Cirane Hadisesi

İslam’da ganimetlerin taksimi nasıl yapılır? Huneyn Savaşı ganimetlerinin dağıtımında meydana gelen hadise: Cirane Vakası...

Tâif muhâsarasını kaldıran Allâh Resûlü, İslâm ordu­suyla birlikte ganîmetlerin ve esirlerin toplandığı Cîrâne’ye geldi. Bu sırada Ebû Mûsâ el-Eş’arî de Evtâs Savaşı’nı kazanarak oraya gelmişti. İslâm ordusu bütün düşmanlarını bertarâf etmişti. Artık sıra ganîmetlerin taksîmin­deydi. Yapılan muhârebelerde yirmi dört bin deve, kırk bin davar, dört bin ukıyye gümüş ele geçmiş, ayrıca altı bin kişi esir alınmıştı.[1]

CİRANE HADİSESİ

Ganîmetleri taksîme başlamadan evvel Allâh Resûlü şöyle buyurdular:

“Yanında ganîmet malı olanlar, iğneden ipliğe ne varsa iâde etsinler! İyi biliniz ki, ganîmet malına hıyânette bulunmak, sâhibi için kıyâmet gününde ârdır, ateştir!” (Muvatta, Cihâd, 22; Ahmed, V, 316)

Bu sırada Hazret-i Peygamber’e esirlerin arasında süt kardeşi Hazret-i Şeymâ’nın bulunduğu haberi geldi. Resûlullâh, hemen onu yanına getirterek ridâsını çıkardı ve Hazret-i Şeymâ’nın altına serdi. Bâdiyede berâber büyüdükleri bu kıymetli süt kardeşe, büyük bir vefâ gösterip şefkatle muâmele ederek:

“−Hoşgeldin!” dedi. Eski günleri hatırladı ve gözleri yaşla doldu. Anne ve babasını sordu. Şeymâ, onların daha önce vefât etmiş olduklarını bildirdi. Allâh Resûlü diğer akrabâları hakkında da bilgi aldı. Daha sonra da:

“−İstersen, sevgi ve saygı görerek yanımda otur! İstersen, sana mallar verip kabîlenin yanına göndereyim? Ben sana bunu da yaparım.” buyurdu. Şeymâ:

“−Sen bana mal ver ve kavmimin yanına gönder.” dedi. Ardından da Müslüman oldu. Allâh Resûlü, Şeymâ Hâtun’a ve âile halkından sağ olanlara, deve ve davarlar verdi. Şeymâ Hâtun’a ayrıca bir erkek ve bir de kadın köle verdi. Şeymâ da onları birbirleriyle evlendirdi. (İbn-i Hişâm, IV, 101; Vâkıdî, III, 913)

GANİMETLERİN TAKSİMİNİN UZAMASININ HİKMETİ

Bundan sonra Hazret-i Peygamber, ganîmetlerin taks­îmini bir müddet daha uzattı. Bunun hikmetini kavrayamayıp teslîmiyeti zayıf olanlar, durumdan şikâyetçi oldular. Bedevî Araplar ganîmetin taksîm edilmesini ısrarla istemeye başladılar. Netîcede Peygamber Efendimiz’i Semüre ağacının altında durdurdular. Cübbesi ağaca takılıp kaldı. Hazret-i Peygamber devesini durdurup:

“−Cübbemi verin bana! Şâyet şu gördüğünüz ağaçlar kadar hayvanım olsaydı, onların tamâmını size paylaştırırdım. Siz de benim cimri, yalancı ve korkak olmadığımı görürdünüz!” buyurdu. (Buhârî, Cihâd, 24)

Resûlullâh ganîmeti taksîm ettiği esnâda üzerine yığılıp o kadar rahatsız ettiler ki, nihâyet (önceki bir peygamberden bahsederek):

“Yüce Allâh kullarından bir kulunu kavmine göndermişti. Kavmi onu dövmüşler ve başını da yarmışlardı. O kul ise hem alnından akan kanı eli ile siliyor hem de:

«Yâ Rabbî kavmimi affet! Çünkü ne yaptıklarını bilmiyorlar.» diyerek duâ ediyordu.” buyurdu. (Ahmed, I, 456; Müslim, Cihâd, 105)

Efendimiz’in ganîmeti taksîm işinde yavaş davranmasının hikmeti, ancak Cîrâne’ye gelişin onuncu günü anlaşılabildi. Mağlûb olan Hevâzin kabîlesinden bir heyet, Allâh Resûlü’ne gelmişler, Müslüman olduklarını bildiriyorlardı. Bu vesîleyle de esirlerinin ve mallarının geri verilmesini taleb ediyorlardı. Bu esnâda Sa’doğulları’ndan biri ayağa kalktı ve:

“–Yâ Resûlallâh! Şu gölgeliklerde bulunanlar, Sen’in süt halaların, teyzelerin ve Sana süt emzirip bakmış olan kadınlardır! Eğer biz Şam veya Irak kralını emzirmiş ve şimdiki duruma düşüp de kendisinin şefkat ve ihsanlarını dilemiş olsaydık, bize esirgemezlerdi. Hâlbuki Sen süt emzirilip bakılanların en hayırlısısın!” dedi.

