Fâtiha Suresi 1. Ayetinin Meali, Arapçası, Anlamı ve Tefsiri

Fâtiha Suresi 1. ayeti ne anlatıyor? Fâtiha Suresi 1. ayetinin meali, Arapçası, anlamı ve tefsiri...

Fâtiha Suresi 1. Ayetinin Arapçası:

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

Fâtiha Suresi 1. Ayetinin Meali (Anlamı):

Rahmân ve Rahîm Allah’ın ismiyle…

Fâtiha Suresi 1. Ayetinin Tefsiri:

İSTİÂZE

Nahl sûresindeki:

فَاِذَا قَرَاْتَ الْقُرْاٰنَ فَاسْتَعِذْ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّج۪يمِ

Kur’an okuyacağın zaman kovulmuş şeytandan hemen Allah’a sığın! (Nahl 16/98) emri gereğince Kur’ân-ı Kerîm okumaya başlarken:

اَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّج۪يمِ

“Kovulmuş şeytandan Allah’a sığınırım” deriz. Bu sözü söylemeye “istiâze” denilir. “Eûzü”, sığınırım, emân dilerim, yardım taleb ederim, gibi anlamlara gelir.

Cebrâil (a.s.)’in Peygamber Efendimiz’e getirdiği şeylerin ilki istiâze, besmele ve “Yaratan Rabbının adıyla oku!” (Alak 96/1) meâlindeki  âyetidir.

“İstiâze”, Kur’ân okumaya başlamadan önce olmalıdır. Zira ayetteki “Kur’ân okuduğun zaman” sözü, “Kur’ân okumak istediğin zaman” mânasına gelir. (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, I, 3)

“İstiâze”, huzûra girmek için kapıyı vurup izin istemeye benzer. Kur’ân okumak isteyen kimse, Allah Teâlâ ile konuşmaya başlayacağından, kendini ilgilendirmeyen konulardan uzak kalmalı, dedikodu, çekiştirme ve iftira gibi günah kirlerinden dilini temizlemelidir. Dilin, bu tür kirlerden temizlenmesi ise ancak “eûzü” çekmekle yani bunların tümünden Allah’a sığınmakla mümkün olabilir.

“İstiâze”, Allah’a yaklaşmak için mühim bir vesîle, O’ndan hakkıyla korkanlar için bulunmaz bir sığınak, günahkârlara tutamak, helâke uğramış olanlara barınak, âşıklara gönül aydınlığıdır.

İstiâze, Rabb ile kul arasında bir sözleşmedir. Allah Teâlâ: “Siz bana olan sözünüzü tutun ki, ben de size olan sözümü tutayım (Bakara 2/40) buyurmaktadır. Sanki kul “Eûzü” çekerken, “Allahım, ben bir insan olarak noksanlarımla birlikte kulluk sözümü yerine getirdim; sana sığındım ve senden bağışlanma diliyorum. Sen ise iyilik ve ikramda kemâl sahibisin. Şanına yakışan, rabbim olarak bana verdiğin sözü yerine getirerek beni koruman ve himâyene almandır” demektedir. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, I, 85-86)

Allah’a sığınmak, yaratılandan Yaratan’a, halktan Hakk’a dönmektir. Her türlü iyiliği elde eedip her türlü kötülükten uzaklaşma kastıyla hiçbir şeye ihtiyacı olmayan Allah’a yöneliştir. Böyle bir şuurla yapılan istiâzede “Allah’a koşun!” (Zâriyât 51/50) âyetinin sırrı tecellî eder. Ayrıca istiâze, kulun Cenâb-ı Hakk’a yakın olabilmek için acizliğini anlamaktan başka yol olmadığını bilmesidir. Acziyeti hissetmek ise mânevî makamların sonuncusudur.

