Allah Yolunda Gayret Etmekle İlgili Örnekler

Allah yolunda olmanın ehemmiyeti ve faydası nedir? Allah yolunda gayret sahibi olmak ile ilgili örnekler.

Allah yolunda gayretli olmanın İslâm dînindeki adı “Cihâd”dır. Cihâd, İslâm’ın muhâfazasına ve devâmına medâr olan her fiili içine alan geniş bir mânâya sâhiptir. Dolayısıyla, cihâd için, düşmana karşı mutlaka silâhlı bir mücâdele yapmak gerektiği şeklinde bir düşünceye kapılmamak îcâb eder.

Nitekim âyet-i kerîmelerde ve hadîs-i şerîflerde ifâde buyrulan mal ve can ile cihâddan kasıt da, yalnızca silâhla savaşmak değildir. Zîrâ silâh, zulmü kaldırmak ve hakkı tevzî etmek için son çâre olarak mecbur kalındığında kullanılan bir vâsıtadır.

Cihâdın hedefi fetihtir. Fetihlerin en ulvîsi ise gönüllerin fethidir ki, bunu gerçekleştirebilmek için, başta sözlü ve yazılı tebliğ olmak üzere pek çok yol ve vâsıta mevcuttur.

Nitekim cihâd âyetlerinin çokça nâzil olduğu Mekke döneminde mü’minlerin henüz ciddî bir harp gücü yoktu. Onlar, câhiliye insanlarının zulüm ve terörüne karşı İslâm’ı, yâni insanlığı, hakkı, adâleti tevzî ve tebliğ adına sâdece bir mü’min şahsiyeti sergileyebiliyorlardı. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm, onların bu hâlini “büyük cihâd” diye isimlendirmiştir.[1]

Bu geniş mânâsıyla cihâd, müslümanlar için çok mühim bir vazifedir. Onun ehemmiyetini şuradan da anlayabiliriz ki, Cenâb-ı Hak, bâzı emirlerinde mükellefiyetin hem nisâbını ve hem de nisbetini beyan buyurmuştur. Meselâ zekâtın, ne miktarda mala sâhip olunursa ödenmesi gerektiği belli olduğu gibi ne nisbette ödeneceği de bellidir. Namaz, oruç vs. de hep böyledir. Bunlar tâyin edilen miktarda îfâ edildiğinde mü'min, borçtan kurtulmuş olmanın gönül huzuruna erişebilir. Lâkin, cihâd için ne nisâb, ne de nisbet bildirilmiştir. Bu yüzdendir ki, sâhip olunan imkânları Allah yolunda son haddine kadar sarf etmek gerekmektedir. Zîrâ, ne kadar gayret edilirse edilsin, yine de borcun ödendiğine dâir bir kanaat sâhibi olunamaması, gayretin âzamî derecede sarf edilmesini gerektirmektedir.

Böyle olduğu hâlde, bugün İslâmî esaslar arasında en fazla ihmâl edilen mevzû, cihâddır. Hâlbuki farzların sıralanmasında o ilk sırayı teşkil etmektedir. Lâkin insanların çoğu, dîn gayretiyle İslâm’ın muhâfaza ve müdâfaası istikâmetindeki küçük bir amelde bulunmakla mes’ûliyetini yerine getirdiğini düşünerek hemen tesellîye kavuşmakta, rehâvete kapılmaktadır. Çoğu kimse, bu hususta miktârı tâyin edilmemiş bir borç altında olduğundan gâfildir. Gerçek bir mü’min, îman nîmetini kendisine ulaştıran geçmişlerinin hizmetlerini takdir etmekle birlikte, bu nîmetin gelecek nesillere intikâlini sağlayacak amellere de dört elle sarılmak mecbûriyetindedir. Çünkü günümüzdeki en büyük cihâd, mü’minin kendini toplumun gidişâtından mes’ûl hissederek emr bi’l-mârûf ve nehy ani’l-münker’de bulunması, yâni İslâm’ı güzel bir üslûb ile bizzat yaşayarak çevresindekilere anlatmasıdır.

ALLAH YOLUNDA OLMANIN EHEMMİYETİ VE FAYDASI

Allah yolunda gayret sâhibi olmak, her mü’min için, hem aslî bir vazife hem de en büyük bahtiyarlıktır. Cenâb-ı Hak, rızâ-yı ilâhîsi yolunda gayret etmenin kulları için ne kadar kârlı bir ticâret olduğunu şöyle beyân buyurmaktadır:

 “Ey îmân edenler! Size, elem verici bir azaptan kurtaracak ticâreti göstereyim mi? Allâh’a ve Rasûlü’ne inanır, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihâd edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.” (es-Saff, 10-11)

Yüce Rabbimiz, kendi yolunda yardımlaşarak, kardeşçe ve muhabbetle çalışan kullarını sevdiğini bildirmiş[2] ve onları şöyle müjdelemiştir:

“Bizim uğrumuzda gayret gösterip mücâhede edenlere elbette (muvaffakıyet) yollarımızı gösteririz…” (el-Ankebût, 69)

Zâten Allâh’ın rahmetini ummaya hak kazananlar da ancak böyle kimselerdir.[3]

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz birgün ashâbı ile birlikte yürürken durmuş ve:

“İçinizde, benim Kur’ân’ın nüzûlü ve tebliği husûsunda gayret ve titizlik gösterdiğim gibi, onun tefsîr edilip anlaşılmasında da aynı tavrı sergileyecek kimseler vardır!” buyurmuştur. (Ahmed, III, 82)

Fahr-i Kâinât Efendimiz bu sözüyle, Allâh için çalışan mü’minleri medhetmiş ve onları kendi dâvâsının temsilcileri olarak gördüğünü beyân etmiştir.

Mevlânâ Hazretleri, her hâlükârda Allah yolunda gayret göstermek gerektiğini ne güzel ifâde eder:

“İster yavaş gitsin, ister acele edip koşsun, arayan elbette aradığını bulur. Ey Hak yoluna düşen kişi, isteğine iki elinle sarıl! Çünkü istek, iyi bir kılavuzdur. Topal da olsan, sakat da olsan, uyuklasan, hattâ kusurlu da olsan, yine O’nun yolunda ol, O’na doğru sürün, O’nu, yâni Allâh’ı ara!

