Ebû Muhammed Cerîrî (k.s.) Kimdir?

Adı Ahmed b. Muhammed; künyesi Ebû Mu­hammed; nisbesi Cerîrî ya da Cüreyrî’dir. Cerîr, Kûfe yakınlarında bir yerin adı. Cüreyr ise Mekke yakınlarında bir yerin ve Kûfe civarında yaşayan bir kabilenin adı. Ebû Muhammed'in nisbesi bunlardan hangisiyle ilgilidir kesinlikle bilinmediğinden, bâzı kaynaklarda Cerîrî bazılarında ise Cüreyrî olarak geçmektedir.

Ebû Muhammed Cüneyd’in yetiştirdiklerindendir. Sehl b. Abdullah et-Tüsterî’den feyz aldı. Fıkıh ve usûl ilimlerinde üstaddı. İlminin sağlamlığı, hâlinin kemâli sebebiyle vefatından sonra Cüneyd’in makamına geçirildi. Cüneyd’in daha sağlığında ona hitaben: “Cerîrî, müridlerime edeb öğret! Riyâzatlarına nezâret et!” diye vasiyette bulunduğu bilinmektedir. Bir yıl kadar Mekke’de mücâvir olarak bulundu. Mücâvereti sırasında riyâzat ve edeb konusundaki titizliği devam etti. Sırtını yere koymadığı ayaklarını uzatmadığı rivayet edilir. Hübeyr senesi diye bilinen, Karmatîlerin halkı kırıp geçirdiği yıl, yaşı yüzü aşkın iken vefat etti 321/933.

SULHÜ OLMAYAN CENK

Tasavvuf konusunda şöyle konuşurdu: “Tasavvuf sulhü olmayan bir cenktir.” Yani tasavvuf talep ve sulh ile ele geçmez. Ancak nefs ile cenk suretiyle gerçekleşir. Çünkü tasavvuf kahreden öldürücü bir yıldırım gibi yukarıdan aşağıya iner ve insanı olgunlaştırır.

Bir defasında: “Tasavvuf nedir?” diye sordular. Şu karşılığı verdi:

– Tasavvuf tahallî ve tehallî’dir. Yani çirkin ve aşağı her türlü kötü huydan uzaklaşmak, güzel ve yüksek her türlü huyu benimsemektir.

Tasavvuf: “Kalp huzûru, murakabe ve dağınık olmayan bir zihinle Allah’ı zikretmen, semâ’ ile vecd ve sünnete uygun amel etmendir.”

Tasavvuf: “Halleri murâkabe ile edebe sarılmaktır. Çünkü zâhid amelini, ârif de hâlini murakabe eder.” Ama ikisinin de yaptığı murâkabedir.

Tasavvuf ehlinin hâlini ve yolunu: “Bizim işimiz murâkabe ile kalbe sahip olmak, Zâhiren de ilmin gerektirdiği ile kaim ve âmil olmak” diye özetlerdi.

Cerîrî, Kur an daki: “Rabbani alimler olun!” (Âl-i İmran, 3/79) ayetini “Allah ile söyleyen, Allah’tan dinleyenler olunuz” şeklinde yorumlayarak “Sözünüz, özünüz ve kulak verdiğiniz Allah kelâmı olsun. O’nunla duyun, Onunla dinleyin, O’nunla söyleyin” demek isterdi.

ÜÇ ESAS

İmanın devamını, dinin kıvamını, bedenin salâhını üç şeye bağlardı: İktifâ, ittikâ ve ihtimâ. İktifa; Allah’ı kendisi için yeterli görmekti. Allah’ı kendine kâfî görenin içi durulur, iktifâ sonucu marifet-i ilahiyyeye varılır. İttikâ; Allah’ın yasaklarından sakınmaktır. Allah’ın yasaklarından sakınanın sîreti ve yaşayışı düzelir. İttikânın sonu ise güzel ahlâktır. İhtimâ; nefsi perhizkârlığa, az yemeğe alıştırmaktır. Kendisine uygun düşmeyen gıdalara dikkat eden, nefsini riyâzat üzere bulundurur. İhtimânın sonucu, tabiatın itidal üzere olmasıdır.

Nefsin istilâsına uğrayanın; şehvetin esiri, hevâ ve heves zindanlarının mahkûmu olacağını söylerdi. Kul nefse esir olunca, kalp mânevî feyizlerden mahkûm kalırdı. Dil, Hakk kelamı ile meşgul olmasa da kalbi ondan haz ve lezzet almazdı.

Dinin aslî hükümleri yanında fer’î ahkâm ve âdabın önemine işâret ederdi. Müşâhede makamına ulaşmanın, fer’î meselelerde ve âdâbda Allah’ın önem verdiği hususlara saygılı olmaktan geçtiğini söylerdi.