“Allah” lâfz-ı celâli kelime yapısı itibariyle türemiş değildir. Çünkü bu kelimenin aslına vakıf olmak ve ne mânaya geldiğini tam olarak bilmek mümkün değildir. Nitekim İmam Teftâzânî bu hususa işaret ederek “Akıl, Allah’ın zât ve sıfatını bilmede nasıl şaşkınlığa düşmüşse, O’na isim olan kelime hakkında da aynı şaşkınlığa düşmüştür. Allah kelimesi «İsim mi, sıfat mı? Türemiş mi, değil mi? Alem yâni özel isim mi, değil mi?» soruları kolayca cevap verilecek cinsten değildir” demektedir.

“Şeytan”, Allah’ın rahmetinden kovulup lânete uğradıktan sonra bu ismi almıştır. Şeytan lâfzından açıkça anlaşılan İblîs ve yardımcılarıdır. Ancak bunun insan ve cinlerden doğru yolu bırakıp sapıklığa düşenler hakkında kullanılan genel bir isim olduğu da bir gerçektir. Nitekim Allah Teâlâ: “İnsan ve cin şeytanları” (En‘âm 6/112) ifadesiyle buna işaret buyurmaktadır.

“Racîm”, lânete uğraması sırasında, melekler tarafından göğün katlarından atılarak kovulan şeytan demektir. Yahut göğe yükselmek isteyen şeytanın yıldız kayması şeklinde taşlanarak kovulmasıdır. Göğün katlarına yükselip Levh-ı Mahfûz’dan bilgi çalmaya yeltenmesi, şeytanın kötü sıfatlarından biridir. Kur’ân’da şeytanla ilgili daha bir çok kötü isim ve sıfat vardır. Bunlar içinde onun tüm kötülüklerini ifade eden kelime “racîm”dir. Çünkü “racîm” şeytanla ilgili tüm cezaları kapsar. Bu yüzden Kur’ân okumaya başlarken şeytanın isim ve özellikleri arasından bu vasfı hususi olarak seçilmiştir.

Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarına, fiillerine ve zâtına yapılabilecek istiâze olmak üzere üç çeşit istiâzeden söz etmek mümkündür. Bunlara işaret etmek üzere Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur: “Allahım, senin öfkenden hoşnutluğuna, ceza vermenden affına, senden yine sana sığınırım.” (Müslim, Salât 222; Ebû Dâvûd, Vitr 5; Tirmizî, Da‘avat   112)

⚘     İstiâze yapan mü’min;

⚘     İnanç, amel ve bedenle ilgili bütün kötülüklerden,

⚘     Bütün haramlardan,

⚘     Hastalık, yangın, suda boğulma, fakirlik, körlük ve sakatlık gibi sayısız belâ ve musîbetlerden,

⚘     İnsan, cin ve hayvanlardan gelebilecek her türlü şerlerden,

⚘     Korkulacak her türlü âfet, belâ ve musibetlerden her şeye gücü yeten Allah’a sığınmış olur.

Gerçek istiâze, sadece sözle gerçekleşmez. İstiâzenin gerçekleşebilmesi için kalb, dil ve fiil uygunluğu gereklidir. Diliyle “Allah’a sığınıyorum” dediği halde hâli ve fiili ile şeytana sığınanın istiâzesi makbûl bir istiâze sayılmaz. Belki bu, nefs ile şeytanın günah ve azgınlıkta birbirleriyle işbirliği yapması olarak telakki edilebilir.

Bu bakımdan insanlar, ancak mânevî durumlarına göre istiâze yaparlar. Sıradan insanlar, mânasını anlamadan sadece sığınma cümlelerini tekrar eder dururlar. Âriflerin istiâzesi ise, Allah’tan başkasını görmemek, böylece birliğe erip çokluktan uzak durmaktır. Zaten şeytan, ârifin nûruna yaklaşamaz, hatta ondan kaçar. Ebû Said Harrâz (k.s.)’ın şu hali bunun en güzel bir misalidir: Hazret, rüyâsında İblîs’i görür ve ona elindeki asâyla vurmak ister. İblîs ise ona: “Yâ Ebâ Said, ben asâdan değil, ârifin kalb semâsında doğan mârifet güneşinin ışığından korkarım” der.

Hasan Basrî (k.s.): “Allah Teâlâ, kalp huzuruyla istiâzede bulunan kimse ile şeytan arasına üçyüz perde koyar. Her perdenin kalınlığı, yer ile gök arası kadardır” buyurur.

