

Hristiyanlık ve Yahudîlik gibi dinlerin, menşei ilâhî olduğu hâlde, daha sonra bu vasfı kaybetmeleri, bu hadîs-i şerîfte dile getirilen istikâmet ölçülerini muhafaza edememelerinden kaynaklanmıştır. Kur’ân, ilâhî tâlimatlardır; Sünnet de Rasûlullah Efendimiz’in bu tâlimatları îzah ve tatbik edişidir. Bu hususta Hazret-i Mevlânâ bir pergel teşbihi yapar: Pergelin sâbit ayağı merkezî noktada durur ve hareketli kalemi de, bu sebat sayesinde, merkezin çevresinde dolaşarak, müstakîm ve kusursuz bir daire oluşturur. Sâbit nokta, şerîati temsil eder. Sâbit noktayı kaybeden hareketler, ilâhîlik vasfını yitirerek, istikâmeti muhafaza eden merkezden uzaklaşırlar.

 2) İki Veçhelilik (Düalizm)

İslâmiyet, îtidâl ve muvâzene dînidir. Bütün beşerî sistemler, teksif oldukları sahada aşırılık göstermiş, diğer sahaları ihmal etmişlerdir. Meselâ kapitalizm için insan; sadece çalışan, artı değer üreten, maddeden ibaret, iktisâdî bir varlıktır.

Freud’un psikanalizi açısından ise insan, sadece cinsî temâyüllerinden ibârettir. Materyalizm, ruh ve mânâya kör kalmıştır. Muharref Hristiyanlık, ahkâm ve muâmelâtı kaybetmiş, sadece sevgi ve tasdikten ibâret olan, âdeta bir tabela dînine dönüşmüştür. Budizm, sadece aşırı bir zühdde takılıp kalmıştır.

Tek bir meseleyi ele alıp, her şeyi onunla izah etmeye çalışmak (monizm), İslâm dışındaki hemen hemen bütün dünya görüşlerinin hatâsı olmuştur. Evet, bu dünya görüşlerinin hayata yaklaştıkları cihet, belli ölçüde bir hakîkat ifade eder. Meselâ iktisat, insan için bir hakîkattir, fakat yegâne hakîkat değildir. Yüzde üç, yüzde beş, hattâ kişiden kişiye değişebilen, izâfî bir hakîkattir. Mevlânâ Hazretleri, her şeyi tek taraflı tahlil etme gafletinden sakındırmak için şu îkazlarda bulunur:

“Güzelliği ile iftihâr eden, Ay gibi parlak olan güzel yüze bak! Fakat onun evvelini gördükten sonra sonuna da nazar et ki, şeytan gibi tek gözlü, yani bir şeyin sırf dünya tarafını görüp âhiret tarafını görememe ahmaklığına düşmeyesin...”

“Şeytan, Âdem’in çamurunu gördü; yüceliğini göremedi. Bu dünyaya âit olan çamuru seyretti. Fakat öteki âleme âit olan mâneviyâtına âmâ oldu…”

İslâm, ümmet-i vasat, yani mûtedil bir toplum inşâ eder. Her meselede ifrattan da tefritten de uzak durur. Dikkate alınması gereken hiçbir vâkıayı görmezden gelmez, ihmal etmez. İslâm; “Esas hayat âhirettir.” der, fakat dünyayı da ihmâl etmez, onu da tanzim eder. Mü’mine dâimâ, dünyâ ve ukbâ dengesi içinde bir kulluk istikâmeti telkin eder. Nitekim âyet-i kerîmede:

“Allâh’ın sana verdiğinden (O’nun yolunda harcayarak) âhiret yurdunu iste; ama dünyadan da nasibini unutma!..” (el-Kasas, 77) buyrulmaktadır. Yani İslâm, bir tarafa teksif olup diğer tarafı büsbütün ihmal etmeyi doğru bulmaz. Yine İslâm;

  • Cennet’e mukâbil, Cehennem’i de gösterir.
  • Mükâfata mukâbil, cezâî müeyyidesi de vardır.
  • Lâyıkına muhabbeti de, müstahakkına nefreti de öğretir.
  • Ferdî hayatı da ihmal etmez, içtimâî hayatı da.
  • Avâmı da gözetir, havâssı da.
  • Aklı da tatmin eder, rûhu ve gönlü de doyurur. Nefsin ve bedenin hakkını da ihmal etmez.

