Allahın Sevdiği Kul Olduğumuzu Nasıl Anlarız?

Allah'a (c.c) daha yakın olmak için neler yapmalıyız? Allah'ı dostluğunu kazanmanın yolları neler? Allah (c.c) hangi kullarını daha çok sever? İşte cevabı...

Rabbimiz îman dâiresine girerek mü’min olan kulunu seviyor. Âyet-i kerîmede; “Allah, îmân edenlerin dostudur…” (el-Bakara, 257) buyruluyor. Fakat bu îmânı her türlü şerden, kötülük ve fitneden îtinâ ile koruyan müttakî kullarını, yani takvâda mesafe katetmiş kullarını ise daha çok seviyor. Bunu da şöyle ifade buyuruyor:

“…Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır.” (el-Hucurât, 13)

MUHABBETİ İLE KAİNATI YARATTI

Cenâb-ı Hak, mârifetine muhabbet etmiş ve bu kâinâtı yaratmıştır. Mevlânâ Hazretleri bu hakikati, Mesnevî’sinde şöyle ifade buyurmaktadır:

“Şânı ve kudreti pek yüce olan Allah, gizli bir hazine idi. Güzelliğinden, büyüklüğünden ötürü gayb perdesini yırttı. Ve kara topraktan ibâret olan şu dünyayı sayısız varlıklarla, güzelliklerle, hesapsız nîmetlerle doldurdu da göklerden daha parlak bir hâle getirdi.

Gerçekten de Allah gizli bir hazine iken bilinmek istedi. Güzelliklerle dopdolu olduğundan coşup taştı ve toprağı atlaslar giyinmiş bir sultan gibi süsledi, donattı.” (Mesnevî, 2862-2863. beyitler)

Cenâb-ı Hak insanı da mümtaz bir varlık olarak halkedip, ona rûhundan üfledi, kendisinden bir sır bahşeyledi. Yüce Zât’ıyla dostluk seviyesine çıkmasına vesîle olacak istîdatlar lûtfetti.

Bizler, sayısız varlık içinde “insan” olmak için hiçbir bedel ödemedik. Herhangi bir mahlûk olarak da yaratılabilirdik. Lâkin Rabbimiz’in büyük bir lûtfu olarak, meccânen, insan olarak yaratıldık. Cenâb-ı Hakk’ın dostluğuna erişebilmeyi mümkün kılan istîdatlarla müzeyyen kılındık.

Fakat herkes bu dostluk kapısından geçmeye liyâkatli değil. Geçebilmek için, her köşesinde ayrı bir imtihan bulunan bu cihanda, gönül âlemini mâsivâdan, yani Allah’tan uzaklaştıran her şeyden temizlemek ve o kalbi, Cenâb-ı Hakk’ın cemâlî esmâsıyla süslemek gerekiyor. Zira Rabbimiz, cemâlî sıfatlarını kendilerinde müşâhede ettiği kullarını seviyor ve onları, husûsî yakınlık ve dostluğuna mazhar kılıyor.

ALLAH (C.C) HANGİ KULUNU DAHA ÇOK SEVİYOR?

Meselâ Rabbimiz îman dâiresine girerek mü’min olan kulunu seviyor. Âyet-i kerîmede; “Allah, îmân edenlerin dostudur…” (el-Bakara, 257) buyruluyor. Fakat bu îmânı her türlü şerden, kötülük ve fitneden îtinâ ile koruyan müttakî kullarını, yani takvâda mesafe katetmiş kullarını ise daha çok seviyor. Bunu da şöyle ifade buyuruyor:

“…Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır.” (el-Hucurât, 13)

Yine “Rahmân” ve “Rahîm” esmâsının sahibi olan Cenâb-ı Hak, merhametli kulunu çok seviyor. “İnsanlara merhamet etmeyene, Allah da merhamet etmez!” (Buhârî, Tevhid, 2) buyruluyor hadîs-i şerîfte. Efendimiz bir defâsında ashâb-ı kirâma;

“Nefsim kudret elinde bulunan Allâh’a yemîn ederim ki, birbirinize merhamet etmediğiniz sürece cennete giremezsiniz.” buyuruyor. Onlar:

“–Yâ Rasûlâllah! Hepimiz merhametliyiz.” dediklerinde de Efendimiz şu mukâbelede bulunuyor:

“–(Benim kastettiğim) merhamet, sizin anladığınız şekilde yalnızca birbirinize olan merhamet değildir. Bilakis bütün mahlûkâta şâmil olan merhamettir, (evet) bütün mahlûkâta şâmil merhamet!..” (Hâkim, Müstedrek, IV, 185) Yani her şeyi kuşatan bir merhamet…

Peki, Cenâb-ı Hakk’ın merhamet esmâsı, bizim üzerimizde ne kadar tecellî hâlinde? Merhametimiz, sadece şahsımıza mı? Yoksa hâle hâle etrafımızdaki bütün mahlûkâta şefkat ve merhamet kanatlarımız uzanıyor mu?