Hazret-i Peygamber şöyle buyurdular:

“–Ben ganîmet taksîmini bugüne kadar beklettim. Ama siz hayli geciktiniz! Şimdi ya esirleriniz, ya da mallarınızdan birini seçin!..”

Bunun üzerine heyet, esirlerini tercih ettiler. Allâh Resûlü de:

“–Ben size, bana ve Abdülmuttaliboğulları’na düşen esirleri geri veriyorum. Diğerleri için de yarın öğle namazından sonra bana geliniz!” buyurdular.

Ertesi gün Resûlullâh, ashâbını toplayarak onlara meseleyi anlattı. Kendisinin payına düşen esirleri bıraktığını da bildirerek şöyle buyurdu­:

“–Sizden her kim, esirlerini bedelsiz, gönül rızâsı ile vererek kardeşlerini memnûn etmekten hoşlanırsa, böyle yapsın! Her kim de kendi payına düşeni bedelsiz olarak ver­mek istemezse, bunu Allâh’ın ihsân edeceği ilk ganîmetten öderiz. Dileyen de böyle yap­sın!..”

Resûlullâh’ın ashâba mürâcaat etmesi, esirle­rin onların hakkı olması sebebiyledir.

Resûlullâh’ın esirlerini bırakıp kendilerinden de bunu taleb etmesi üzerine bütün sahâbî de aynı fazîletten nasîb alabilmek için gönül hoşnutluğu içinde:

“–Bizler de esirlerimizi Allâh’ın Peygamberi’ne hibe ettik!” dediler. (Buhârî, Meğâzî, 54; İbn-i Hişâm, IV, 134-135)

Böylece o gün Hevâzin’e binlerce harp esîri hiçbir karşılık alınmadan iâde edildi. Târih, böyle bir manzaraya hiçbir zaman şâhit olmamıştı. Ancak şimdi şâhid olu­yordu ki, Allâh Resûlü’nün ümmetine aşıladığı kâbına varılmaz bir İslâm ahlâkı sâyesinde bir dakîka içinde altı bin esir, dünyevî hiçbir karşılık alınmadan serbest bırakılmıştı.

Bu hâl, emdiği sütün hakkına mukâbil kâbına varılmaz bir vefâ tezâhürüdür. Zâlim bir topluluğa ne güzel bir fazîlet dersidir. Hâlbuki beşer, izleri silinmiş iyilikleri hatırına bile getirmez. “VEF” ekseriyetle lügat kitapları içindeki bir kelime olarak kalır.

Bu eşsiz fazîlet netîcesinde bütün Hevâzinliler, topyekûn İslâm’ı kabûl ettiler. Hattâ o sırada Tâif’de bulunan kabîlenin reisi Mâlik bin Avf da durumu öğrenince şaşırdı ve Allâh Resûlü’nün küçük bir dâvetiyle o da İslâm’ı kabûl etme şerefine nâil oldu. Hazret-i Peygamber ona yüz deve ih­sân buyurup yine kabîlesine reis olarak nasb eyledi.[2]

Buradan alınacak ders, en güzel teblîğin güzel ahlâk ile olduğudur. Ayrıca firâsetle yapılan ilm-i siyâsetin, ne kadar büyük bir berekete vesîle olacağıdır. Bunun aksine, akıl­sızca davranışların ortaya çıkaracağı zararların da o kadar büyük olacağına işâret edilmektedir.

