Gönülleri Gözetme Hassasiyeti

Sâhibü’l-Vefâ Mûsâ Topbaş Efendi’de gönülleri gözetme hassasiyeti...

Gençlik yıllarından itibaren ibâdet, zikir ve hizmetle bereketli bir ömür süren ve bugün doksanı aşkın yaşıyla bir dua çınarı hâline gelen kıymetli büyüklerimizden Osman Kengil amcamız anlatırlar:

“Mûsâ Efendi Üstadımız benim için çok müstesnâ bir insandı. Gözünden hiç bir şey kaçmazdı. İnsanı gönlünde taşır, âdetâ içine alırdı. İlgisi candandı. Ne zaman görse iltifat eder ve gönlümü alırdı. Hiç unutmam bir defasında şöyle bir hâdise oldu:

Medine-i Münevvere’de çalıştığım günlerdeydi. Bir sohbet vesilesiyle bir kardeşin evine davet edildik. Önce yemek ikram edilecekti. Misafirler sofraya bir bir yerleştiler. Fakir de Üstadımızı daha rahat bir şekilde göreyim diye ona yakın bir yere doğru oturmak istedim. Derken gönlüme dokunan bir şey oldu. Zira Üstadın hizmetinde bulunan hâdimlerinden birisi, göz-kaş işâreti ile daha başka bir yere oturmamı telmih ettiler. Ben de sofranın uzak bir köşesine çekilip oturdum. Fakat bu hâle gönlümü iknâ edemedim ve mahzunlaştım.

Bu olayı Üstadımız da farkettiler. Önünde bir meyve tabağı bulunuyordu. Göz ucuyla kendisini takip ediyordum. Oradan bir muz aldılar ve mübarek elleriyle bir güzel soydular ve beni uzağa gönderen o ağabeyimize vererek muzu fakire vermesini emir buyurdular. Hüznüm sürura dönmüş ve gönlüm sevinçle dolmuştu. O kardeşimize karşı da içimde oluşan bürudeti gidermişti. Diyeceğim o ki, o büyük sultan, gönülleri gözeten bir gönül ustasıydı.”

Samsun vilâyetimizin güzel hizmet erlerinden ve Mûsâ Efendi Üstadımızın hayranlarından biri olan Nurhan Daniş Bey de, başlarından geçen bir hadiseyi şöyle anlatıyor:

“1990’lı yıllar. O zamanlar, Üstadımızın köşkünde düğünler yapılırdı. O büyük sultan, Allah’ın kendisine lütfettiği her nimeti kardeşleri ile paylaşmaktan büyük zevk alırdı. Zaman zaman yapılan böylesi düğünler vesilesiyle de sohbetler olur ve bizler de sevenleri olarak kendileriyle hasret giderirdik. Yine böyle bir düğün merasimi olacaktı. Samsun’dan da bir araba davet edilmişti. Biz de rahmetli büyüğümüz Hüseyin Sevinç ağabeyimiz, Mustafa Okutan ağabeyimiz, Mikdat Koç kardeşimiz ve fakir dört kişi olarak davete icabet edelim istedik.

Hazırlanıp vakitlice yola çıktık. O zamanın yol ve trafik imkânları, elbette bugünkü gibi değildi. Yolculuk hâli işte; her şey planladığınız gibi de olmuyor. Neticede İstanbul’a istenen vakitte varamadık. Köşke vardığımızda düğün sona ermiş, sohbet tamamlanmış ve Üstadımız da hanelerine istirahate çekilmişlerdi.

Hepimiz çok üzüldük. Rahmetli Hüseyin ağabeyimiz, Üstadımızın hizmetini gören ağabeylerimizden birine birkaç kez istirhamda bulundular:

- «Ağabey! Ne olur hiç olmazsa üstadımızı kapıdan da olsa bir görüp gidelim, duasını alalım!»

O büyüğümüz de böyle bir talebi Üstadımıza iletmenin o an için uygun olmadığını bize anlatmaya çalışıyordu. Gerçi o da haklıydı; ama gönüllerimize söz geçirmek o kadar da kolay olmuyordu. Sonunda Hüseyin ağabey bize döndü ve bizim de gönlümüzü almak için:

- «Kardeşler hiç şüpheniz olmasın! Şu an için siz Üstadımızı ziyâret etmiş, sohbetinde bulunmuş ve hatta görmüş gibi oldunuz. Niyetinizin karşılığını mutlaka almışınızdır. Haydin şimdi dönüyoruz», buyurdular.

