Hak Katında Makbul Olan Zikir

Hak katında makbul olan zikir de; sözde değil, özde zikirdir. Yani kālden hâle ve amele intikâl eden zikirdir. Kişinin şahsiyet ve karakterinde tesirleri görülen, sâlih amellerle teʼyid edilen zikirdir.

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri buyurur:

“Çok zikir; adedi fazla olan değil, gafletten sakınarak ve huzûr ile yapılan zikirdir.”[1] 

[Zikrin feyz ve rûhâniyetinden lâyıkıyla istifâde edebilmek için, kalben ve zihnen de zikre iştirâk etmemiz îcâb eder. Tıpkı namaz gibi, zikrin de kalp ve beden âhengiyle îfâsı zarûrîdir. Yani dil zikrederken, kalp de, zikrin mânâsının tefekküründe derinleşmelidir.

Kendimizi dâimâ Cenâb-ı Hakkʼın huzûrunda bilerek, Oʼnun bizi her an ve mekânda gördüğü, hattâ bize şah damarımızdan bile daha yakın olduğu şuur ve idrâki içinde Hakkʼa yönelmeliyiz. İşte bu keyfiyette bir yöneliş ile kalpte “huzûr” hâli gerçekleşir. Ârif zâtların “huzûr” tâbiriyle kastettikleri de; “ten plânında bir rahatlık” değil, Allah ile beraberlik şuurunun kalpte sâbitlenmesiyle hâsıl olan “dâimî zikir” hâlidir.

KALPLERİ ALLAH'I ZİKREDEN KULLAR

Kendini her an huzûr-i ilâhîde bilmenin gönle kazandıracağı mânevî zindelik, zikri en yüksek kıvamına ulaştırır. Cenâb-ı Hak, zikrin kemâline eren gerçek zikir ehlini, âyet-i kerîmede şöyle takdîm eder:

“Mü’minler ancak o kimselerdir ki; Allah anıldığı zaman kalpleri titrer…” (el-Enfâl, 2)

Demek ki zikirden murâd edilen; yalnızca dil ile tekrarlamaktan ibâret değildir. Bilâkis, dilin telâffuz ettiği isme âit mânâların tefekkürüyle yüreklerin ürpermesi ve kalplerin zâkir hâle gelmesidir.

Hazret-i Mevlânâ, gönül feyzinden mahrum bir hâlde, sırf şekilde kalarak ibadet eden kimselere şöyle seslenir:

“Ey gâfil! Keşke secde ettiğin zaman, yüzünü samimiyetle Hakk’a çevirebilseydin de «Yücelerin yücesi olan Rabbim, her türlü noksan sıfattan münezzehtir.» demenin mânâsını lâyıkıyla idrâk edebilseydin. Yani sırf şekil secdesi değil, (seni mîrâca çıkaracak bir) gönül secdesi yapabilseydin!..”

İhlâs, takvâ, huşû gibi kalbî meziyetlerden mahrum, gâfilâne edâ edilen ibadetler; fânî ortaklar ve mânevî kirlerle doludur. Bu sebeple ibadetleri hâlisâne îfâ etmek zarûrîdir. Nitekim hadîs-i şerîfte:

“Dîninde ihlâslı ol! Böyle yaparsan, az amel bile sana kâfî gelir.” buyrulmaktadır. (Hâkim, Müstedrek, IV, 341)

Yani mâsivâ düşüncelerinden arınmış, hâlis bir kalple yapılan sâlih ameller, az bile olsa, Hak katında çok kıymetlidirler. Bunun zıddına, huşû, huzur ve ihlâstan uzak, gâfil bir kalple îfâ edilen ameller ise -kemmiyet bakımından ne kadar çok olursa olsun- gerçek kıymetlerinden fire verirler.

Nitekim Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede:

“O ki, hanginizin daha güzel amel edeceğini sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır…” (el-Mülk, 2) buyuruyor. Dikkat edilirse Cenâb-ı Hak bu âyet-i kerîmede; “اَكْثَرُ عَمَلًا” değil  “اَحْسَنُ عَمَلًا” buyuruyor. Yani kimin “daha çok” amel edeceğine değil, “daha güzel” amel edeceğine ehemmiyet veriyor.

ZİKRİN NURU

Şu rivâyet, bu hususta ne güzel bir misaldir:

Bir gün İbn-i Mes’ûd -radύyallβhu anh- tâbiîn neslinden dostlarına dedi ki:

“–Sizler, Rasûlullâh’ın ashâbından daha çok (nâfile) oruç tutuyor, namaz kılıyor ve sâlih amellere gayret ediyorsunuz. Fakat onlar, sizden daha hayırlıydı.”

“–Bu nasıl oluyor?” diye sorulunca da:

“–Onlar, dünyaya karşı sizden çok daha zâhid, âhirete de sizden daha çok rağbetli idiler.” buyurdu. (Hâkim, Müstedrek, 4/135)

Demek ki amellerin kıymeti, sahip olunan gönül kıvamıyla doğrudan irtibatlıdır.

Velhâsıl zikrin nûru, zikredenin hâli nisbetindedir. Tasavvufî terbiyede de bir insanın mânevî derecesi, onun evrâd ve ezkârının belli zaman aralıklarıyla yükselmesine değil, hâlinin terfî etmesine bağlıdır. Yani ibadetlerinin kalp ve beden âhengi içinde olması, ahlâkının ve bilhassa merhametinin tekâmül etmesi, insanî münâsebetlerinde ve muâmelâtında âdâb-ı muâşerete titizlik göstermesi gibi hususlara bağlıdır.

Hak katında makbul olan zikir de; sözde değil, özde zikirdir. Yani kālden hâle ve amele intikâl eden zikirdir. Kişinin şahsiyet ve karakterinde tesirleri görülen, sâlih amellerle teʼyid edilen zikirdir.

Şâyet zikir, kişiyi tefekkür derinliğine götürmüyor, gönlü huzûra kavuşturmuyorsa; ahlâkı tekâmül ettirmiyor, davranışlara nezâket ve zarâfet katmıyorsa; takvâ hassâsiyeti kazandırmıyor ve sâlih amellere rağbeti artırmıyorsa; bu hâl, zikrin âdâbına riâyetsizliğin bir göstergesidir.]

[1] Attâr, Tezkire, sf. 198.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Bâyezîd-i Bistâmî, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.