Allah yolunda sürüne sürüne çevgen önündeki bir top gibi O’na doğru koş! Bâzen söz söyleyerek, bâzen susarak, bâzen koklayarak her taraftan O Hakîkat Pâdişâhı’nın feyz kokusunu almaya çalış!”

Yine Hazret-i Mevlânâ, Allah yolunda olmanın ehemmiyetini ve faydasını şöyle ifâde eder:

“Uykun varsa bile Hak yolunda uyu, yoldan kalma! Allah yolunda uyurken belki kâmil bir yolcu rastlar da, seni gafletten, uykudaki hayallerden kurtarır.”

Birgün ashâb-ı kirâmdan biri, hangi ibâdetin cihâda denk olduğunu sordu. Rasûl-i Ekrem Efendimiz ona, böyle bir ibâdetin bulunmadığını söyledi. Adam ısrarla aynı soruyu soruyor, Efendimiz de aynı cevâbı veriyordu. Sonunda Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şunları söyledi:

“Allah yolunda cihâd eden kimse neye benzer bilir misin? Savaşa giden yiğit, cepheden dönünceye kadar; hiç ara vermeden namaz kılan, hiç iftar etmeden oruç tutan ve Allâh’ın âyetlerine hakkıyla itaat eden kimse gibidir. Sen bunu yapabilir misin?” (Buhârî, Cihâd, 1; Müslim, İmâre, 110; Tirmizî, Fedâilü’l-Cihâd, 1)

Allah yolunda gayret, herkesin imkânına ve istîdâdına göredir. Herkes aynı şeyden mes’ûl değildir. Kimi malıyla, kimi canıyla, kimi ilmiyle, kimi konuşmasıyla, kimi de beden kuvvetiyle, elinden geldiğince Allah yolunda çalışır ve O’nun rızâsını kazanmaya gayret eder. Mü’min, niyetiyle yaptığı her işin Allah yolunda olmasını sağlayabilir. Samîmî bir niyetle yaşarken, yemesi, içmesi, çalışması, hattâ uyuması bile Allah yolunda sayılır. Helâlinden kazanmak için çalışması, evlâtlarını İslâmî bir terbiye ile yetiştirmek için gayret göstermesi, güzelce ibâdet edebilmek için yiyip içmesi ve uyuması bile ibâdet sayılır. Bu esnâda, imkânı nisbetinde Allâh’ın dînine yardımcı olması veya bu gâye ile çalışanlara destek vermesi de Allah yolundaki gayretler cümlesindendir.

 ALLAH YOLUNDA GAYRET ÖRNEKLERİ

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, büyük bir tevâzû ile Allâh için yapılabilecek her işe koşmuştur. Bir devlet başkanı olduğu hâlde Mescid-i Nebevî’nin inşâsında ashâbıyla birlikte kerpiç taşımıştır. O bir taraftan kerpiçleri taşırken, bir yandan da:

“Bu yük Hayber yükü değildir. Ey Rabbimiz! Bu, Sen’in katında daha kalıcı, daha iyi ve daha temiz bir iştir.” buyurmuştur. (Buhârî, Menâkıbü’l-Ensâr, 45)

Peygamber Efendimiz bu sözleriyle; taşımakta oldukları yükün dünyevî bir menfaat için olmadığını, Allah yolundaki bu gayretin, insanların Hayber’den ticâret maksadıyla getirdikleri hurma ve kuru üzüm gibi maddî metâlardan daha kârlı ve hayırlı olduğunu ifâde buyurmuştur.

Yine mescidin inşâsı esnâsında, toprak taşıyan bir adam, Âlemlerin Efendisi’ne rastlayınca O’na:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Müsâade buyrunuz, kerpicinizi ben taşıyayım!” demişti. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- ise cevâben:

“–Sen git, başka bir tane al! Zîrâ sen Allâh’a benden daha çok muhtaç değilsin!” buyurdu.[4]

Demek ki her insan Allah Teâlâ’ya muhtaçtır ve O’nun rızâsını kazanmak için elinden gelen her hizmete koşmak zorundadır. Bu sebeple de her müslüman, imkânı ve gücü nisbetinde Allah yolunda ihlâsla gayret etmelidir. Allah Teâlâ, kullarını güçlerinin yetmeyeceği hususlarda mes’ûl tutmamakla birlikte, yapabilecekleri hizmetlerdeki ihmalleri sebebiyle de hesâba çekecektir.

Diğer İnsanlar İçin Bir Ecir Var, Senin İçin ise İki Ecir Var!

Mescid-i Nebevî yapılırken, herkes kerpiçleri birer birer taşıyor, Ammar bin Yâsir -radıyallâhu anh- ise, biri kendisi, diğeri de Peygamber Efendimiz için olmak üzere ikişer ikişer taşıyordu. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onu gördü, tozlarını silkeledi ve:

“–Ey Ammar! Sen kerpiçleri niçin arkadaşların gibi birer birer taşımıyorsun?” diye sordu. O da:

“–Allah’tan, bunun ecrini bekliyorum!” dedi. Bunun üzerine, Peygamber Efendimiz onun sırtını sıvazladı ve:

“–Ey Sümeyye’nin oğlu! Diğer insanlar için bir ecir var, senin için ise iki ecir var!” buyurdu. (Ahmed, III, 91; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 256)

Allah Yolundaki Hizmet

Abdullah bin Evfâ -radıyallâhu anh-’ın, hanımı vefât ettiğinde insanlara söylediği şu sözler, ashâb-ı kirâmın Allah yolundaki hizmet ve gayretlere olan şevk ve heyecanlarını ne güzel dile getirmektedir:

“–Onun tabutunu taşıyın, hem de şevkle taşıyın! Çünkü o ve hizmetçileri, temeli takvâ üzerine kurulan Peygamberimiz’in mescidi için geceleri taş taşırlardı. Biz erkekler de gündüzleri ikişer ikişer taşırdık.” (Heysemî, II, 10)