Hazret-i Mûsâ’ya; “Beni kalbi kırıkların yanında ara!” (Ebû Nuaym, Hilye, II, 364.) buyuran Rabbimiz, merhametimizin garip, yetim, yoksul ve muzdariplere uzandığı kadarıyla bizi dostluğuna kabul buyurur.

Bir düşünelim, mesela Yemen’de, Suriye’de, Arakan’da zulüm altında inleyen din kardeşlerimizin vicdanları parçalayan sessiz çığlıkları, gönüllerimize ne kadar tesir ediyor? Merhametimizi ne kadar galeyâna getiriyor? Kalplerimiz, müslümanların dertlerine derman olabilmek, mâtemlerin civârında bulunabilmek hissiyâtıyla ne kadar titriyor?

Yine merhametimiz, kapımızdaki hayvanata kadar uzanıyor mu? Çünkü Efendimiz şöyle buyuruyorlar:

“Yeryüzündekilere merhamet edin ki, gökyüzündekiler de size merhamet etsin!” (Ebû Dâvûd, Edeb, 58)

Velhâsıl “Allah” diyen bir kalbin, merhametten uzak olması düşünülemez. İnsan da merhamette seviye katettikçe, Allâh’ın muhabbet ve dostluğuna nâil olur.

AFFEDİCİ OL!

Yine “el-Afüvv” esmâsının sahibi olan Cenâb-ı Hak, affedici olan ve ayıpları örten kullarını seviyor. Âyet-i kerîmelerde:

(Ey Rasûlüm!) Affedici ol! İyi ve güzel olan şeyleri emret! (Delil kabul etmeyen ısrarcı) câhillerden yüz çevir.” (el-A‘râf, 199)

“O (takvâ sâhipleri) ki bollukta da darlıkta da Allah için infâk ederler; öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da ihsan sahibi olanları sever.” (Âl-i İmrân, 134) buyruluyor.

Yani Hakk’ın dostluğuna talip isek dâimâ etrafımıza af nazarıyla bakacağız. Şahsımıza yapılan kusurları görmeyeceğiz. Bilâkis onları örtmek için âdeta üzerine bir şal atacağız. Allah Teâlâ’nın, biz kullarının sayısız kusur ve hatâlarını gizleyip affettiği gibi, biz de affedici olacağız. Zira gönüllerinde Allah Teâlâ’nın muhabbetini taşıyanlar, affetmeyi de severler. Allâh’ın kullarını çokça affedeceğiz ki, bizler de ilâhî affa lâyık hâle gelelim ve Cenâb-ı Hakk’ın “Settâru’l-uyûb” sıfatından hisseyâb olalım.

Yine Hakk’a yakın olmak istiyorsak cömert olacağız. Zira “Kerîm” olan Rabbimiz, cömert kullarını çok seviyor. Efendimiz, cömertliğin ilâhî muhabbet ve yakınlığa vesîle olduğunu şöyle haber veriyor:

“Allah Teâlâ cömerttir, ihsan sâhibidir; cömertliği ve yüksek ahlâkı sever…” (Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, I, 60)

Velhâsıl üzerimizde cemâlî sıfatların tecellîlerini çoğaltmaya gayret edeceğiz ki, Allâh’ın dostluğuna liyâkat kazanalım. Bunun için de her an; “…Ne­re­de olur­sa­nız olun, O si­zin­le be­ra­ber­dir…” (el-Hadîd, 4) âyetini dâimâ gönlümüzde taşıyacağız, hiç unutmayacağız. Zira Şeyh Şiblî Hazretleri’nin, kürsüde âhiret ahvâlini anlatan bir vâize dediği gibi, Rabbimiz insana kıyâmet günü soracak;

“Ey kulum! Ben seninleydim, her an yanı başındaydım, sana şah damarından daha yakındım; fakat sen kiminleydin?! (Sen kimin dostluğuna talip olmuştun!)”

