
Göz Bakar, Kalp Görür mü?
Her göz bakar ama her bakış görmez… Gafletle değil, ibretle bakabilen bir kalbin nazarı, hakikati keşfe çıkar. Peki biz gerçekten görüyor muyuz, yoksa sadece seyrediyor muyuz?
Şunu unutmamak gerekir ki Kur’ân-ı Kerîm gibi kâinat ve hâdisâtı da asıl okuyacak ve hikmeti keşfedecek olan, kalptir. Baş gözü, kalp gözüne bir nevî gözlük mesâbesindedir. Çünkü göz, kalbin niyet ve mâhiyetine göre bakar ve görür.
ASIL GÖREN KALPTİR: GÖZ BAKAR, KALP GÖRÜR MÜ?
Hak dostu Mevlânâ Hazretleri bunu şöyle îzah eder:
“Gözlerimiz, bakışlarımız, gönlün rotası istikâmetindedir. Gönül isterse göz yılana bakar, yani zehre bakar; gönül isterse göz ibret alacağı, ders alacağı şeylere bakar.
Gönül isterse göz, dünyaya (ve nefsin arzu ettiği) dünya nîmetlerine bakar; gönül dilerse göz, mânâya (nazar eder, hikmetler devşirir) ilâhî sırlara âşinâ olur…
Gönül dilerse el parmakları ile hesap yapar, dilerse o parmaklar (mahâret kazanır) kitap ve eserler te’lif eder.
Dikkat ediniz, bütün bu işleri yapan hünerli el, aslında içte bulunan gizli bir elin (yani kalbin) dilediği gibi hareket eder. O gizli el (yani tefekkür ve tahassüs merkezi olan kalp), bedenimizin şu görünen elini maşa gibi kullanarak (müsbet ve menfî) işler yaptırmaktadır.”
Bu bakımdan kalbi, ibret ve hikmete âşinâ kılacak şekilde mânen hazırlamak îcâb eder.
Yusuf Hemedânî -kuddise sirruh- buyurur ki:
“Kalp ile zikir, ağaç ile su gibidir. Kalp ile tefekkür ise ağaç ile meyve gibidir. Ağaca su vermeden yeşermesini beklemek; yaprak ve çiçek açmasını beklemeden de ondan meyve istemek hatâ olur. İstense bile aslâ meyve vermez. Çünkü o vakit meyve zamanı değil, ağacı besleme ve îmâr etme zamanıdır. Ona su vermek, sarmaşık otundan ve yabancı şeylerden arındırmak, sonra da güneşin ısısını beklemek gerekir. Bunlar gerçekleşince ağaç tâze ve neşeli olur, yeşil yapraklarla süslenir. Ağaç bu olgunluğa ulaştıktan sonra onun dalından meyve beklemek doğru olur. Artık bu vakit, meyve zamanıdır.” (Rutbetü’l-Hayât, s. 71)
Işık olmadan göz hiçbir şey göremeyeceği gibi; îmânın nûru, Kur’ân ve Sünnet’in rûhâniyeti olmadan da, kalp gözü hiçbir hakîkati göremez. Kalplerde îmânın nûru ise tefekkürle parlar. Bu itibarla kalplerimize hayat ve kâinâtı ibret ve tefekkürle okumayı öğretmek mecbûriyetindeyiz. Nitekim hikmet ehli şöyle buyurmuşlardır:
“Kim dünyaya ibret almadan bakarsa, kalp gözünde bu gafleti nisbetinde bir körelme hâsıl olur.” (İbn-i Kesir, I, 448)
Âyet-i kerîmede buyrulur:
“…De ki: Hiç (kalp gözü) kör olan ile (kalp gözü) gören bir olur mu? Hiç tefekkür etmez misiniz?” (el-En’âm, 50)
Rabbimizin körlüğe teşbih ettiği tefekkürsüzlük hâli, kalbin gaflet ile perdelenmesidir. Nice baş gözü gören vardır ki kalbi kaskatı kesilmiş, hikmet ve hakîkatlere kapanmıştır. Böyleleri hakkında bir başka âyet-i kerîmede de:
“…Gerçek şu ki, gözler kör olmaz; lâkin göğüsler içindeki kalpler kör olur.” (el-Hacc, 46) buyrulmuştur ki, asıl körlük de budur.