Dünya ve İçindekilerden Daha Hayırlı

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbıyla birlikte Bedir’e doğru yola çıktığında, deve sayısı yetersiz olduğundan, bir deveye sırayla üç kişi biniyordu. Fahr-i Kâinât Efendimiz de, devesine Hazret-i Ali ve Ebû Lübâbe -radıyallâhu anhümâ- ile nöbetleşe biniyordu. Yürüme sırası Peygamber Efendimiz’e gelince arkadaşları:

“–Yâ Rasûlallah! Lütfen siz binin! Biz, Siz’in yerinize de yürürüz.” dediler. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise:

“–Siz yürümeye benden daha tahammüllü değilsiniz. Ayrıca ben de sevap kazanma husûsunda sizden daha müstağnî değilim.” buyurdu. (İbn-i Sa’d, II, 21; Ahmed, I, 422)

İşte Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in sevap kazanma husûsundaki bitmez tükenmez azmi… Bir müslüman da Server-i Âlem Efendimiz’in izini tâkip ederek hiçbir zaman hayra ve sevâba doymamalı, son nefesine kadar Allah yolunda ecir kazandıracak adımlar atmalıdır. Zîrâ bir hadîs-i şerîfte şöyle buyrulur:

“Sabah veya akşam Allah yolunda birazcık yürümek, dünya ve içindekilerden daha hayırlıdır…” (Buhârî, Cihâd, 6)

Allah’ın Rızasını Tahsil 

Genç sahâbîlerin Allâh’ın rızâsını tahsîl için gösterdikleri gayreti sergileyen şu misaller de pek mânidardır:

Peygamber Efendimiz, Bedir’e gitmeden önce ordusunu teftiş etmiş, on beş yaşından küçük olanları geri çevirmişti. Sa’d bin Ebî Vakkâs -radıyallâhu anh-, o gün yaşadığı bir hâtırasını şöyle nakleder:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yaşı küçük olanları çevirmesinden az önce, kardeşim Umeyr’i saklanmaya çalışırken gördüm:

«–Ne oldu sana kardeşim?» dedim.

«–Allah Rasûlü beni küçük görür de geri çevirir diye korkuyorum! Hâlbuki ben sefere çıkmayı çok istiyorum ve Allâh’ın bana şehîdlik nasîb etmesini ümîd ediyorum!» dedi.

Gerçekten de kardeşim Umeyr, Rasûlullâh’a arz edilince onun henüz küçük olduğunu görüp:

«–Sen geri dön!» buyurdu. Umeyr ağlamaya başladı. Onun üzülmesini istemeyen Peygamber Efendimiz de kendisine müsâade buyurdu. Umeyr küçük olduğu için kılıcını ben bağlayıveriyordum. Bedir’de şehîd düştüğü zaman 16 yaşlarında idi.” (Vâkıdî, I, 21; İbn-i Sa’d, III, 149-150)

Savaşa Katılmak İsteyen Gençler

Rasûl-i Ekrem Efendimiz, Uhud Harbi’ne çıkarken, bir yerde durmuş ordusunu teftiş ediyordu. Savaşa katılabilecek yaştaki gençlere izin veriyor, müsâit olmayanları ise geri çeviriyordu. Semüre bin Cündeb ile Râfî bin Hadîc de geri çevrilenler arasında idi. Züheyr bin Râfî:

“–Yâ Rasûlallah! Râfî iyi ok atar!” diyerek onun orduya katılmasını istedi. Râfî bin Hadîc hâdisenin devâmını şöyle anlatır:

“Ayaklarımda mestlerim vardı. Parmaklarımın ucuna basarak uzun görünmeye çalıştım. Rasûlullah da benim orduya katılmama izin verdi. Semüre bin Cündeb, bana müsâade edildiğini duyunca, üvey babası Mürey bin Sinân’a:

«–Babacığım! Rasûlullah -aleyhissalâtü vesselâm- Râfî’ye müsâade etti. Beni ise geri çevirdi. Hâlbuki ben güreşte onu yenebilirim.» dedi. Mürey -radıyallâhu anh-:

«–Yâ Rasûlallah! Benim oğlumu geri çevirip Râfî’ye izin verdiniz. Oysa oğlum güreşte Râfî’yi yener.» dedi. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Semüre ile bana:

«–Haydi güreşin bakalım!» dedi.

Güreştik, neticede Semüre beni yendi. Bunun üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ona da izin verdi.”[5]

İlerle Ey Musab

Genç sahâbîlerden Mus’ab bin Umeyr -radıyallâhu anh-, Uhud’da Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i müdâfaa ederken şehîd olmuştu. Bunun üzerine meleklerden biri, Hazret-i Mus’ab’ın sûretine girerek elinden sancağı almıştı. Peygamber Efendimiz ise henüz O’nun şehâdetinden haberdar olmadığı için sancaktara hitâben:

“– تَقَدَّمْ يَا مُصْعَبُ : İlerle ey Mus’ab!” buyurmuşlardı.

Bunun üzerine melek dönüp bakınca onun Mus’ab değil, bir melek olduğunu fark eden Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm- Efendimiz, mübârek sahâbîsinin şehîd olduğunu anlamışlardı. Daha sonra Mus’ab bin Umeyr -radıyallâhu anh-’ın mübârek naaşı bulunmuş, ancak bu sefer de onu saracak bir kefen bulunamamıştı. (İbn-i Sa’d, III, 121-122)

Sonunda kısa da olsa bir kefen bulundu. Fakat onunla başı örtülse ayakları, ayakları örtülse başı açıkta kalıyordu. Vaziyet Allah Rasûlü’ne bildirildi. Fahr-i Kâinât Efendimiz, mübârek şehîdin başının kefenle, açıkta kalan ayaklarının da Arfec denilen güzel kokulu otlarla örtülmesini emir buyurdu. (Bkz. Buhârî, Cenâiz, 27)

İki Gözcü

Müslümanlar Bedir’e gelip yerleştiklerinde, Kureyş, Umeyr bin Vehb ve süvârîlerinden Ebû Üsâme’yi birbiri ardınca İslâm ordusunu teftiş etmek için göndermişlerdi. İslâm ordusunun etrafını dolaşan bu iki gözcü de, yaklaşık şu beyanda bulundular:

“–Vallâhi, ne kısır ve iri develer ne atlar ne sayıca çok asker ve ne de büyük bir hazırlık gördüm! Fakat öyle bir cemaat gördüm ki, onlar âilelerine dönüp gitmeyi değil, şehîd olmayı arzu ediyorlar! Kılıçlarından başka kendilerini savunacakları bir şeyleri ve sığınakları da bulunmuyor!” (Vâkıdî, I, 62)

Cennete Girmek Üzere Ayağa Kalkınız!

