Âl-i İmrân Suresi 170. Ayet Meali, Arapça Yazılışı, Anlamı ve Tefsiri

Âl-i İmrân Suresi 170. ayeti ne anlatıyor? Âl-i İmrân Suresi 170. ayetinin meali, Arapçası, anlamı ve tefsiri...

Âl-i İmrân Suresi 170. Ayetinin Arapçası:

فَرِح۪ينَ بِمَٓا اٰتٰيهُمُ اللّٰهُ مِنْ فَضْلِه۪ۙ وَيَسْتَبْشِرُونَ بِالَّذ۪ينَ لَمْ يَلْحَقُوا بِهِمْ مِنْ خَلْفِهِمْۙ اَلَّا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَۢ

Âl-i İmrân Suresi 170. Ayetinin Meali (Anlamı):

O şehitler, Allah’ın kendilerine bağışladığı nimetlerle sonsuz bir mutluluk duyarlar. Arkalarından gelecek olup, henüz kendilerine katılmamış olan mücâhid kardeşleri adına da: “Onlara hiçbir korku yok, onlar asla üzülmeyecekler” müjdesiyle sevinirler.

Âl-i İmrân Suresi 170. Ayetinin Tefsiri:

Şehitler Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine bahşettiği husûsî bir hayatla diridirler. “Rableri yanında rızıklanmaktadırlar” (Âl-i İmrân 3/169) ifadesinden anlaşıldığına göre Allah’a yakın bir mevkî elde etmişler ve orada akla hayâle gelmez cennet nimetleriyle ikram olunmaktadırlar. Ölümden sonra sâlihlerin rûhları cennetteki güzel makâmlarını görüp sevinir, kötülerin rûhları da cehennemdeki yerlerini görüp elem ve ızdırap duyarlar. Şehitler ise yüce makamlarını görmekle kalmaz, Allah katında dünyadaki insanların topladığı şeylerden çok daha kıymetli ve daha büyük nimetlere mazhar olurlar. Resûlullah (s.a.s.) bu hususta şöyle buyurur:

“Cennete giren hiçbir kimse, yeryüzündeki her şey kendisinin olsa dahî dünyaya geri dönmeyi arzu etmez. Sadece şehit, gördüğü ileri derecedeki itibar ve ikram sebebiyle tekrar dünyaya dönmeyi ve on defa şehit olmayı ister.”

Bir rivayette: “Şehitliğin faziletini gördüğü için” buyrulmuştur. (Buhârî, Cihâd 21; Müslim, İmâre 109)

Fahr-i Kâinat Efendimiz, diğer bir hadislerinde şöyle buyurmuştur:

“…Ümmetime ağır gelmeyecek olsaydı, hiçbir seriyyeden[1] geri kalmaz, hepsine katılırdım. Allah yolunda şehîd olmak, sonra diriltilip tekrar şehîd olmak yine diriltilip tekrar şehîd olmak isterdim.” (Buhârî, Îman 26; Müslim, İmâre 103, 107)

Âyet-i kerîmeden anlaşıldığına göre şehîdler hakkında konuşurken saygısız ifadeler kullanmamalı, onlardan hürmet ve ihtiramla bahsetmelidir.

Şehîdler, kendilerine lûtfedilen nimetlere sevindikleri gibi geride bıraktıkları mü’minler ve özellikle kendilerinden sonra şehîd olacak kişiler için de sevinir ve bunu onlara müjdelemek isterler. Çünkü kendileri gibi onlar için de hiçbir korku ve hüzün olmadığını ve onlara da muazzam nimetler lûtfedileceğini öğrenmiş, Allah’ın mü’minlerin ecrini eksiksiz verdiğini ayan beyân görmüşlerdir. Şehitler öylesine büyük bir fedâkârlık rûhu taşımaktadırlar ki, kardeşlerinin iyiliğine, kendi iyiliklerinden önce sevinmektedirler.

Câbir b. Abdullah (r.a.) şöyle anlatır:

“Bir defâsında ben üzüntülü bir haldeyken Resûlullah (s.a.s.)’le karşılaşmıştık. Bana:

«–Seni niye böyle üzgün görüyorum?» buyurdu.