O dönemin yol şartları içinde neredeyse 12-13 saat süren bir yolculuğun, bu şekilde sonuçlanması, hepimizde bir burukluk oluşturmuştu. Birbirimize fark ettirmesek de gönlen mahzunlaşmış ve belki biraz da incinir gibi olmuştuk.

Aradan bir hafta ya da on gün kadar geçmişti ki Üstadımızdan şöyle bir davet geldi:

- «Düğüne yetişemeyip de görüşemediğimiz o kardeşlerimiz, falan gün Bursa’ya “Gemlik Misafirhanesi ”ne buyursunlar, kendilerini bekliyoruz…»

Bu davet bizi son derece sevindirmişti. Beklenen gün gelince, vakitlice Bursa’ya geldik. Orada bizi bir kardeş karşıladı ve belirlenen vakitte saat 11.00 gibi Gemlik’e ulaşmış olduk.

Muhterem Üstadımız, yanında bulunan iki refikiyle bizi kabul buyurdular. Salona büyük bir itina ile güzel bir yer sofrası hazırlanmıştı. Hatta dışarıda mangal da yakılmış ve ikramlar hazır hâle bile getirilmişti.

Kısa bir muhabbetten sonra sofraya geçildi. Yemekler huzurla yenildi. Arkasından da mevcut yedi kişiye özel bir sohbette bulundular. Daha sonra, her birimizle tek tek görüşerek hem hâlimizi ve hem de manevî vazifelerimizin nasıl gittiğini görüştüler. Namazlar engin bir sükûnet ve huşû ikliminde edâ edildi. Namaz sonrasında ise bizler müsaade istedik. O gün neredeyse bize üç saat kadar vakit ayırmışlardı. Âdeta hücrelerimize kadar sürur ve huzurla dolmuştuk. Neredeyse sevinçten uçacaktık.”

İşte Mûsâ Efendi budur! Âriflerin nazarında gönül gözetmek de böyle bir şeydir. O’nun daha nice sevenlerinde, yukarıda anlatılanlar misali göz kamaştırıcı güzellikte nice eşsiz tablolar vardır. Sevenleri, kendilerini, onun etrafında ve yanında bile değil, belki o derya gönlünün içinde hissetmişlerdir. İnsana muhabbet ve şefkatle yaklaşmak da herhalde böyle olmalıdır. Zira şahsiyet terbiyesi, ancak böylesi bir gönül ikliminde gerçekleşebilir. Gönlün dergâhlaşması da bu olsa gerektir.

ENGİN GÖNÜLLÜ ARİFLER

Manevî terbiye ocaklarında engin gönüllü ârifler, kişinin vasfından ziyâde, zatındaki insaniyet cevherine odaklanmışlardır. Elbette yerine göre vasıf da önemlidir. Ancak sadece vasfa olan ilgi, hakikatte zâta değildir. Zâta teveccühün olmadığı durumlarda ilgi ve alakalar, şahsiyeti ihyâ ve inşa edici değildir. Hatta zamanla muhatapta bürudet ve belki nefret bile oluşturabilir. Meselâ bir insanın zatını değil de malını, makamını, işini ve hatta hizmetini ölçü alarak gösterdiğiniz ilgiler, hakikatte zata gösterilen ilgi değil; menfaatçi bir bakış açısını içinde barındıran ve kürke gösterilen aldatıcı ilgilerdir. Bunun içindir ki, vasıf merkezli ilgilerde vasfın değişmesi ya da yok olması durumunda ilgi de söner. İşte hakiki mürşid ve mürebbilerin ve hatta dostların ilgisindeki fark da burada ortaya çıkar.

Akılların organizasyonu istişâre ve iknâ ile, bedenlerin organizasyonu çoğu zaman korku ve ümidi içinde barındıran iktidar gücüyle, gönüllerin organizasyonu ise gönülleri gözeten basiret ve feraseti açılmış gönüller iledir. Gönlü gözetmeyen, gönüller kazanamaz. Hazret-i Ali –kerremallahu vecheh- buyururlar ki:

“Gönüller selâmette olmadıkça muhabbet ızhâr etmez”.

Öyleyse kalplerde oluşan negatif duyguları temizlemeden saf ve samimi ilişkiler geliştirmek, boş bir hayaldir. Gönüller arası muhabbet hatları arızalı ise yapılacak ilk iş, onların tamiri olmalıdır. Bu ise muhatabın zatına yönelişi gerektirdiği gibi muhatabın duygularını farkedebilecek hassas bir gönle sahip olmayı da zaruri kılar. Yani gönül, bir radar hissiyatıyla çalışabilecek bir duyarlıkta olmalıdır. Âriflerimizin “Diri gönül” diye vasıflandırdıkları kalbin bir özelliği Rabb’e karşı uyanıklık ise diğeri de mahlûkâta karşı böyle bir yöneliş gösterebilmesidir.