VECD VE SEMÂ

Vecd ve semâ’ konusunda Cüneyd ile aralarında geçen hikâyeyi şöyle anlatırdı: “Birgün İbn Mesrûk ve diğer bazı kimselerle Cüneyd’in huzurunda bulunuyordum. Mecliste bir de kavvâl, yani ilahi okuyan vardı. Kavvâl okumaya başlayınca İbn Mesrûk ve diğer bazıları vecdlerini artırmak maksadıyla (tevâcüd) ayağa kalktılar. Cüneyd ise sakin bir şekilde oturuyordu. Cüneyd’e: “Semâ’ yapmak istemez misiniz?” diye sordum. O: “Dağları yerinde hareketsiz olarak gِrürsün, halbuki onlar; bulut gibi gelip gitmede ve dِnmededir.” (en-Neml, 17/ 88) ayetiyle cevap verdi. Ve bana: “Peki sen semâ’ yapmaz mısın?” diye sordu. Ben de: “Semâ’ meclisinde saygı duyulan, hayâ edilen bir muhterem zat varsa vecdimi tutar, kendime hâkim olmaya çalışırım. Kimsenin bulunmadığı yerde ise, vecd ve heyecanımı salıverir semâ ederim” diye karşılık verdim.”

Uzleti, halktan uzaklaşmak olarak görmez, Hakk’a yakınlaşmak olarak anlardı. Ona göre uzlet kalabalık arasına girmek, Hakk’ı bırakıp halk ile meşgul olmasın diye sırrı korumak, nefsi günahtan uzaklaştırmaktı, kalbi yalnız Allah’a bağlamaktı. Çünkü uzlet ve yalnızlığı, halk ile ülfet ve ihtilâta tercih edenler izzete ererlerdi.

Sabrı şöyle tanımlardı: “Kalbin sükûnetle nimet ve mihneti aynı görmesidir. Tasabbur ise, yani zorlanarak sabretmekse, mihnet yükünün ağırlığını kalbinde hissetmekle beraber, musîbetleri sükûnetle karşılamaktır.”

İnsan ile ihsan, nimetle kulluk arasında ilgi kurar, halkın çoğunun nimetin kulu olduğunu, Mun’im’in yani nimeti verenin kulu olma bahtiyarlığına erenlerin ender bulunduğunu anlatırdı.

İlk asrın, yani saadet çağının insanlarının muamelesinin din üzerine bina edildiğini, daha sonra dinin zaafa uğradığını, ikinci asırda vefa duygusunun ön plana çıktığını, üçüncü asırda vefanın da kaybolup onun yerini mürüvvetin aldığını, dördüncü asırda mürüvvetin de zail olup muamelenin temeli olarak hayanın devreye girdiğini ve hayası olmayanın imanı olmayacağını söylerdi.

Cerîrî hacc için Mekke’ye gitti. Dönüşte üstadı Cüneyd, kendisini ziyaret etmek suretiyle bir zahmete girmesin diye acele davranarak şeyhinin ziyaretine vardı. Ziyaretinin ertesi günü sabah namazında Cüneyd, Cerîrî’nin namaz kıldığı camiye O’nu ziyaret maksadıyla gelmişti. Cerîrî şeyhini görünce: “Efendim, siz zahmete gir mey esiniz diye dün ben sizin ziyaretinize gelmiştim” dedi. Cüneyd şu karşılığı verdi: “Dünkü yaptığınız sizin fazilet ve lütfunuzdu. Bu ise hakkınız.”

KUR’AN OKUMAK

Kur’an okumaya çok düşkündü. Kur’an’ı, Rabbı’nın yüceliğini bilmek ve onun hitabındaki mânâyı candan kavramak için okumak gerektiğini söylerdi. Cennette derecesini yükseltmek kasdıyla Kur’an okuyanın, çoğun yerine aza râzı olduğunu anlatırdı. Çünkü cennet mahlûk, Kur’an ise ezelî ve ebedîdir, derdi. Kur’an’ı dünyalık ve fânî şeylere âlet edenlerin ise O’nun hayrını büsbütün yitirdiklerini ifade ederdi.

Hikmet ehlindendi ve hikmetin kadrini bilenlerdendi. Derdi ki: “Allah indinde herşeyin bir hakkı vardır. Nezd-i ilâhideki hakların en yücesi, hikmetin hakkıdır. Kim hikmeti ehli olmayana bırakırsa, Allah Tealâ ondan hikmetin hakkını ister ve böyleleri Allah Teâlâ’ya karşı husûmete düşerdi.