Enes -radıyallâhu anh-’ın bildirdiğine göre, Bedir’de müşrikler yaklaştığında Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Genişliği göklerle yer arası kadar olan cennete girmek üzere ayağa kalkınız!” buyurdu. Ensâr’dan Umeyr bin Hümâm -radıyallâhu anh-:

“–Yâ Rasûlallah! Genişliği göklerle yer arası kadar olan cennet mi?” diye sordu. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-:

“–Evet.” buyurdu. Umeyr:

“–Ne iyi, ne âlâ!” dedi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Niye öyle söyledin?” diye sordu. Umeyr -radıyallâhu anh-:

“–Allâh’a yemin ederim ki yâ Rasûlallah, cennet ehlinden olmayı istediğim için öyle söyledim, başka bir maksadım yok.” dedi. Rasûl-i Ekrem Efendimiz:

“–Şüphesiz sen cennetliksin.” buyurdu.

Umeyr, bu söz üzerine torbasından birkaç hurma çıkartıp onları yemeye başladı. Sonra da:

“–Eğer şu hurmalarımı yiyinceye kadar yaşarsam, bu gerçekten uzun bir hayattır.” diyerek elindeki hurmaları attı ve cihâda koştu. Sonra şehîd oluncaya kadar müşriklerle savaştı. (Müslim, İmâre, 145; Ahmed, III, 137)

Kadına Sormaya Gerek Yok

Tafâve Kabîlesi’nden bir tüccar şöyle anlatır:

“Kâfilemizle Medîne’ye gitmiştim. Mallarımızı sattıktan sonra kendi kendime; «Şu zâta (Peygamber Efendimiz’e) bir uğrayayım da kabîleme O’nunla alâkalı haberler götüreyim.» diyerek Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına vardım. Bana bir ev göstererek şöyle buyurdu:

«–Şu evde bir kadın oturuyor. Bir İslâm birliği ile gazâya çıkmış, geride on iki keçi ile bir dokuma tezgâhı bırakmıştı. Döndüğünde keçileri ile dokuma tezgâhının kaybolduğunu gördü. Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk’a; “Yâ Rabbî! Sen’in yolunda sefere çıkan kimseleri hıfz u emânına aldığını bildirmiş, teminat vermiştin. Keçilerim ve tezgâhım kaybolmuş, Sen’den keçilerimi ve tezgâhımı istiyorum.” diye duâ etti… Sabah kalktığında kaybolan keçilerini ve tezgâhını iki kat fazlasıyla buldu. İşte kadın orada, istersen git kendisine sor!»

Ben de:

«–Sana inanıyor ve Sen’i tasdîk ediyorum, (kadına sormaya gerek yok)!» karşılığını verdim.” (Ahmed, V, 67; Heysemî, V, 277)

Cennette Topallayarak Yürüdü

Ensâr’dan Selimeoğulları’nın reisi Amr bin Cemûh, topal bir kimse idi. Kendisinin dört oğlu vardı; Allah Rasûlü ile birlikte savaşlara katılırlardı. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Uhud Gazvesi’ne çıkacağı sırada Amr da sefere katılmak istedi. Oğulları:

“–Sen cihâd ile mükellef değilsin. Allah Teâlâ seni özür sâhibi olarak kabûl etti. Biz senin yerine gidiyoruz.” dediler. Amr -radıyallâhu anh-:

“–Siz zâten Bedir günü benim cennete girmeme mânî oldunuz. Vallâhi ben bugün sağ kalsam dahî, muhakkak birgün şehîd olup cennete gireceğim!” dedi. Sonra hanımına da:

“–Herkes şehîd olup cennete giderken ben sizin yanınızda oturup duracak mıyım?” diyerek çıkıştı. Hemen kalkanını aldı ve:

“–Allâh’ım! Beni âileme geri çevirme!” diye duâ ettikten sonra Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına gitti. Peygamber Efendimiz’e:

“–Oğullarım beni Medîne’de bırakmak istiyorlar. Beni, Sen’inle birlikte savaşa çıkmaktan menediyorlar. Vallâhi, ben şu topal hâlimle cennete ayak basmayı arzuluyorum.” dedi. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Allah Teâlâ seni mâzur görmüştür. Sana cihâd farz değildir.” buyurdu. Amr -radıyallâhu anh-:

“–Yâ Rasûlallah! Siz benim Allah yolunda ölünceye kadar savaşarak şehîd olup şu topal ayağımla cennette yürümemi uygun görmez misiniz?” dedi. Nebiyy-i Muhterem Efendimiz:

“–Evet, uygun görürüm.” buyurdu. Oğullarına da:

“–Artık babanızı savaştan menetmeyiniz. Umulur ki, Allah ona şehâdet nasîb eder.” buyurdu.

Amr kıbleye döndü ve:

“–Allâh’ım! Bana şehîdlik nasîb eyle! Beni mahrum ve me’yûs olarak ev halkımın yanına döndürme!” diyerek duâ etti ve cihâda katıldı.

Uhud Harbi’ne iştirâk eden, şehâdet heyecânıyla dolu bu sahâbî, cihâd esnâsında; “Vallâhi ben cenneti özlüyorum.” demiş, netîcede kendisini korumaya çalışan bir oğlu ile birlikte şehîd düşmüştür. Daha sonra Fahr-i Kâinât Efendimiz onun hakkında:

“Varlığım kudret elinde bulunan Allâh’a yemin ederim ki, Amr’ın cennette topallayarak yürüdüğünü gördüm!” buyurmuştur. (Vâkıdî, I, 264-265; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, IV, 208)

Önce Müslüman Ol, Sonra Savaş!