KALBİ KIRIK GÖNÜLLER

Sâhibü’l-vefâ Mûsâ Efendi Üstadımız, birçok hususta olduğu gibi bu konuda da gerçekten ufkumuzu çok daha ötelere yükseltmek isteyen örnek ve öncü bir büyüğümüzdür. Gönül gözetme noktasında bizzat kendilerinin anlattığı şu hadise, alıcı gönüllere nice ibretler ve işâretler fısıldamaktadır:

“Fakirhânenin bahçesinde, evin muhafazası için üç köpek bulunmaktadır. Yiyecekleri hususunda hiç telâş etmem. Hangisinin önüne ne konursa, o onu yer, diğeri kendisine verilmediği için hiç üzülmez, hakkına razı olur. Fakat sevgi, şefkat hususunda iş değişir. Sevgi, şefkat hususunda eşitlik isterler. Bu hususta çok dikkat eder, itina gösteririm. Çünkü kendisine alâka ve şefkat gösterilmeyeni olursa, küser, darılır, bahçenin bir köşesine gider, arkasını döner, ne kadar yiyecek vermek isteseniz de, başını çevirip bakmaz. Kendisini sevgide ihmâl ettiğiniz için size karşı kalbi kırıktır. Bazen bu dargınlık günlerce devam eder. Cenâb-ı Hakk’ın mahlûku olup, herkesin hor ve hakir gördüğü bir yaratığın gönlü bu kadar hassas olursa, mü’min kardeşlerimizin, bilhassa yetimlerin, dulların, kalp yapılarının ne kadar duygulu olduklarını teemmül edelim”1.

İşte bunun içindir ki, istisnasız bütün âriflerimiz gönüller yapmayı en büyük salih amellerden biri saymışlardır. Mevlâna der ki:

“Allâh’ın huzuruna altın dolu binlerce keseler götürsen, Cenâb-ı Hak: «Bize bir şey getirmek istiyorsan, kazanılmış bir gönül getir. Eğer o gönül senden razı ise, ben de senden razıyım. Ama gönül senden yüz çevirmişse, ben de senden yüz çeviririm» diye buyurur.”

Bu manada Bahattin Karakoç’un şu mısraları da âhiret azığı hazırlamak isteyenlere güzel bir hatırlatmadır:

Nereye gidersen git, heybene gönül doldur

Bir kovan parçalama bir parmak acı bala!

Yontuldukça yer kapla ve her zaman güzel kal,

Temiz ol, fazlanı at, eksiğini tamamla

Azıksız çıkma yola! ...

Gönül bu derece ehemmiyetli olunca, bir gönlü hor görmek ya da kırmak, sûfîlerce en büyük günahlardan biri kabul edilmiştir. İncinmiş bir gönlü yapmak da büyük bir sevaptır. Yine Hazret-i Mevlânâ gönül incitenleri şöyle uyarır:

“Senin bir saman çöpü kadar değer vermediğin yıkık gönül, Arş’tan da üstündür, Kürsî’den de, Levh’ten de, Kalem’den de. Hor bile olsa gönlü hor tutma; o, horluğuyla gene de pek üstünler üstünüdür. Yıkık gönül, Allah’ın baktığı varlıktır. Onu yapan can ne kutludur. Kırılmış iki yüz parça olmuş gönlü yapmak, Allah indinde hacdan da umreden de daha yeğdir... Sus! Her kılında iki yüz dil olsa da söylesen, gönül, gene de anlatışa sığmaz”.

Yûnus Emre de şöyle der:

Bir kez gönül yıkdunısa bu kıldugun namaz değil

Yetmiş iki millet dahi elin yüzün yumaz deği

........

Gönül Çalab’ın2 tahtı, gönüle Çalab baktı

İki cihan bedbahtı kim gönül yıkarısa 

Öyleyse gönüller üzerine basarak, inciterek, diken batırarak değil, gönülleri gözete gözete, hassas ve nezâketli dokunuşlarla, yüreklere huzur ve sürûr doldura doldura bir hayat kalitesine ve ilişkiler yönetimine erişmek gerekiyor. Rabbimiz muinimiz olsun.

Dipnotlar: 1) Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, III, 166-167. 2)  Çalab: Yaratıcımız olan Allah –celle celâlüh-, anlamındadır.

Kaynak: Adem Ergül, Altınoluk Dergisi, 377. Sayı

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.