İSLAM’DA GANİMETLERİN TAKSİMİ

Allâh Resûlü, ganîmetleri en güzel bir şekilde taksîm buyurmuşlardı. Ganîmet beşe bölünmüş, dördü askerlere verilmiş, bir hissesi de beytül­mâle, yâni hazîneye bırakılmıştı. Beytülmâlin tasarrufu ise dilediği şekilde olmak üzere Allâh Resûlü’ne âit bir haktı. Nitekim Resûlullâh, taksîmâttan evvel bunu, önündeki deveden bir tüy kopararak ashâba şöyle beyân etmişlerdi:

“Benim, sizin ganîmetinizle bir deve değil, bir deve tüyü kadar bile alâkam yok­tur... Neden sabırsızlanıyorsunuz? Ganîmet malları, şu vâdinin (taşları ve) ağaçları kadar da olsa, onları size dağıtacağım. Bunların içinden beşte birini ayırıyorsam, o da yine sizin fakir­lerinize sarf edilecektir.” (Muvatta, Cihâd, 22; Ahmed, V, 316)

Allâh Resûlü, ganîmetlerin ilâhî beyân mûcibince kendisine teslîm edilen beşte bir kısmından müellefe-i kulûba, yâni İslâm’a gönülleri ısındırılmak istenen kimselere fazla fazla pay vermişti. Bunlardan Hakîm bin Hizâm şöyle anlatır:

Resûlullâh’tan bana ganîmet mallarından bir miktar vermesini istedim, yüz deve verdi. Bir daha istedim, yine yüz deve verdi. Tekrar istedim, yüz deve daha verdi. Sonra:

“–Ey Hakîm! Gerçekten şu mal çekici ve tatlıdır. Kim onu hırs göstermeksizin alırsa, o malda kendisine bereket verilir. Kim de ona göz dikerek hırs ile alırsa, o malın bereketi olmaz. Böylesi, yiyip yiyip de bir türlü doymayan kimse gibidir. Veren el, alan elden daha hayırlıdır.” buyurdu.

Bunun üzerine ben:

“–Ey Allâh’ın Resûlü! Sen’i hak dîn ile gönderen Allâh’a yemin ederim ki, hayatta kaldığım müddetçe Sen’den başka kimseden bir şey kabûl etmeyeceğim.” dedim.

Hakîm, Allâh Resûlü’nün verdiği ilk yüz deveyi aldı, gerisini bıraktı. Gün geldi, Hazret-i Ebûbekir ganîmet malından hisse vermek için Hakîm’i çağırdı. Fakat Hakîm onu almaktan kaçındı. Daha sonra Hazret-i Ömer kendisini, bir şeyler vermek için dâvet etti. Hakîm yine kabûl etmedi. Bunun üzerine Hazret-i Ömer:

“–Ey Müslümanlar! Sizi Hakîm’e şâhit tutuyorum. Ben kendisine şu ganîmetten Allâh’ın ona ayırdığı hissesini veriyorum, fakat almak istemiyor.” dedi. Netîce itibâriyle Hakîm, Resûlullâh’ın vefâtından sonra, ölünceye kadar kimseden bir şey kabûl etmedi. (Buhârî, Vesâyâ, 9; Vâkıdî, III, 945)

Kureyş müşriklerinin ileri gelenlerinden Safvân bin Ümeyye, Müslüman olmadığı hâlde, Huneyn ve Tâif savaşlarında Allâh Resûlü’nün yanından ayrılmamıştı. Resûlullâh Cîrâne’de toplanan ganîmet malları arasında dolaştığı ve onlara göz gezdirdiği sırada Safvân da Allâh Resûlü’nün yanında bulunuyor, develer, davarlar ve çobanlarla dolu vâdiye hayran hayran bakıyordu. Peygamber Efendimiz, onun bu hâlini göz ucuyla tâkip ediyordu. Ona hitâben:

“–Ebû Vehb! Vâdi pek mi hoşuna gitti?” diye sordu.

Safvân:

“–Evet!” dedi.

Resûl-i Ekrem:

“–O vâdi de, içindekiler de senin olsun!” buyurdu.

Bunun üzerine Safvân kendini tutamadı:

“–Peygamberden başka hiçbir kimsenin kalbi bu derece cömert olamaz.” dedi ve şehâdet getirerek müslüman oldu. (Vâkıdî, II, 854-855)

Daha sonra Safvân Kureyş’in yanına dönerek:

“–Ey kavmim! Müslüman olunuz. Vallâhi Muhammed öyle ihsanda bulunuyor ki, yokluktan ve yoksulluktan hiç korkmuyor.” dedi. (Müslim, Fedâil, 57-58)

Ebû Süfyân, Akrâ bin Hâbis, Uyeyne bin Hısn, Abbâs bin Mirdâs, Mâlik bin Avf gibi kırk kadar müellefe-i kulûba bu şekilde göz kamaştırıcı mallar verildi.[3]

Abbâs bin Mirdâs isimli şâir, kendisine verilen ganîmet malını az bularak Resûlullâh’a hitâben sitemkâr bir şiir söyledi. Âlemlerin Efendisi bu haberi duyunca onu çağırdı ve:

“–Senin dilini keseceğim!” dedi. Peygamber Efendimiz Bilâl-i Habeşî’ye daha önce:

“Sana onun dilini kesmeni emrettiğimde kendisine bir elbise ver!” diye tembih etmişti. Sonra da:

“–Ey Bilâl! Haydi götür şunu, kes dilini!” buyurdu.