Kabîlesinin İslâm’a girmesine önce îtirâz eden, fakat daha sonra da bu hareketine pişman olan Usayram, tepeden tırnağa silâhlanmış bir hâlde Uhud’a, Nebî -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına geldi ve:

“–Yâ Rasûlallah! Sizinle birlikte önce savaşa mı katılayım, yoksa müslüman mı olayım?” dedi. Rasûl-i Ekrem Efendimiz:

“–Önce müslüman ol, sonra savaş!” buyurdu. Bunun üzerine Usayram müslüman oldu, sonra savaştı ve şehîd oldu. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Az çalıştı, fakat çok kazandı!” buyurdu. (Buhârî, Cihâd, 13; Müslim, İmâre, 144)

Yaralıların arasında yatarken, kendisine meraklı nazarlarla bakanlara son nefesinde:

“–Ben müslüman olmak için geldim. Allah ve Rasûlü uğrunda çarpıştım ve yaralandım!” diyordu.

Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-, bu mübârek şehîdi, bir bilmece gibi sahâbîlere sorar:

“–Söyleyin bakalım, hayâtında bir kere bile namaz kılmadan cennete giren kişi kimdir?” derdi. İnsanlar cevâbını bilemez, kendisinin söylemesini isterlerdi. Ebû Hüreyre de:

“–O, Usayram, yâni Amr bin Sâbit’tir!” derdi. (İbn-i Hişâm, III, 39-40; Vâkıdî, I, 262)

Evde Himâyeye Muhtaç Kızlar Olmasaydı

Câbir bin Abdullah -radıyallâhu anhümâ- şöyle demiştir:

“Uhud Harbi’nden önceki gece babam beni yanına çağırdı ve:

«–Nebî -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sahâbîlerinden ilk şehîd edilecek kişinin ben olacağımı sanıyorum. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den sonra, benim için geride bırakacağım en kıymetli kişi sensin. Borçlarım var, onları öde. Kardeşlerine dâimâ iyi muâmelede bulun.» dedi.”

Diğer bir rivâyete göre, bu îman heyecânını oğluyla da paylaşma arzusunu şöyle dile getirdi:

“–Câbir! Evde himâyeye muhtaç kızlar olmasaydı senin de şehîd olmanı isterdim!..”

Câbir -radıyallâhu anh- devamla der ki:

“–Sabahleyin babam ilk şehîd düşen kişi oldu. Bir başka şehîd ile birlikte onu bir kabre defnettim. Sonra onu müstakil bir yere defnetmek istedim. Altı ay sonra onu mezarından çıkardım. Bir de ne göreyim: Kulağı(nın bir kısmı) hâriç, bütün vücûdu kabre defnettiğim günkü gibiydi! Onu yalnız başına bir mezara defnettim.” (Buhârî, Cenâiz, 78)

Allah Yolunda Öldürülenleri Sakın Ölü Sanmayın

Hazret-i Câbir -radıyallâhu anh- bir başka rivâyette şöyle anlatır:

Bir defâsında ben mahzun bir hâlde iken Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile karşılaşmıştım. Bana:

“–Seni niye böyle üzgün görüyorum?” buyurdu.

“–Babam Uhud’da şehîd oldu. Geriye bakıma muhtaç kalabalık bir âile ve bir hayli de borç bıraktı.” dedim.[6] Bunun üzerine:

“–Allâh’ın babanı nasıl karşıladığını sana haber vereyim mi?” buyurdu. Ben de; “–Evet!” deyince sözlerine şöyle devâm etti:

“–Allah, hiç kimse ile yüz yüze konuşmaz, dâimâ perde arkasından konuşur. Ancak, babanı diriltti ve onunla perdesiz yüzyüze konuştu:

«–Ey kulum, ne dilersen Ben’den iste, vereyim!» buyurdu. Baban:

«–Ey Rabbim, beni dirilt, Sen’in yolunda tekrar şehîd olayım!» dedi.

Allah Teâlâ Hazretleri:

«–Ama Ben daha önce; ölenlerin artık dünyâya geri dönmeyeceklerine hükmettim.» buyurdu.[7]

Baban da:

«–Ey Rabbim, öyleyse (benim hâlimi) arkamda kalanlara bildir!» dedi. Bu talep üzerine şu âyet-i kerîmeler nâzil oldu:

«Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın. Bilâkis onlar diridirler; Allâh’ın, lutuf ve kereminden kendilerine verdikleri ile mesrûr bir hâlde Rableri yanında rızıklara mazhar olmaktadırlar. Arkalarından gelecek ve henüz kendilerine katılmamış olan şehîd kardeşlerine de hiçbir keder ve korku bulunmadığı müjdesini vermek isterler.» (Âl-i İmrân, 169-170)” (İbn-i Mâce, Mukaddime, 13/190)

Allah Yolundaki Gayret

Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- vâlidemiz, ashâb-ı kirâmın Allah yolundaki gayret ve şevkine dâir müşâhedelerini şöyle nakleder:

“Hendek Gazvesi günü, insanların ardından gittim. Arkamdan bir ses geldi. Dönüp bakınca Sa’d bin Muâz ile kardeşinin oğlu Hârise bin Evs’i gördüm. Olduğum yere çöktüm. Sa’d’ın sırtında dar bir zırh vardı, kolları zırhtan dışarı çıkmıştı. Cihâda katılmayı teşvik eden ve ecel geldiğinde ölümün ne kadar güzel olduğunu bildiren bir şiir okuyordu. Annesi ona:

«–Evlâdım! Koş, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e yetiş! Geciktin vallâhi!» diyordu. Ben:

«–Sa’d’ın zırhı, parmaklarına kadar bütün vücûdunu örtseydi iyi olurdu.» dedim. Açık kalan kollarından okla vurulabileceği endişesini taşıyordum. Bu sözüme karşılık annesi bana:

«–Allah hükmünü yerine getirir (takdîr edilen ne ise ancak o olur)!» dedi. Hakîkaten Sa’d o gün yaralandı.” (Ahmed, VI, 141; İbn-i Hişâm, III, 244)

Hazret-i Sa’d -radıyallâhu anh-, yarasının ağır ve öldürücü olduğunu anlayınca:

“–Allâh’ım! Eğer Kureyş müşrikleriyle herhangi bir çarpışma daha takdîr ettiysen, beni de o çarpışmada bulunmak üzere sağ bırak! Çünkü Rasûl’üne işkence ve kötülük yapan, O’nu yalanlayan ve yurdundan çıkaran o Kureyş kavmiyle çarpışmayı istediğim kadar, başka hiçbir kavimle çarpışmayı istemiyorum. Eğer bizimle onlar arasındaki çarpışma bu kadarsa, yaramı şehîdliğe vesîle kıl! Beni huzûruna kabul buyur! Kurayzaoğulları’nın cezâlandırıldıklarını görüp sevininceye kadar da canımı alma!” diyerek duâ etti. (Vâkıdî, II, 525; İbn-i Sa’d, III, 423)

Sa’d -radıyallâhu anh- duâsını bitirir bitirmez kanı dindi, bir damla bile akmadı. (Tirmizî, Siyer, 29/1582; Ahmed, III, 350)

Hazret-i Sa’d, Kurayzaoğulları’nın cezâlandırıldıklarını görünce, yarası tekrar açıldı. Bir müddet sonra o Peygamber âşığı sahâbî, rûhunu şehîden teslîm ederek rahmet-i Rahmân’a nâil oldu.[8]

Sefere Katılma Nîmeti ve Şerefi

Tebük Seferi’ne hazırlıkların yapıldığı esnâda ashâb-ı kirâm, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile birlikte, Allah yolunda canlarını fedâ edebilme seferberliğine çıkmanın ulvî heyecânını yaşıyorlardı. Ancak ashâb-ı kirâmın fakirlerinden yedi kişi, sefere iştirâk etmek için binek hayvanı bulamamıştı. Çoğunlukla iki askere, hattâ bâzen üç askere bir deve düşüyordu ve deveye sırayla bineceklerdi. Fakat sefere iştirâk etmeyi ve her an Allah Rasûlü ile berâber olmayı cân u gönülden arzu ettikleri hâlde, nöbetleşe de olsa binecek bir deve bulamayan fakir sahâbîler vardı. Onlar da, Allah Rasûlü’ne gelerek hâllerini arz ettiler. Bunun üzerine fakirlerin harpten muaf olduklarını bildiren şu âyet-i kerîme nâzil oldu:

(Ey Rasûlüm!) Kendilerine binek sağlaman için Sana geldiklerinde (Sen); «Sizi bindirecek bir binek bulamıyorum.» deyince, infâk edecek bir şey bulamadıkları için kederlerinden gözyaşı döke döke dönen kimselere de herhangi bir mes’ûliyet yoktur!” (et-Tevbe, 92)

Âyet-i kerîmede, Hakk’ın rızâsına kavuşmak ve Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile birlikte olabilmek için teessürlerinden gözyaşı döktüklerinden bahsedilen bu güzîde sahâbîlerin ihtiyaçlarını, İbn-i Yâmin, Hazret-i Abbâs ve Hazret-i Osman -radıyallâhu anhüm- tedârik ettiler.[9] Bir kısmına da daha sonra Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- binek temin etti. (Buhârî, Megâzî, 78)

Seferden muaf oldukları hâlde Allah Rasûlü’nden ayrı kalmak kendilerine giran gelen ve kalpleri Cenâb-ı Hakk’ın muhabbetiyle dolu olan bu sahâbîler, bu canhıraş iştiyak ve muhabbetlerinin mukâbilinde sefere katılma nîmet ve şerefine mazhar oldular.

“Ebû Zer Yalnız Yaşar, Yalnız Ölür ve Yalnız Başına Diriltilir”

Tebük Seferi’ne çıkılmış, bir hayli yol alınmıştı. Aradan epey bir zaman geçtikten sonra ashâbdan Ebû Zer -radıyallâhu anh- da orduya yetişti. O, zayıf hayvanı yola dayanamadığı için gerilerde kalmış, sonunda hayvanını terk etmiş ve yaya olarak binbir meşakkatle ordunun ardından yetişmişti. Bunu gören Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, mütebessim bir çehreyle:

“–Allah selâmet versin! Ebû Zer yalnız yaşar, yalnız ölür ve yalnız başına diriltilir.” buyurdular.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu mûcizevî ifâdeleri, vakti gelince tahakkuk etmiş ve Ebû Zer -radıyallâhu anh-, gerçekten yalnız yaşamış ve yalnız vefât etmiştir. (Vâkıdî, III, 1000)

Kişinin Mânen Helâkine Sebebiyet Verebilecek Mes’ûliyet

Allah yolunda mes’ûl olunan bir gayretten geri kalmak, kişinin mânen helâkine bile sebebiyet verebilir. Nitekim Ebû Hayseme -radıyallâhu anh-, Tebük Seferi’nin zorluğu sebebiyle başlangıçta Medîne’de kalmış, yola çıkan İslâm ordusuna iştirâk etmemişti. Birgün bahçesindeki çardakta âilesi kendisine mükellef bir sofra hazırlamıştı. Ebû Hayseme bu manzarayı görünce bir an Allah Rasûlü ve ashâbının ne hâlde olduğunu, buna mukâbil kendisinin durumunu düşündü. Yüreği sızladı ve kendi kendine:

“–Onlar bu sıcakta Allah yolunda zorluklara katlanmaktayken, benim bu yaptığım, olacak şey mi?!” dedi.

Bu nedâmetle, kendisi için hazırlanan sofraya hiç el sürmeden derhal yola düştü, Tebük’te İslâm ordusuna katıldı.

Ebû Hayseme’nin geldiğini gören Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, onun bu davranışından memnun oldu ve:

“–Yâ Ebâ Hayseme! Neredeyse helâk olacaktın!..” buyurarak onun affı için Cenâb-ı Hakk’a duâ etti. (İbn-i Hişâm, IV, 174; Vâkıdî, III, 998)

Biraz İleri Git De Yer Ver Ey Hâris!

Bir gün Hâris bin Hişâm ile Süheyl bin Amr -radıyallâhu anhümâ-, halîfe Hazret-i Ömer’in yanına gittiler. Onu aralarına alarak oturdular. Bir müddet sonra halîfenin yanına ilk Muhâcirler gelmeye başladı. Her bir Muhâcir geldikçe Hazret-i Ömer; “–Şöyle biraz açıl ey Süheyl! Biraz ileri git de yer ver ey Hâris!” diyerek onları kenara oturtuyordu. Sonra Ensâr gelmeye başladı. Hazret-i Ömer yine Süheyl ile Hâris’e yeni gelen Ensâr’a yer vermelerini söyledi. Öyle ki, onlar insanların en sonuna oturdular. (Hazret-i Ömer, meclisine gelen kişiyi, İslâm’a girmekteki önceliğine ve ihlâsına göre yakınına oturtuyordu.)