İstiâze yaparken göz önünde bulundurulması gereken bir kısım edep kaideleri vardır. Bunlara dikkat edilince elbetteki sığınma duygusunun insan üzerindeki etkisi daha fazla olacaktır:

❂    Allah’a sığınmada, yaratılmışlardan yaratana, mümkün varlıklardan varlığı kendinden olan Zât’a yükselme vardır. Kul muhtaç, Allah ise ganî ve müstağnîdir. Sığınan kul, Allah’ın bütün iyilikleri yaratmaya ve kötülükleri savmaya gücünün yeteceğine inanır ve bütün kalbiyle O’na yönelir.

❂    Sığınan kul, nefsinin acizliğini, Rabbin kudretini itiraf etmiş olur. Zira Allah’a yaklaşmanın en kestirme yolu acziyet ve gönül kırıklığıdır.

❂    Hayırlı ve sâlih ameller işlemek ancak şeytandan kaçmakla kolaylaşır. Bu kaçış da ancak Allah’a sığınmakla olur.

❂    Şeytan insanın apaçık düşmanı (Fatır 35/6), Rahman olan Allah ise insanın yaratıcısı, efendisi ve bütün işlerini düzenleyenidir. İnsanın düşmanından dostuna sığınması ne güzel bir davranıştır.

❂    Şeytanın vesvese verdiği işlerin en başında Kur’an okumak gelir. Zira Kur’an okuyan Allah’ın emirlerini hatırlar ve tutar, yasaklarından da kaçar. Bu hikmete dayalı olarak özellikle bilhassa Kur’ân-ı Kerîm okumaya başlarken istiâze çekilmesi istenmiştir.

❂    Mü’minin biri açık diğeri gizli iki düşmanı vardır. Açık düşmanı kâfirler, gizli düşmanı ise şeytandır. Kâfirlerle mücadelede savaş emri varken, şeytanla mücadelede ise istiâze emri vardır. Her iki cihadda da Allah mü’minin yardımcısıdır. Açık düşmanı tarafından öldürüldüğünde mü’min şehîd olur, gizli düşmanı tarafından öldürüldüğünde ise kişi Allah’ın rahmetinden uzaklaştırılır. Bu sebeple gizli düşmanın şerrinden kaçınmak daha önceliklidir.

❂    Mü’minin kalbi en şerefli ve en temiz yeridir. Mü’min kalbini şeytanın her türlü vesvesesinden temiz tutmalı ve oraya Allah’ın mârifetini yerleştirmeli ki, Allah da âhirette en temiz ve en güzel yer olan cenneti ona nasip kılsın. Yani kul kalbini bütünüyle Allah’a adamalı ki, Allah da ona âhirette cenneti nasip kılsın. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, I, 81-83)

Unutmamak gerekir ki şeytan, insan tabiatına daha çok oburca yemek içmek yoluyla musallat olur. İnsan, yiyip içmeyi azaltıp oburluğu bıraktığı takdirde, midesinin ve nefsinin arzusunu önlemiş olur. O zaman şeytan ona nüfûz imkânı bulamaz. Onu etkileyemez.

Rivayete göre Nûh (a.s.) gemiden çıkınca İblîs’e sordu: “Ey Allah’ın düşmanı, kendilerini saptırıp helâke düşürmede sana ve askerlerine en çok yardımcı olan, insanların hangi huylarıdır?” İblîs şu karşılığı verdi: “Eğer bir insanda pintilik, hırs, hased, kibir ve acelecilik gibi huylardan biri varsa, biz onu helâk çukuruna yuvarlarız. Eğer bir kimsede sayılan bu kötü sıfatların hepsi toplanacak olursa böyle birine de: «Azgın şeytan» deriz. Çünkü bunlar, şeytanların liderlerinin özellikleridir.” (Bursevî, I, 6)