Bilâl, Abbâs’ın elini tutup götürürken Abbâs:

“–Yâ Resûlallâh! Dilimi mi kesecek! Ey Muhâcirler, dilimi mi kesecek! Ey Ensâr, dilimi mi kesecek!” diye çığlık atmaya başladı. Bilâl ise Abbâs’ı çekip götürmeye devâm ediyordu. Abbâs feryâdı çoğaltınca Hazret-i Bilâl:

“–Sus! Resûlullâh bir elbise vererek seni susturmamı emretti.” dedi. Netîcede Bilâl-i Habeşî, sâkinleşen Abbâs’a fazladan bir elbise daha verdi. Allâh Resûlü onun payını da yüz deveye çıkardı. (İbn-i Sa’d, IV, 273; Müslim, Zekât, 137)

Bu esnâda Sa’d bin Ebî Vakkâs:

“–Yâ Resûlallâh! Cuayl bin Sürâka (gibi fakir birini) bıraktın da Uyeyne, Akrâ gibi (zengin ve kavminin ileri gelenlerine) yüzer yüzer develer verdin!” dedi.

Varlık Nûru Efendimiz:

“–Varlığım kudret elinde bulunan Allâh’a yemin ederim ki, Uyeyne ve Akrâ gibi kişilerle yeryüzü dolup taşsa, Cuayl onların tümünden daha hayırlıdır! Fakat, ben bunları İslâm’a ısındırmak için kolluyor, Cuayl’i ise sımsıkı bağlı olduğu Müslümanlığına ve âhirette kendisine hazırlanmış üstün mükâfâtlara havâle ediyorum!” buyurdu. (İbn-i Hişâm, IV, 143; İbn-i Sa’d, IV, 246)

Müellefe-i kulûba ganîmetten bol bol verilmesi, bâzı kim­seler tarafından yanlış anlaşıldığından, ashâb arasında huzursuzluğa yol açtı. Hattâ Temîmoğulları’ndan Zü’l-Huvaysıra adlı birisi haddi aşarak:

“–Ey Allâh’ın Resûlü! Adâleti gözet!” deme cür’etini gösterdi. Bunun üzerine Allâh Resûlü çok mahzûn oldular:

“–Öyle mi? Ben de adâleti gözetmezsem, artık kim adâlet yapar?” buyurarak îtiraz edene sitem ettiler. (Müslim, Zekât, 148)

Çok geçmeden âyet-i kerîme nâzil oldu:

(Ey Resûlüm!) Onlardan sadakaların (taksîmi) husûsunda Sen’i ayıplayanlar da var. Sadakalardan onlara da (bir pay) verilirse râzı olurlar, şâyet onlara sadakalardan veril­mezse hemen kızarlar. Eğer onlar, Allâh ve Resûlü’nün kendilerine verdiklerine râzı olup; «Allâh bize yeter. Yakında bize Allâh da lutfundan verecek, Resûlü de. Biz yalnız Allâh’a rağbet edenlerdeniz!» deselerdi, (daha iyi olurdu).” (et-Tevbe, 58-59)

Bu âyet-i kerîmelerde Allâh Resûlü’nün eliyle yapılan ganîmet taksîminin, aslında taksîmât-ı ilâhî olduğu bildirilmekte ve gâfil kalp ile kalb-i selîm arasındaki fark belirtilmektedir.

Şikâyetçilerin büyük bir çoğunluğu da Ensâr’dandı. Hâlbuki Hazret-i Peygamber bu cömertçe ihsanları, ganîmet malının umûmundan değil, “fey” denilen ve tasarrufu sırf Resûlullâh’a âit olan beşte birlik ganîmetten yapmıştı. Ancak bu bile bâzı Ensâr gençlerinin gayretini tahrîk etmişti.[4] Vâkî olan bu tür îtirazların önünü kesmek için Allâh Resûlü, hâdise daha fazla büyümeden bütün Ensâr’ı toplattı. Onlardan başka hiç kimseyi yanlarına almadığı bu toplantıda, meselenin asıl nüktesinin anlaşılması için Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine ihsân buyurduğu nîmetleri hatırlatarak şöyle hitâb etti:

“−Ey Ensâr! Hakkımda gönlünüzden geçirdiğiniz teessürü işittim. (Fakat söyleyi­niz), sizler yolunu şaşırmış müşrikler iken Allâh Teâlâ, benim vâsıtamla size doğru yolu göstermedi mi? Sizler fakir kimseler iken, benim aranıza gelmemle Cenâb-ı Hak, hepi­nizi zengin kılmadı mı? Aranızda kin ve düşmanlık sizi kemirirken, benim gelişimle Hazret-i Allâh, kalplerinizi te’lîf edip birleştirmedi mi?”