Hazret-i Ömer’in yanından çıktıklarında Hâris, Süheyl’e:

“–Ömer’in bize yaptığını gördün mü?” dedi. Süheyl -radıyallâhu anh- da:

“–Onu kınamaya hakkımız yok! Asıl biz kendimizi ayıplayalım. Bu durumu başımıza kendimiz getirdik. O insanlar İslâm’a çağrıldıkları zaman hemen koştular, hiç beklemeden kabul ettiler. Biz çağrıldığımızda ise yavaş davrandık, geri kaldık!” dedi.

İnsanlar Hazret-i Ömer’in yanından dağılınca, Hâris ile Süheyl tekrar onun yanına varıp:

“–Ey mü’minlerin emîri, bugün yaptıklarını gördük. Ancak şunu da biliyoruz ki, bu durumu başımıza getiren yine biziz. Acabâ bu hatânın telâfisi mümkün müdür?” dediler. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-:

“–Bunun telâfisi ancak şu şekilde olabilir.” dedi ve Rum tarafındaki cephelere işâret etti. Bunun üzerine onlar da cihâd için çıkıp Şam’a gittiler ve bir daha da dönmediler. (Ali el-Müttakî, XIV, 67/37953; Hâkim, III, 318/5227)

Ashâbın Allah Yolundaki Gayreti

Ebû Mûsâ el-Eş’arî -radıyallâhu anh-’ın oğlu Ebû Bekir, ashâbın Allah yolundaki gayretine güzel bir misâl olan şu muhteşem hâdiseyi nakleder:

Babam Ebû Mûsâ -radıyallâhu anh- düşmanın karşısında durmuş şöyle diyordu:

“–Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; «Şüphesiz cennet kapıları kılıçların gölgeleri altındadır.» buyurdu.”

Bunun üzerine üstü başı perişan biri ayağa kalkıp:

“–Ey Ebû Mûsâ! Bu sözü Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- söylerken işittin mi?” diye sordu. Ebû Mûsâ:

“–Evet, işittim.” cevâbını verdi. Bunu duyan adam, arkadaşlarının yanına dönüp:

“–Sizleri selâmlıyorum!” dedi ve kılıcının kınını kırıp attı. Sonra elinde kılıcıyla düşmanın üzerine yürüdü ve şehîd oluncaya dek düşmanla savaştı. (Müslim, İmâre, 146; Tirmizî, Fedâilü’l-Cihâd, 23/1659)

Allah Yolunda Cihâd

Ebû Eyyûb el-Ensârî -radıyallâhu anh-, Rumlara karşı tertib edilen gazâya katılmıştı. Yolda hastalandı. Vefâtı yaklaşınca asker arkadaşlarına şöyle dedi:

“–Şayet ölürsem beni yanınıza alın ve Rum topraklarına doğru gidebildiğiniz en son noktaya götürün. Düşman saflarıyla karşılaşıp (daha fazla ilerleyemez olduğunuzda) beni oraya, ayaklarınızın altına defnedin!..” (Bkz. Ahmed, V, 419, 416)

İşte Eyyûb Sultan Hazretleri, hayâtı boyunca Allah yolunda cihâd etmiş, vefâtından sonra da kabriyle ve türbesiyle arkasından gelen İslâm askerlerine hedef göstermek sûretiyle hizmetine devâm etmiştir.

“Küffârla Gazâ” Mefkûresi

Osmanlı Beyliği, gerçek bir devlet olma husûsiyetini Orhan Gâzi zamanında kazanmıştır. O da babası Osman Gâzi gibi, Anadolu içerisindeki hesaplaşmalardan ziyâde “küffârla gazâ” mefkûresini benimsemişti. Bu yolda gözlerini başta İstanbul olmak üzere tâ ötelere dikmişti. Bunun için kendisine “merzbânü’l-âfâk” (ufukların sâhibi) ünvânı verilmiştir. Bir yerde bir aydan fazla durmayıp i’lâ-yı kelimetullah yolunda sürekli cihâd üzere bir hayat yaşadığı bilinmektedir. Bununla birlikte O:

“Mürüvvet, gazâdan efdaldir!” diyerek asıl fethi gönüllerde tecellî ettirmeyi tercîh ediyordu.

Özdemiroğlu Osman Paşa Şehadeti

Özdemiroğlu Osman Paşa, Allâh için gayret etmiş, büyük başarılar elde etmişti. III. Murad Han, Paşa’nın muvaffakıyet dolu hizmetlerine bir mükâfât olarak onu kendisine sadrâzam yaptı. Özdemiroğlu Osman Paşa, bu vazifede yaklaşık dört ay hizmet ettikten sonra Kırım’ın karışması üzerine kendi isteği ile tekrar serdâr oldu. Bu sırada Kırım’daki isyânın bastırıldığı haberinin gelmesi üzerine bir hatt-ı hümâyûn ile doğu serdarlığına tâyin edildi.

Ecdâdımız makam ve mevkîden ziyâde Allah rızâsının nerede daha çok olduğuna bakıyordu. Özdemiroğlu da sadrâzam olduğu hâlde kendi isteğiyle tekrar cepheye gitmiş, Allah yolunda cihâd ederken şehîdlik mertebesine yükselerek Rabbine kavuşmuştur.

