Allah ve Rasulü İle Dost Oldu

Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, yüksek sadâkat, teslîmiyet, aşk ve muhabbetiyle Allah Rasûlü’nde fânî olmuştu. O’nunla kalbî râbıtayı en üst seviyede yaşamıştı. Son nefesine kadar ilâhî aşk yangını içinde benliğinden geçmiş, yalnızca Allah Rasûlü’nün varlığında hayat bulmuştu.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’le her buluşma vaktinde ve sohbetinde apayrı bir vecd ve istiğrak hâli yaşardı. Allah Rasûlü’nün huzurlarındayken bile O’na olan muhabbet ve hasreti teskîn olacağı yerde daha da ziyâdeleşirdi. O’nunla âdeta aynîleşmişti. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de bu aynîleşme ve muhabbet sebebiyle:

“Ebû Bekir bendendir, ben de ondanım. Ebû Bekir dünyada ve âhirette kardeşimdir.”[1] buyurmuşlar, böylece mânâ âlemindeki beraberliklerini ve kalpleri arasındaki müstesnâ irtibâtı ifâde etmişlerdir.

Fakat bu aynîleşme hâli, nice fedâkârlıklar ve büyük bedeller karşılığında gerçekleşmiştir. Zira insan en ağır bedeli, muhabbeti uğrunda öder. Bu fânî âlemde ödenen en ağır bedel ise, ilâhî muhabbetin bedelidir.

ALLAH VE RASULÜ İLE DOSTLUK

Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- da, Allah ve Rasûlü ile dostluğun ulvî lezzetine gark olmak için; Allah ve Rasûlullah muhabbetinin bütün bedellerini hiç tereddüt etmeden ödeyebilmenin gayret ve heyecanı içinde bir hayat yaşamıştır.

Nitekim bir gün Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, Kâbe’de insanları Allâh’a ve Rasûlü’ne îmân etmeye çağırmıştı. Buna öfkelenen müşrikler, Hazret-i Ebû Bekir’le mü’minlerin üzerine yürüyüp onları şiddetle dövmeye başladılar. Hele fâsık Utbe, Hazret-i Ebû Bekir’in üzerine çıkıp çiğnedi, yüzünü demir tabanlı ayakkabılarıyla tekmeledi. Hazret-i Ebû Bekir’in her tarafı kan revân içinde kaldı. Kabîlesi Teymoğulları, Hazret-i Ebû Bekir’i müşriklerin elinden zorla kurtarıp baygın bir hâlde evine götürdüler. Öleceğinden korkuyorlardı.

Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, ancak akşama doğru kendine gelebildi ve ilk olarak binbir zahmetle:

“–Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- nasıl, iyi mi?” diye sordu. Annesi Ümmü’l-Hayr sürekli:

“−Bir şeyler yiyip-içsen!” diye ısrar ediyor, Ebû Bekir -radıyallâhu anh- ise, sanki onu hiç duymuyormuş gibi:

“−Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ne yapıyor, ne hâldedir?” diye sorup duruyordu. Gece olunca, binbir güçlükle ve gizlice Dâru’l-Erkām’a gidip Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i görünceye kadar hiçbir şey yiyip içmedi. Peygamber Efendimiz’i görünce de hemen dizlerine kapanıp:

“−Anam-babam Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah! Benim hiçbir sıkıntım yok. O habis fâsık beni biraz hırpaladı, o kadar!” dedi.[2]

FENÂ Fİ'R-RASÛL MAKAMINDA ZİRVELEŞTİ

Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın şu hâli de onun fenâ fi’r-Rasûl makâmında nasıl da zirveleştiğini, ne güzel ifâde etmektedir:

O, Mekke Fethi’nde, gözleri görmeyen ihtiyar babasını müslüman olmak üzere Allah Rasûlü’nün huzûruna getirmişti. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“–Ebû Bekir! İhtiyar babanı niye buraya kadar yordun? Biz onun yanına gidebilirdik.” buyurdular.

Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- ise:

“–Onun size gelmesi daha münâsiptir. Bir de Allah Teâlâ’nın bu vesîleyle babama sevap vermesini istedim.” dedi.

Ebû Kuhâfe -radıyallâhu anh-, bey’at etmek üzere elini Fahr-i Kâinât Efendimiz’in mübârek eline uzatınca, Ebû Bekir -radıyallâhu anh- duygulanıp ağlamaya başladı. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hayretle niçin ağladığını sorunca da şu müthiş cevâbı verdi:

“–Yâ Rasûlâllah! Sana bey’at etmek üzere uzanan şu el, babamın değil de, amcan Ebû Tâlib’in eli olsaydı da, bu vesîleyle Allah Teâlâ benim yerime Sen’i sevindirseydi! Çünkü Sen, onu çok seviyor ve îmân etmesini çok istiyordun…” (Bkz. Heysemî, VI, 173-174; İbn-i Sa‘d, V, 451)

Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- her zaman:

“Vallâhi Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yakınlarını kollayıp gözetmek, benim için kendi yakınlarımı kollamaktan daha sevimlidir.” derdi. (Buhârî, Ashâbu’n-Nebî 12, Meğâzî 14)

Bir defasında da Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“–Ebû Bekir’in malından istifâde ettiğim kadar başka hiç kimsenin malından faydalanmadım...” buyurmuştu.

Ebû Bekir -radıyallâhu anh- ise bu iltifatkâr sözden âdeta bir gayrılık mânâsı çıkararak gözyaşları içinde:

 “–Ben de, malım da, hepsi Siz’e âit değil mi yâ Rasûlâllah?!” dedi. (İbn-i Mâce, Mukaddime, 11; Ahmed, II, 253)

Bu sûretle kendisini bütün varlığıyla Peygamber Efendimiz’e adadığını ve O’nda fânî olduğunu ifâde etti.

[1] Tirmizî, Menâkıb, 20.

[2] Bkz. İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, VII, 326; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 81.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altın Silsile, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.