Kendi zaaflarımıza karşı da dâimâ duâ hâlinde:

“Yâ Rabbi! Hislerimizi kendi rızân ile te’lif eyle!” diyerek O’na ilticâda bulunacağız. Çünkü insanoğlu, Rabbiyle beraberliği nisbetinde hak yolda ve istikâmet üzeredir. Rabbinden gâfil kaldığı ve O’nu unuttuğu ölçüde de nefsâniyetin hoyratlığına ve şeytanın idlâline dûçâr olur.

HERHANGİ BİR TOPLULUĞA BENZEMEYE ÇALIŞAN, ONLARDANDIR

Diğer taraftan, dostluğun gerektirdiği bir husus da, bu dostluğu korumak için Allâh’a, Rasûl’üne ve İslâm’a muhâlif olanların karşısında yer almaktır. Nitekim âyet-i kerîmede Efendimiz’in yanında bulunan mü’minlerin, küffâra karşı “şedîd” (şiddetli, tâvizsiz) olduğu bildirilmektedir. (Bkz. el-Fetih, 29)

Dolayısıyla mü’min, aslâ gayr-i müslimlere benzemeyecek. Zira hadîs-i şerîfte;

“Herhangi bir topluluğa benzemeye çalışan, onlardandır.”  (Ebû Dâvûd, Libâs, 4/4031) buyruluyor.

Cenâb-ı Hak, Tebbet Sûresi’nde, lâyıkına muhabbet ve müstahakkına nefreti bilhassa ifade etmekte. Hem de Hazret-i Peygamber’in en yakın akraba hükmünde olan öz amcası hakkında; “İki eli de kurusun!” buyurarak.

Çünkü Ebû Leheb, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e düşmandı. Dolayısıyla nefrete müstahak oldu. Bu durumda ona olan nefret, Hazret-i Peygamber’e ve Cenâb-ı Hakk’a olan muhabbetin bir nişânesidir. Bu, küfre karşı da ne vaziyette olmamız gerektiğini gösteren bâriz bir misaldir.

Yine Allah ve Rasûlʼünün düşmanlarını methetmekten, onlara en ufak bir iltifat nazarıyla bakmaktan bile kendimizi korumalıyız. Zira bu bakışlar, onların îtibârını artıracağından, Allâh’ın gazabına sebebiyet verecektir. Hadîs-i şerîfte buyrulur:

“Münâfığa, «efendi» demeyiniz. Eğer onu efendi kabul edecek olursanız, Azîz ve Celîl olan Rabbinizʼin gazabını üzerinize çekmiş olursunuz.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 83; Ahmed bin Hanbel, V, 346)

Unutmamak lâzımdır ki, bir din düşmanının yaptığı bir duvara bile “aman ne güzel” demekten dolayı kalbe menfî bir tesir ârız olur. Bu da îmânımıza zarar verir.

Bugün bilhassa televizyonun bazı menfî yayınlarından, internetin çıkmaz sokaklarından ve insanı isrâfın hoyratlığına savuran modalardan uzak kalmaya gayret edip, îman cevherini korumaya çalışacağız. Çünkü Hak ile dostluk, bunu gerektirir.

Velhâsıl Allâh’ın muhabbetine, yakınlığına ve dostluğuna giden yol, yaşayışımızla ilâhî ahlâka bir ayna olabilmekten geçmektedir. Öyle bir ayna ki, ona bakan herkes, orada nefsânî zaaflarla mâlûl hâlleri değil, Hakk’ın cemâlî esmâsının tecellîlerini seyretmelidir. Zira kesâfetle buğulanmış ve kararmış kalplerin ilâhî ahlâktan ve Hakk’ın dostluğundan alacağı hiçbir nasip yoktur.

Cenâb-ı Hak cümlemize, Habîb-i Edîbi’nin güzel ahlâkıyla ahlâklanarak dostluğuna kabul buyurduğu sâlih ve sâliha kullarından olabilmeyi lûtf u keremiyle ihsan buyursun. Âmîn!..

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Şebnem Dergisi, Yıl: 2019 Ay: Ocak Sayı: 167

İslam ve İhsan

ALLAH SEVGİSİ NASIL OLMALIDIR?

Allah Sevgisi Nasıl Olmalıdır?

ALLAH KİMLERİ ÇOK SEVER?

Allah Kimleri Çok Sever?

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

  • Allah Şüphesiz ki Her Birimizin Hakkını Verecek Kadar Azap Çektirir Veyahut da Mükafatlandırır.

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.