Habeş Ülkesine Hicret

Peygamber Efendimiz’in nübüvvetinin 5. senesinde ikinci Habeşistan hicretinde meydana gelen hadiseler...

Mekkeli müşrikler, gelen Muhâcirlerin Habeşistan’da hüsn-i kabûl gördüklerini öğrendiklerinde, bundan büyük bir endişe duydular ve yapmakta oldukları işkenceyi daha da şiddetlendirdiler.

Velîd bin Muğîre’nin himâyesinde rahat bir hayat süren Osman bin Maz’un (r.a.), Resûlullâh ve ashâbının akıl almaz zulüm ve işkencelere mâruz kaldıklarını, bâzılarının ateşle dağlandığını, kırbaçla dövüldüğünü görünce tefekküre daldı:

Vallâhi, arkadaşlarımın ve ev halkının Allâh yolunda çektikleri türlü türlü çileleri benim çekmeyişim, bir müşriğin himâyesinde emniyet içinde yaşayışım, büyük bir noksanlıktır! Allâh’ın himâyesi daha şerefli ve daha emniyetlidir!” diye düşünerek hâmîsi Velîd’in yanına gitti. Ona:

“−Ey amcamın oğlu! Sen beni himâyene aldın! Güzelce de himâye ettin ve taahhüdünü yerine getirdin! Şimdi senin himâyenden çıkıp Resûlullâh’ın yanına gitmek istiyorum. O ve ashâbı, benim için en güzel örnektir. Beni Kureyşlilerin yanına götürüp üzerimdeki himâyenden vazgeçtiğini bildir!” dedi. (İbn-i İshâk, s. 158; Heysemî, VI, 34)

Müşriklerin zulüm ve işkencelerinin daha da şiddetlenmesi üzerine Müslümanlar aynı sene ikinci defâ Habeşistan’a hicret etmeye mecbûr kaldılar. Bu sefer doksan kişi idiler. Yetmiş yedisi erkek, on üçü kadındı. Başlarında Hazret-i Ali’nin büyük kardeşi Câfer-i Tayyâr (r.a.)[1] vardı.

Leylâ Hâtun şöyle anlatır:

“Müslüman olduğumuz için Ömer bize çok kızıyordu. Habeşistan’a hicret etmek için yola çıkmaya hazırlandığımızda, ben devenin üstündeyken geldi ve:

«−Nereye gidiyorsunuz ey Ümmü Abdullâh?» diye sordu.

«−Dinimiz husûsunda bize eziyet ettiniz, biz de işkence görmeyeceğimiz bir yere gidiyoruz.» dedim.

«−Allâh sizinle berâber olsun!» dedi. Zevcim Âmir gelince, Hazret-i Ömer’in yumuşak tavrını ona anlattım. O:

«−Gâlibâ sen onun Müslüman olmasını umuyorsun. Vallâhi Ömer’in merkebi Müslüman olur da o yine Müslüman olmaz.» dedi.

Ömer’den o zamâna kadar görülen sertlik ve katı yüreklilik, kendisinin îmânından böylesine ümit kestirmişti.” (Heysemî, VI, 23-24)

Hazret-i Peygamber’in zevcesi Hazret-i Ümmü Seleme (r.a.) demiştir ki:

“Biz Habeşistan’a ayak bastığımız andan itibâren, Necâşî’den pek çok ikram ve iltifâta mazhar olduk. Bizi dâimâ koruyup gözetti. Huzur ve emniyet içerisinde Allâh Teâlâ’ya ibâdet ettik.” (Ahmed, I, 201-202)

HABEŞİSTAN MUHACİRLERİ

Habeşistan muhâcirlerinden Ümmü Habîbe vâlidemizin o günlere âit anlattığı şu hâtıra da Müslümanların Allâh Resûlü’ne, kendisini görmedikleri hâlde bile ne kadar derin bir muhabbet beslediklerini göstermektedir:

Necâşî’nin Ebrehe isminde bir câriyesi vardı. Resûlullâh ile nikâhım Habeşistan’da kıyılıp Medîne’ye gelme hazırlıklarım yapılırken bana:

«–Senden ricâm, Resûlullâh’a selâmımı söylemen, O’na, dînine girdiğimi bildirmendir.» dedi. Ebrehe bana çok lutufkâr davrandı, yol hazırlığımı yaptı. Yanıma her gelişinde:

«–Sakın ricâmı unutma! Allâh Resûlü’ne muhakkak selâmımı söyle!» diyordu.

Medîne’ye Resûlullâh’ın yanına gelince nikâh safhalarıyla Ebrehe’nin bana yaptıklarını kendisine anlatıp selâmını söyledim. Allâh Resûlü tebessüm buyurdu ve:

“–Ve aleyhesselâm ve rahmetullâhi ve berekâtüh” diyerek selâmını aldı. (İbn-i Sa’d, VIII, 98)

[1] Câfer bin Ebî Tâlip (r.a.), Hazret-i Peygamber’in amcasının oğludur. Hazret-i Câfer, Resûlullâh daha Erkam’ın evine girip İslâm’ı yaymaya başlamadan evvel Müslüman olmuş; hanımı Esmâ bint-i Ümeys ile birlikte İkinci Habeşistan Hicreti’ne katılmıştır. (İbn-i Sa’d, IV, 34)

Câfer bin Ebî Tâlib ve arkadaşları, hicretin yedinci senesinde Habeşistan’dan Medîne’ye döndüler. Bu sırada Allâh Resûlü, Hayber Gazvesi’nde bulunuyordu. Hayber ganîmetlerinden Habeşistan’dan gelenlere de pay verildi. (Buhârî, Megâzî, 38)

Hazret-i Câfer, hicretin sekizinci yılında vukû bulan Mûte Seferi’ne katıldı ve orada şehit düştü. İbn-i Ömer der ki:

“Câfer’i (r.a.) şehitler arasında bulduk. Bedeninde doksandan fazla mızrak, ok ve kılıç yarası gördük.” (Buhârî, Megâzî, 44)

Hazret-i Câfer’in harp esnâsında iki kolunun da kesilmesi üzerine Resûlullâh, ona Cennette iki kanat bahşedildiğini haber vererek:

“Câfer’i, Cennette meleklerle birlikte uçarken gördüm.” buyurmuştur. (Tirmizî, Menâkıb, 29/3763)

Bundan sonra Câfer (r.a.), “uçan” mânâsına gelen “Tayyâr” lâkabıyla anılır olmuştur.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hz. Muhammed Mustafa 1, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.