«–Babam Uhud’da şehîd düştü. Geriye bakıma muhtaç kalabalık bir âile ve bir hayli de borç bıraktı” dedim.[2] Bunun üzerine Efendimiz (s.a.s.):

«–Allah’ın babanı nasıl karşıladığını sana müjdeleyeyim mi?» buyurdu. Ben: «Evet!» deyince şöyle devam etti:

«–Allah, hiç kimseyle yüz yüze konuşmaz, dâimâ perde arkasından konuşur. Ancak, babanı diriltti ve onunla perdesiz yüz yüze konuştu:

“–Ey kulum, benden ne dilersen iste, vereyim!” buyurdu. Baban:

“–Ey Rabbim, beni dirilt, senin yolunda tekrar şehîd olayım!” dedi.

Allah Teâlâ:

“–Ama ben daha önce, «Ölenler artık dünyaya geri dönmeyecekler!» diye hükmettim” buyurdu. (Tirmizî, Tefsir 3/3010)

Baban da:

“–Ey Rabbim, öyleyse benim hâlimi arkamda kalanlara bildir!” dedi. Bu talep üzerine şu âyet-i kerîmeler nâzil oldu…»

Daha sonra Resûlullah (s.a.s.) şehîdlerle ilgili olan bu âyet-i kerîmeleri tilâvet buyurdu. (İbn Mâce, Mukaddime 13/190)

Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:

“Uhud’da kardeşleriniz isabet alıp şehîd edilince Allah Tealâ onların ruhlarını alıp yeşil kuşlar hâline getirdi. Şehîdlerin rûhları cennet nehirlerine gelir, cennet meyvelerinden yer ve arşın gölgesindeki altundan kandillere gelirler. Şehîdler yeme-içmelerinin hoşluğunu, gezdikleri ve kaldıkları yerlerin güzelliğini görünce:

«–Cihaddan ayrı kalmamaları ve savaştan korkmamaları için, bizim cennette hayatta olup türlü nimetlerle rızıklandığımızı kardeşlerimize kim ulaştıracak?» dediler. Her türlü noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah Tealâ:

«–Ben bunu sizin adınıza onlara haber veririm» buyurdu ve bu âyet-i kerîmeleri Rasûlü’ne indirdi.” (Ebû Dâvûd, Cihâd 25/2520; Müslim, İmâret 121)

Buradan anlaşıldığına göre müslümanlar, kardeşlerinin iyiliğine kendi iyiliklerinden daha çok sevinmelidirler. Zira öncelikle şehîdlerin, kardeşlerine ihsân edilen nimetler sebebiyle sevindikleri bildirilmiştir.

171. âyette “nimet” ve “fadl” kelimeleri nekre olarak gelmiştir. Bu da Allah’ın şehîdlere ve mü’minlere lûtfedeceği nimetlerin ne kadar büyük ve kıymetli olduğunu bildirmek ve insanların bunu idrak etmesinin zorluğuna işaret etmek içindir.

Görüldüğü üzere Allah Teâlâ, mü’minlerin mükâfâtını kat kat fazlasıyla vermektedir. Ancak Cenâb-ı Hakk’ın râzı olduğu bu mü’minlerin bazı vasıfları taşıması lâzımdır. Bu vasıflar şöyle beyân edilir:

[1] Seriyye: Savaşmak için gönderilen en küçük askerî birlik.

[2] Allah Resûlü (s.a.s.), Câbir (r.a.)’a her hususta dâimâ yardımcı olmuştur. Meselâ, Zâtürrikâ gazvesinden dönerken, Hz. Câbir’in ihtiyaçlı olduğunu öğrenince, devesini satın almış, Medine’ye varınca da ücretiyle birlikte deveyi de iâde etmiştir. (Buhârî, Cihâd 49; Büyû’ 34; Müslim, Müsâkât 109; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 303) Yine borcunu ödeyebilmesi için bahçesine giderek malını bereketlendirmesini Allah’tan niyâz etmiş, Allah Resûlü’nün bu duası neticesinde Hz. Câbir’in hurmaları mûcizevî bir şekilde bereketlenerek bütün borçlarına kâfi gelmiştir. (Buhârî, Vasâyâ 36; Müslim, Müsâkât 109)

Âl-i İmrân Suresi tefsiri için tıklayınız...

Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri

Âl-i İmrân Suresi 170. ayetinin meal karşılaştırması ve diğer ayetler için tıklayınız...

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.