Fuzûlî Mahlasını Keşfeden Şâir

Âzerbaycan Türkü olan Fuzûlî’nin adı Mehmed’dir. Babası, Hille müftüsü Süleyman Efendi’dir. Fuzûlî, çocukluk yıllarını, Irak Akkoyunlu Türk Devleti, gençlik yıllarını Safevî hükümdârı Şah İsmâil, olgunluk ve ihtiyarlık yıllarını ise Kânûnî Sultan Süleyman Han idâresinde geçirmiştir.

Çok mükemmel bir tahsil ile zamânının meşhur âlimleri arasına giren Fuzûlî, Arapça, Farsça ve Türkçe olmak üzere üç dilde de pek meşhur ve değerli eserler vücûda getirmiştir. Bilhassa Türkçe şiirleri bakımından kendisine ikinci Ali Şir Nevâî denilmiştir. Bir başka ifâdeyle de “şâir-i mâder-zâd”, yani “anadan doğma şâir” olarak anılagelmiştir.

FUZULİ MAHLASININ ANLAMI 

Onun “Fuzûlî” mahlasını alması hayli nüktelidir:

Fuzûlî, şiire başladığı yıllarda çeşitli mahlaslar kullanmış, fakat bunları başka şâirlerin de kullandıklarını görünce hepsinden vazgeçmiştir. Nihâyet ilk bakışta “gereksiz, boşboğaz ve fodul” gibi mânâlara geldiğinden hiç kimsenin mahlas olarak alamayacağı “Fuzûlî” kelimesini keşfetmiş ve severek tercih etmiştir. Zira bu kelime, fazl’ın çoğuludur ki, “şahsî üstünlüklerle, yani fazîletlerle alâkalı” mânâsına da gelmektedir.

Fuzûlî, bu mahlası tercih edişini Farsça dîvânının mukaddimesinde şöyle anlatır:

“Düşündüm; eğer şiirde başkaları ile müşterek bir mahlas alırsam muvaffak olamadığım takdîrde bana yazık olur. Muvaffak olursam mahlas ortağıma zulmetmiş olurum. Bunu ortadan kaldırmak için kimsenin kabûl etmediği ve edemeyeceği bir mahlas aldım. Böylece mahlas sebebiyle gelebilecek üzüntülerin kapısını kapadım ve şiirlerin karışması endişesinden kurtuldum.”

Bir şiirinde de şöyle der:

“Kötü bir nâm almam, beni halk arasına karışmaktan uzak tuttu. Bu sûretle kendi köşeme çekilip hüner elde etmekle meşgul oldum. Allâh’a şükürler olsun ki fenâ sandığım şey iyi çıktı. Dikenim gül, toprağım altın, taşım da mücevher oldu.”

Gerçekten de Fuzûlî, şiirlerinde mahlasının her iki mânâsını da son derece ustalık ve mahâretle kullanmış, hârika tevriyelerle pek güzel ve derin mânâlar ortaya çıkarmıştır.

Bir ilim ve kültür merkezi olan Bağdat’ta yetişen Fuzûlî, ilham, ilim ve aşkın kaynaştığı üstün bir sanat terkîbine muvaffak olmuştur.

“İLİMSİZ ŞİİR, TEMELİ OLMAYAN BİR DUVAR GİBİDİR...”

İlim ve irfandaki üstün seviyesi dolayısıyla muâsırları kendisine “Molla Fuzûlî” veya “Mevlânâ Fuzûlî” demişlerdir. O, bu yönünü şiirlerine de aksettirmiş ve şöyle demiştir:

“İlimsiz şiir, esası (temeli) olmayan bir duvar gibidir. Esassız duvar da aslâ mûteber değildir.”

Diğer taraftan Bağdat’ın mânevî havasından da beslenen Fuzûlî, şiirlerine müstesnâ bir rûhâniyet ve derinlik kazandırmış ve böylece edebiyattaki o mümtaz mevkiine yerleşmiştir. O, İmâm-ı Âzam, Hallâc-ı Mansûr, Abdülkâdir-i Geylânî, Seyyid Ahmed-i Rifâî, Cüneyd-i Bağdâdî ve Mârûf-i Kerhî gibi Hak dostu büyüklerin feyiz dolu diyârında eşsiz inciler elde etmiş ve bunları, şiirleri vâsıtasıyla güller saçarcasına tâlip gönüllere cömertçe dağıtmıştır.

OSMANLI EDEBİYATI'NIN EN BÜYÜK ŞAİRLERİNDEN BİRİ

Fuzûlî, zamanlarını idrâk ettiği devlet büyüklerine birçok kasîde yazmıştır. 1534’te Kânûnî’nin Bağdat’ı fethi üzerine bir mısraında:

“Geldi burc-i evliyâya pâdişâh-ı nâmdâr” dediği meşhur Bağdad Kasîdesi’ni yazmış ve o muhteşem hükümdâra sunmuştur.

Bu nefis kasîdesiyle Fuzûlî’yi daha yakından tanıyan Kânûnî de, ona gereken değeri vermiş ve Bağdat vakfından maaş bağlatmıştır. Ancak Fuzûlî, her nedense bu maaşı alamamış, o saf, müstehzî ve mütevekkil edâsıyla meşhur Şikâyetnâme’sini yazmıştır.

Zira şâirler, umûmiyetle ferdî bir tefekkür ve tahassüs sahibi olarak gözükseler de onlar aslında içinde yaşadıkları topluluğun hissiyâtına tercümandırlar. Böyle oldukları nisbette de benimsenip rağbet görürler. Bu yüzden onlar, içinde yaşadıkları toplulukların bir nevî sözcüleri gibidirler. Dolayısıyla idrâkleri ve gönülleri sosyal hayat bakımından müşterek bir kaderle bağlı oldukları topluluğun iştiyakları ve kültürüyle beslendiğinden, bir şâiri içinde yaşadığı topluluktan ve o toplulukla birlikte tâbî bulunduğu siyâsî, ictimâî çalkantılardan tecrîd etmek mümkün değildir.

ŞİKAYETNAME

Şikâyetnâme yazan Fuzûlî’nin durumu da böyledir.

Bununla birlikte Bağdat’ın Osmanlı idâresi altındaki yıllarında, başta Üveys Paşa olmak üzere Ayas ve Mehmed Paşalar’ın himâyesinde emin bir hayat süren şâir, en önemli eserlerini de bu devirde vermiştir.

Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Âbide Şahsiyetleri ve Müesseseleriyle Osmanlı, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

  • Selâmün Aleyküm gardaşlarım, ellerinize sağlık, Sizi daim izliyorum, Helâl olsun,Maşallah.Ama dikkatinize sunmak istediyim bir şey vardır, Azeri anlamı yoktur ve hiçbir zaman olmayip, biz Azerbaycan Türkleriyiz. Saygılarımla Galib Ahmad Azerbaucan, Bakü.

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.