İşte biz, istiâze bereketiyle şeytanın bütün vesvese, tahrik ve kötülüklerinden Yüce Rabbimize sığınma fırsatı buluyor, peşinden okuyacağımız besmeleyle de yeryüzünde Allah’ın ismiyle ve Allah adına yapacağımız gerçek bir kullukla sorumluluğumuzu beyân ediyoruz:

 

BESMELE

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

“Besmele”, Kur’ân-ı Kerîm sûrelerini birbirinden ayırmak üzere gelmiştir. Hanefilere göre Fâtiha dâhil hiçbir sûreye ait olmayan müstakil bir âyettir. Neml sûresi 20. âyette yer alan besmele ise o âyetin bir bölümünü oluşturur. Besmele, Kur’ân’ın anahtarıdır. Teberrük olarak, yani bereketinden istifade etmek maksadıyla her sûreye onunla başlanmaktadır. Bu vesileyle Resûlullah (s.a.s.) her hayırlı işe besmele ile başlamamızı tavsiye buyurmakta, besmele ile başlanmayan işlerin neticesinin sonuçsuz kalacağını şöyle haber vermektedir:

“Besmeleyle başlanmayan her mühim işin sonu eksiktir.”  (Ali el-Müttakî, I, 555, no: 2491)

Okuyuş sırasında besmele istiâzeden sonra gelir. Bunun hikmeti şu olabilir:

Bir mekanı süsleyip güzelleştirmeye başlamadan önce oradaki lüzumsuz ve zararlı şeyleri çıkarıp temizlemek gerekir. Bu kurala göre kalb de öncelikle istiâzeyle yaratıklara yönelmekten temizlenir. Bunlardan tümüyle uzaklaşıp arındıktan sonra besmeleyle Allah’a yönelir, mânen gelişip güzelleşir. (Bursevî, I, 6)

“Bismillâhirrahmânirrahîm” sözü, “Rahman Rahîm Allah’ın ismiyle” anlamını taşımaktadır. Dolayısıyla Kur’an okumaya başlarken besmele çeken mü’min, “Kur’an okumaya Allah’ın ismiyle başlıyorum” demiş olur. Diğer güzel ve hayırlı amellere başlarken çekilen besmele de, o işe Allah’ın ismiyle başlandığını gösterir.

Besmelede Yüce Rabbimizin üç güzel ism-i şerifi zikredilir. Bunlar Allah, Rahmân ve Rahîm isimleridir:

“Allah”, Yüce Rabbimizin en büyük ismidir. “Kendisine kulluk edilen en yüce zât, yegâne ilâh” demektir. Bu isim, Cenâb-ı Hakk’ın, Kur’ân-ı Kerîm’de ve diğer ilâhî kitaplarda geçen bütün isim ve sıfatların hepsini kendinde toplamıştır. Cemâl ve celâl sıfatlarının hepsini içine alır. Tercih edilen bir görüşe göre Allah ismi, İsm-i Âzam’dır.” (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb,I, 101)

“Rahmân”, rahmet kökündendir. Rahmet, sözlükte kalp inceliği ve şefkat anlamındadır. Anne rahmi de bu köktendir. Çünkü anne; rahminde taşıdığı yavruya karşı şefkat ve merhamet duyar. Burada rahmetten kastedilen, ikrâm ve ihsândır. Buna göre mâna: “Yaratıklarına rızık veren, onlardan belâ ve âfetleri uzaklaştıran, takvâsı sebebiyle takvâ sahibinin, günahı sebebiyle günahkârın rızkını artırıp eksiltmeyen, aksine herkese ve herşeye dilediği ölçüde rızık veren” demektir. Diğer bir tarifle: “Bütün yaratıklara rızıkları, hayatı devam ettirme vesileleri ve her türlü faydaları temin hususunda rahmeti yaygın olan rahmet sahibi demektir. Rahmeti, mü’min ya da kâfir, iyi veya kötü herkesi kuşatandır.” (Beyhakî, Kitâbu Esmâ ve Sıfât, s. 52)

“Rahîm”; acıyan, esirgeyen, istendiğinde veren, istenmediğinde öfkelenendir. İnsanoğlu kendisinden bir şey istendiğinde öfkelenir. Allah Teâlâ ise, istenmediği zaman öfkelenir. Zira rahmet, kendisinin zâtî sıfatı olup Allah’ın iyiliği ulaştırmayı, kötülüğü uzaklaştırmayı istemesidir. Allah’ın kullarına en büyük rahmeti, onları yaratmak suretiyle varlık nimetini onlara ulaştırması, yokluğun kötülüğünü de onlardan uzaklaştırmasıdır. Zira yok iken varolmak, en büyük iyilik ve benzersiz bir nimettir.