Bir gün bir adam geldi ve Ebû Muhammed Cerîrî’ye şöyle derd yandı:

– Ben üns makamına ulaşmıştım ve bana bast yolu açılarak bazı keşifler armağan edilmişti. Fakat bu keşifler sonunda birden ayağım kaydı ve o makamın perdesi bana kapandı. Geriledim. Tekrar o makama ulaşmam nasıl mümkün olur?

Ebû Muhammed’in gözlerinden yaşlar boşandı ve şöyle konuştu:

– Herşey yaptığın o hatânın kahrıyla yanmış. Sen nefsinin aldatmasına kapılmışsın. Ona bu hâlinden pay çıkarmışsın. Düşünceni tashih edip tevbe ederek hiçliğe dön.

DİNİN SERMAYESİ

Demiştir ki, yirmi yıl süreyle halvette bulundum. Asla ayaklarımı uzatmadım. Çünkü Allah Teâlâ, kendisiyle hüsn-ü edebe başkalarından daha lâyıktır. Madem ki başkalarına edep gözetiyorum, öyleyse Allah’ın huzurunda edebten nasıl uzak bulunabilirim? Ebu Muhammed Cerîrî şöyle konuşurdu: “Arifler dinin sermayesinin bâtınî ve zahirî olmak üzere şu esaslar olduğunda icmâ’ etmişlerdir. Bunların bâtınî olanları: Allah sevgisi, O’ndan uzak kalma korkusu, O’nu görememe endişesi ve O’na ulaşma ümididir. Zahirî olanlar ise: Doğru sözlülük, cömertlik, alçakgönüllülük, başkasına eziyet vermemek, nefsin isteklerine sabırdır.

O’nun ibadet anlayışı farklıydı. O’na göre ibadet; emrolunan şeyi yapmak, kifayet miktarından fazla dünyevi meşguliyetleri bırakmaktı.

Kişinin ameline aldanmaması gerektiğini söyler ve şunları öğütlerdi. Kim amelinin kendisini umduğuna ulaştıracağını zannederse yolunu sapıtırdı. Çünkü Peygamber -aleyhisselam-: “Sizden hiçbirinizi ameli kurtaramaz” [Buharı, Rikak, Müslim, Münâfikun; buyurmuştur. İnsanı korktuğundan kurtarmayan şey umduğuna nasıl ulaştırır? Kimin Allah’ın fazl-u ihsânına güveni tamsa, onun korktuğundan emin, umduğuna nâil olacağı beklenir.

“Alim kimdir?” diye sordular, şu karşılığı verdi:

Âhireti isteyen ve mesaisini ona hasreden, dünyadan ve dünyevi meşguliyetlerden yüz çeviren kimsedir.

Sûfilerin “fena fi’l-mezkûr” dedikleri zikr-i ilâhî sayesinde Hakk’ta fâni olma olayını şöyle anlatırdı. “Senin zikrin O’nun zikriyle bir oluncaya kadar sana bağlıdır. Senin gibi fânî ve sonradan olmadır. O’nun zikri ise, çok yüce ve her türlü illetten uzaktır. Kadim ile hâdis mukâyese edilemez. Ancak hâdis olan kadîm içinde kaybolur. “Asıl” yani kadîm olan bakî kalır, teferruat ise biter ve hiç yokmuş mesabesine döner. Böylece fena fi’l-mezkûr ortaya çıkar.

Avamın himmetinin soru sormaya, havassın gayretinin dua etmeye, ariflerin düşkünlüğünün ise zikre olduğunu anlatırdı. Gerçek fakir, herşeye sahip fakat hiçbir şeyin kendisine sahip olmadığı kimsedir. Fütüvveti ise; “İnsanların faziletlerini kendinin noksanlarını görmek” olarak tanımlardı.

- rahmetullahi aleyh -

Kaynaklar: Sülemî, s. 259-264; Ebû Nuaym, X, 341-348; Kuşeyrî, I, 144-145; Hücvîrî, s. 187-188; İbnul-Cevzî, II, 447-448; Attâr, s. 579-582; İbnü’l-Mulakkın, s. 71-76; Câmî, s. 139-141; Şârânî, I, 80; Münâvî, I, 513-515; A’lâmun-nübelâ, XIV, 467-468.

Kaynak:  Prof. Dr. H. Kâmil YILMAZ, Gönül Erleri, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

HALLAC-I MANSUR (K.S.) NEDEN İDAM EDİLDİ?

Hallac-ı Mansur (k.s.) Neden İdam Edildi?

HALLAC-I MANSUR’A (K.S.) ATILAN GÜL

Hallac-ı Mansur’a (k.s.) Atılan Gül

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.