“Hasaneyn’in (Hazret-İ Hasan Ve Hüseyin’in) Rûhu İçin”

Gençliklerinde, kuvvetleri yerindeyken, savaş meydanlarında düşmana karşı kılıç sallayarak hizmet eden yeniçeriler, artık sakallarına ak düşüp de kılıç sallayacak dermanları kalmadığı zaman, sırtlarında meşin bir su kırbası ve ellerinde kalaylı bir tasla sokak sokak gezer, Kerbelâ’da bir yudum suya hasret bırakılarak şehîd edilen Hazret-i Hüseyin -radıyallâhu anh- için su dağıtıp sevap kazanmaya çalışırlar, “Hasaneyn’in (Hazret-i Hasan ve Hüseyin’in) rûhu için” diyerek, susayanlara su ikrâm ederlerdi.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sevgili torunu Hazret-i Hüseyin’in yürek dağlayan hâtırası, iştahla içilen her yudum suyun ardından tâzîz edilir ve onun mübârek dudaklarından esirgenen birkaç yudum su, o günden beri dünyanın dört bir yanında bütün susayanlara ikrâm edilirdi.[10]

Altın Olarak Tesviye

Yüksek tahsil talebesi olan zâbit Muzaffer, Çanakkale Harbi’nin sürüp gitmesi üzerine ihtiyâca binâen gönüllü olarak ordu saflarına katılmıştı. Üç aylık bir tâlimden sonra Çanakkale’ye sevk edildi. Ancak harp bitmişti. Birliklerin büyük bir kısmı doğu cephesine sevk edilecekti. Bunun için de harpte yıpranmış olan nakil araçlarının lastik vs. ihtiyaçlarının giderilmesi gerekiyordu. Bu iş için, İstanbullu zâbit Muzaffer vazifelendirilmişti.

Zâbit Muzaffer, elindeki tezkere ile derhal İstanbul’a gitti. Aradığı malzemeleri bir yahûdî tüccarında bularak erkân-ı harbiye kaymakamına çıktı. Fakat kaymakam, maddî imkânsızlıklar sebebiyle askerin ayağına postal, sırtına kaput bulamadıkları gerekçesiyle istenilen meblâğı veremeyeceklerini söyledi.

Kaymakamın yanından mahzun bir şekilde ayrılan zâbit Muzaffer, ne yapacağını bilemez bir hâldeydi. Birliğine eli boş olarak nasıl dönebilirdi? Cephede çekilen sıkıntıları düşünerek sonunda kararını verdi ve yahûdî tüccarın yanına varıp, siparişlerini hazırlamasını, sabah namazından sonra almaya geleceğini ve parasını da o zaman ödeyeceğini bildirdi. O gece, sabaha kadar çalışarak bir yüz liralık kağıt para hazırladı. İlk bakışta anlaşılamayacak kadar aslına benzeyen bir kağıt paraydı bu… O zamanlar kağıt paraların üzerinde:

“Bedeli Dersaâdet’te altın olarak tesviye olunacaktır.” ibâresi yazılırdı. Zâbit Muzaffer de, kendi hazırladığı yüz liralığın üzerine:

“Bedeli Çanakkale’de altın olarak tesviye olunacaktır.” yazdı.

Sabahleyin erkenden yahûdî tüccardan mallarını aldı ve bu parayı vererek bir gemiyle Çanakkale yolunu tuttu.

Üç gün sonra yahûdî tüccar, elindeki parayı bozdurmak için Osmanlı Bankası’na gittiğinde, mesele ortaya çıktı. Para sahte idi. Paranın üzerinde kasdedilen altın ise, Çanakkale’de dökülen ve altından daha kıymetli olan şehîd kanlarıydı.

Her nedense yahûdî, bu duruma sükût etti ve hiçbir aksülamelde bulunmadı. Ancak hâdise, bütün İstanbul’a yayıldı ve bundan Şehzâde Abdülhalim Efendi’nin de haberi oldu. Şehzâde, derhal alâka gösterdi. Taklit parayı, yahûdîden bedeli olan altını vererek aldı ve bunu zarif bir mahfaza içinde emniyet müzesine hediye etti.

SON NEFESE KADAR KULLUK

Velhâsıl, Cenâb-ı Hakk’ın:

“Sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine kulluk et!” (el-Hicr, 99) buyruğuna ittibâ ile, son nefesimize kadar Allah yolundaki gayretlerimizi artırarak sürdürmeliyiz. Çünkü bu dünya kazanma yeri, âhiret ise karşılık görme mekânıdır. Dünyadayken amel defterlerimizi ne kadar hayrât ve hasenât ile doldurabilirsek ebedî hayatta o kadar mes’ûd oluruz.

Bununla birlikte yaptığımız hayırlara, kazandığımızı düşündüğümüz ecirlere de hiçbir zaman güvenmemeliyiz. Zîrâ Cenâb-ı Hakk’ın mağfireti, fazlı ve rahmeti, kulların biriktirdiği şeylerden daha hayırlıdır.[11] Bu da kalbin her zaman Allâh ile beraber olmasına ve ihlâslı gayretlere bağlıdır.

Dipnotlar:

[1] Bkz. el-Furkân, 52. [2] Bkz. es-Saff, 4. [3] Bkz. el-Bakara, 218. [4] Semhûdî, Vefâü’l-Vefâ, Beyrut 1997, I, 333. [5] Taberî, Târîh, Kâhire 1990, II, 505-506; Vâkıdî, I, 216. [6] Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Câbir -radıyallâhu anh-’a her hususta dâimâ yardımcı olmuştur. Meselâ, borcunu ödemesi için bahçesine giderek malını bereketlendirmesini Allah’tan niyâz etmiş, Allah Rasûlü’nün bu duâsının ardından Hazret-i Câbir’in hurmaları mûcizevî bir şekilde bereketlenerek bütün borçlarına kâfi gelmiştir. (Buhârî, Vasâyâ 36, İstikrâz 9, Cihâd 49, Büyû 34; Müslim, Müsâkât 109; Ahmed, III, 303, 373, 391) [7] Tirmizî, Tefsîr, 3/3010. [8] Bkz. İbn-i Hişâm, III, 271. [9] Bkz. İbn-i Hişâm, IV, 172; Vâkıdî, III, 994. [10] A. Turan Alkan, Osmanlı Ansiklopedisi, İst. 1996, İz Yay. V, 20. [11] Bkz. Âl-i İmrân, 157; Yûnus, 58; ez-Zuhruf, 32.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Faziletler Medeniyeti 2, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

FALAN ZÂTIN ETEĞİNE YAPIŞIRIM, O BENİ KURTARIR!

Falan Zâtın Eteğine Yapışırım, O Beni Kurtarır!

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.