Bu suâllerin hepsine de Ensâr’dan:

“−Bütün minnet ve nîmet Allâh ve Resûlü içindir!” cevâbını alan Efendimiz, mânidar ve içli sözlerine devâm ettiler:

“–Ey Ensâr! Siz bana; «Kavmin Sen’i yalanlamışken aramıza geldin! Sen’i biz tasdîk ettik! Kavmin Sen’i terk ettiği zaman Sana biz yardım ettik! Kavmin Sen’i kovdu, biz Sen’i bağrımıza bastık! Sen yoksuldun, biz Sen’i malımıza ortak yaptık!..» deseydiniz, ben de sizi tasdîk eder; «Çok doğru söylüyorsunuz!» derdim...

Ey Ensâr! Birtakım kimselere verdiğim dünyâ malı yüzünden tarafınızdan söylenmiş olan sözler doğru mudur? Ben birtakım kimselerin kalplerini İslâm’a ısındırmak için ver­diğim ve Müslümanlığınızın kuvvet ve kemâline güvenerek sizi mahrûm ettiğim ehemmi­yetsiz dünyâlıktan dolayı mı canınız sıkıldı, bundan mı nefsinize bir darlık geldi?..

Ey Ensâr! Herkes aldıkları mallarla evlerine giderken, siz de Peygamberiniz’le evle­rinize dönmek istemez misiniz?”

Allâh Resûlü’nün bu ifâdeleri üzerine Ensâr’ın gözlerine birikmiş olan yaşlar seller gibi akmaya başladı. Artık onlar hıçkıra hıçkıra ağlıyorlar ve:

“–Yâ Resûlallâh! Bizler Sen’inle gitmek isteriz!” diyerek muhabbetlerini tâzeliyor­lardı. Onlarla birlikte Allâh Resûlü de ağladı. Resûlullâh, Ensâr’ın bu şekilde teslîmiyet göstermeleri üzerine onları tahsin sadedinde:

“–Ey Ensâr! Eğer hicret şerefi ve fazîleti olmasaydı, ben muhakkak Ensâr’dan biri olmak isterdim... Ey Ensâr! Şâyet herkes bir yol tutup gitse, ben Ensâr’ın yolundan gi­derdim!..” buyurdular.

Bu hüzünlü toplantıdan sonra Ensâr saflarından sâdece; «Allâh’ın Resûlü bize kâfî­dir!» ifâdeleri duyuldu. Böylece, bir yanlış anlamanın açtığı yara, Hazret-i Peygamber’in mübârek sözleriyle sarılmıştı. (Buhârî, Meğâzî, 56; Müslim, Zekât, 135; Heysemî, X, 31)

Allâh Resûlü’nün bu örnek davranışından alacağımız bir­çok ders bulunmaktadır. İnsan tabiati itibâriyle, ihsân ve iyiliğe mağluptur. İhsân edilen kimse, düşman ise düşmanlığı zâil olur; ortada ise daha çok yakınlaşır; yakında ise muhabbeti ziyâdeleşir.

Hulâsa, Allâh Resûlü’nün üsve-i hasene (en güzel örnek şahsiyet) olmasının bir tecellîsi de bu ganîmet taksîminde bâriz bir şekilde görülmektedir.

CİRANE UMRESİ

Resûlullâh Cîrâne’de on üç gün kaldıktan sonra umre için ihrâma girerek oradan ayrıldı.[5] Bu sebeple Mekkelilerle çevresindekilerin Cîrâne’de ihrâma girip umre yapmaları daha fazîletli sayılmıştır.

Dipnotlar:

[1] İbn-i Sa’d, II, 152.

[2] İbn-i Hişâm, IV, 137-138.

[3] Vâkıdî, III, 944-947.

[4] Kâmil Mîras, Tecrîd Tercemesi, X, 341.

[5] Buhârî, Umre, 3; Tirmizî, Hac, 92/935.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hz. Muhammed Mustafa 2, Erkam Yayınları

 

İslam ve İhsan

HUNEYN SAVAŞI

Huneyn Savaşı

HZ. MUHAMMED (S.A.V.) KİMDİR?

Hz. Muhammed (s.a.v.) Kimdir?

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.