Bu prensipten mahrum sistemler, dâimâ “ğuluvv”e/aşırılığa düşmüşler ve hakîkatten uzaklaşarak fıtratı değiştirmeye yönelmişlerdir. Hadîs-i şerîflerde “aşırılık”, önceki ümmetlerin helâk sebepleri arasında zikredilmiştir.[5]

Düşünce sisteminde olduğu gibi, tatbikat sahasında da îtidâl ve madalyonun iki tarafını da görebilme meselesi (düalizm) büyük bir ehemmiyet arz eder. Meselâ Hristiyanlık, evlilik müessesesini sadece cinsî çerçeveden görerek ona soğuk bakmıştır. Keşiş, papaz ve râhibeler, evlenmeden manastırlara kapanmıştır. Hâlbuki bu tavır, aile müessesesini tahrip eder. Üstelik Kur’ân-ı Kerîm’in ifadesiyle, uydurdukları bu fıtrata aykırı ruhbanlığa da hakkıyla uyamadıkları için,[6] bu sefer, tam zıddı olan cinsî sapkınlıklara dûçâr olmuşlardır. Yine Katolik mezhebi, boşanmayı reddeder. Bu aşırılığın neticesi, evli fakat ayrı yaşayan insanların varlığını doğurmuş, bu da yine ailevî fâcialara sebebiyet vermiştir.

İslâm ise, fıtrî olarak evliliği tavsiye ve teşvik eder, sebepsiz boşanmayı zulüm addeder, fakat şiddetli geçimsizlik hâllerinde boşanmayı da son çare olarak hukuk sistemi dâhilinde tutar. Bir başka misal verirsek:

Bazı din ve sistemler, “barış” nâmına aşırı pasif bir duruş sergiler ve “savaş” hakîkatini görmezden gelirler. Bu sebeple işgale uğramış, yok edilmiş veya zulme uğramışlardır. Bunun tam zıddı, Roma vb. vahşî sistemler ise, gâlip gelmek için her yolu mubah görür, savaşlarda, bütün hukuku askıya alır, vahşet sergilerler. Hâlbuki İslâm, harbi zulme mânî olmak için kabul eder. Fakat harbe bir hak ve hukuk getirir. Buna mukâbil; sulh, selâmet, emniyet ve nizâmı ise, muhafaza edilmesi gereken bir vasat olarak ilân eder. Ancak şu husus unutulmamalıdır:

İslâm’da îtidâlin ölçüsü de, Kur’ân ve Sünnet’tir.[7] İnsanların, içinde yaşadıkları çevrenin şartlarına göre kendilerince bir orta yol tutturmaları değildir. Bu hakîkat gözden kaçırıldığında, bazen İslâmî bir emri, hakkını vererek yaşamaya çalışan bir mü’mine de;

“–Aşırılık gösterme, mûtedil ol, orta yolu tut!” gibi yanlış telkinlerde bulunanlar çıkabilmektedir.

Dipnotlar:

[1] Bkz. Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu, sf. 14, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 2012. [2] Bu hususta geniş mâlumat için Rahmet Esintileri ve Kur’ân Mûcizesi ile Mekteb-i Âlem adlı eserlerimize bakılabilir. [3] Bkz. Şaban Kuzgun, “Hâmân” DİA, XV/437. [4] Bkz. Buhârî, Mevâkît, 1; Müslim, Mesâcid, 166, 167; Muvatta, Vukût, 1. [5] Bkz. İbn-i Mâce, Menâsik, 63. [6] Bkz. el-Hadîd, 27. [7] Bkz. el-Hucurât, 1.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, İslam Tefekkür Ufku, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

İSLAM NEDİR?

İslam Nedir?

İSLAM DİNİ NEDİR?

İslam Dini Nedir?

İSLAM'IN SEMBOLÜ NEDEN HİLALDİR?

İslam'ın Sembolü Neden Hilaldir?

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.