Kur’ân-ı Kerîm’deki kullanışlarına baktığımız zaman Rahman’a, “rahmetle sıfatlanmış olan”, Rahîm’e ise “rahmetiyle merhamet edici olan” mânası verilebilir. İbn Abbas (r.a.) şöyle der: “Rahmân, refîk olan, Rahîm ise yaratıklarını rızıklandırmakla şefkatini gösterendir.” (Âlûsî, Rûhu’l-me‘ânî, I, 161)

Besmelenin faziletiyle ilgili şöyle bir kıssa anlatılır:

Rum meliki Kayser, Hz. Ömer’e şöyle bir mektup yazdı: “Başımda dinmek bilmeyen bir ağrı var. Eğer bildiğiniz bir ilacı varsa lütfen bana gönderin. Çünkü gittiğim hiçbir doktor, derdime bir çare bulamadı.” Mektubu alan Ömer (r.a.) Kayser’e bir başlık gönderdi. Kayser bunu giyince ağrısı kesiliyor, çıkardığında yeniden başlıyordu. Merak etti: “Acaba bu başlıkta ne vardı ki ağrısını dindiriyordu.” Başlığı çıkarıp iyice kontrol edince üzerinde besmele yazılı bir kâğıt buldu.

Nakledildiğine göre sâlih zâtlardan biri, bir kağıda “Bismillahirrahmanirrahîm”  diye yazmış, öldüğünde bu kağıdı kefeninin içine koymalarını yakınlarına vasiyet etmişti. “Bunun sana ne faydası olacak” diye sorduklarında ise şu cevabı vermişti:

“Kıyamet günü Rabbimin huzuruna varınca, «İlâhî! Sen bize bir kitap gönderdin, bu kitabın açılış sözünü ve başlığını da “Bismillahirrahmanirrahîm” yaptın. Şimdi senden bana o yüce kitabının başlığına ve orada zikrettiğin Rahmân ve Rahîm gibi sonsuz rahmet sıfatlarının gereğine göre davranmanı istiyorum» diyeceğim.” (Ayıntâbî, I, 13-14)

Besmeleyi bu iman ve anlayış içinde okuyan her müslüman, Allah’ın sınırsız merhametinden faydalanmak için O’nun kâinata serdiği sayısız nimetlere bakarak bütün bunların kendi istifadesine hizmet etmesi için insanın bilgiyle donanmış, tecrübelerle zırhlanmış olması gerektiğini anlar. Bütün insan bilgisinin Allah’ın rahmanlığından bir zerre olduğunu ve kendisinin bu zerredeki sayısız feyiz ve bereketlerden faydalanmaktan başka bir şey yapamayacağını farkeder. Allah’ın rahmanlığına sığınarak bu sayısız feyiz ve bereketlerden nasip almayı diler. Sonra kendisinin bütün çalışma ve gayretlerinin de ancak Allah’ın rahimliği sayesinde yeni ufuklar açmaya yardım ettiğini kavrayarak, bu ikramların yegane kaynağı olan Allah’ı zikretmiş olur.

Kur’ân-ı Kerîm’in başında kullarına nihayetsiz rahmet sahibi olduğunu ilân eden, bu vesileyle onlara da merhametli olmayı tavsiye buyuran Allah Teâlâ, insanlık âlemine en büyük rahmet tecellisi olarak lütfettiği kitâbını Fâtiha sûresiyle açarak buyuruyor ki: 

Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri

Fâtiha Suresi 1. ayetinin meal karşılaştırması ve diğer ayetler için tıklayınız

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.