Kalp gözü kör olan bir insan, güzeli çirkin, çirkini de güzel görür. Şirk ve cehâlet karanlıklarında gömülüp giden Ebû Cehil’in hâli, buna en bâriz bir misaldir. Nitekim o bedbaht, sayısız peygamber âşığının bir defa olsun görebilmek için can attığı Fahr-i Cihân Efendimiz’i, hâl-i hayâtında defâlarca görme fırsatına ermişti. Fakat nefsânî menfaatlere dalmış, vicdanı nasırlaşmış o azgın müşrik, kalbindeki zifiri karanlık yüzünden, gözü önündeki cennet nûruna âmâ kesildi. Tıpkı İblis’in Hazret-i Âdem’e bakışındaki çarpıklık gibi…
Mevlânâ Hazretleri buyurur ki:
“Şeytan, Âdem’in çamurunu (yani topraktan yaratılmış olan beden yapısını) gördü; yüceliğini göremedi. Bu dünyaya âit olan çamuru seyretti. Fakat öteki âleme âit olan mâneviyâtına âmâ oldu. Şeytanın bilemediği taraf, insanın Hakk’ın halîfesi olmasıdır.”
“Ey insan, dünyadan birbirine zıt iki ses gelir. Acaba senin kalbin hangisini almaya istîdatlı?
O seslerden biri Allâh’a yaklaşanların (takvâ sahiplerinin) hâli, diğeri ise aldananların (fısk u fücûra dalanların) hâlidir. Bu seslerden birini kabul ettin mi, öbürünü duymazsın bile! Çünkü seven bir kimse, sevdiğinin zıddı olan şeylere karşı âdeta kör ve sağır olur.”
İşte hayatta her şeye nefsâniyet penceresinden bakmaya karar verip kendini o yönde şartlandıran biri, dâimâ kabukta takılı kalır, hiçbir şeyin özüne ve hakîkatine nüfûz edemez.
İbn-i Atâullah İskenderî der ki:
“Âlemin dışı güzel, içi ibrettir. Nefs, dışının güzelliğine (yani şekil şemâiline), (rûhâniyetle tezyin olmuş bir) kalp ise, içinin ibretlerine bakar.”
Bu sebeple neye ve nasıl baktığımız çok mühimdir. Ebû Ali Ruzbârî Hazretleri buyurur ki:
“…Nefsine bir defâ olsun lâyık olduğundan fazla kıymet vererek bakan kimse, (yani kibir ve gururunun esiri olan kişi) kâinattaki eşyânın hiçbirine ibret nazarıyla bakamaz.”
Demek ki, kabarık bir benlik, hoyrat bir nefis ve şiddetli bir egoya sahip olanın kalp gözü kördür. Bu yüzden bilhassa ibret nazarımızın kuvvetlenmesini, basîret nûrumuzun artmasını arzu ediyorsak, nefsimizi riyâzat ve mücâhede ile terbiye etmemiz şarttır.
Hadîs-i şerîfte buyrulur:
“Dünyada misafir gibi olun! Mescidleri ev ittihâz edin! Kalplerinizi rikkate (incelik, zarâfet ve hassâsiyete) alıştırın! (İlâhî azamet ve kudret akışlarını) çok tefekkür edin ve (ilâhî nîmetlere lâyıkıyla şükredememek endişesiyle) çok ağlayın! Nefsânî arzularınız sizi değiştirmesin!..” (Ebû Nuaym, Hilye, I, 358)
Varlık Nûru -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i rakik kalpli Ebû Bekir -radıyallâhu anh- da gördü. O’nun sâdık bir âşığı ve dostu oldu. Ebû Bekir -radıyallâhu anh- Peygamber Efendimiz’e yanında bile hasret kaldı, hayâtının her ânını O’na dâsitânî bir muhabbet ve hayranlık içinde yaşadı.
Bu sebeple hiçbir şeye şeytan gibi nefsâniyetin kasvetli penceresi ardından bakmamalı, bilâkis her şeye Ebû Bekir -radıyallâhu anh- ve emsâli kâmil mü’minler gibi, rûhâniyet nûruyla bakabilmenin gayreti içinde olmalı…
Zira şâirin dediği gibi:
“Aşkla nur görünen,
Kinle nâr olur.
Galat-ı ru’yete bir misâl olur,
Ebû Cehil ile İmâm-ı Ali!..” [1]
Dipnot:
[1] Kadir Mısıroğlu, Cemre, s. 76, İstanbul, 2007.
Dipnot: Osman Nuri Topbaş, Hak Dostlarının Örnek Ahlakından 2, Erkam Yayınları
YORUMLAR