Ahiretini Unutan İnsan

Ânı sonsuza tercih etmek, hangi aklın kârıdır? Gerçek akıl sahipleri kimlerdir? Ahireti unutmanın tehlikeleri nelerdir? Ahiret ile ilgili ayetler nelerdir? Kur’an’da zikredilen “Ahireti isteyin” öğüdünün hikmeti.

Âhireti dünyaya tercih edenlerin idrâki, iştah açan binbir çeşit gıdâyı bilmediği için, elindeki kokulu soğanı en leziz gıdâ zanneden bir çocuğun idrâkinden farksızdır. Fânî dünyayı sonsuz âhirete tercih etmek, uçsuz bucaksız gökyüzünde kanat çırpmak dururken daracık bir kafese koşan zavallı kuşun idraksizliğini paylaşmaktır.

Merhum Necip Fâzıl, bu gafleti şöyle hulâsa eder:

Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum;

Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum…

Hikmet ehli zâtlardan biri şöyle buyurur:

“Dünya altından yapılmış, ama fânî olsa, âhiret de çamurdan ama bâkī olsa, akıllı insan bâkī olanı fânîye tercih eder. Peki durum bunun aksine olur da dünya çamurdan ve fânî, âhiret de altından ve bâkī olursa acaba ne yapmak lâzımdır?!”[1]

Şüphesiz ki sâlim bir akıl ve mantığın îcâbı; küçük, basit ve geçici menfaatleri; faydası ebediyyen sürecek büyük kazançlar ile değişmeyi gerekli kılar. Bu sebeple aklı başında her insanın vazifesi; fânî dünyanın câzibesine kapılmaktan sakınıp ebedî olan âhiret saâdetini kazanmaya çalışmak olmalıdır.

Hadîs-i şerîfte de, gerçek akıl sahipleri şöyle târif edilir:

“Akıllı (insan), nefsine hâkim olup onu hesâba çekerek ölümden sonrası için çalışandır. Ahmak ise nefsini hevâsına tâbî kıldığı hâlde Allah’tan (âhirette hayır) umandır.” (Tirmizî, Kıyâmet, 25/2459)

AHİRETİ UNUTANLAR AHİRETTE UNUTULURLAR

İşte bir insanın ne kadar akl-ı selîm sahibi olduğu, bu gerçekler ışığında mîzân edilmelidir. Yani fânîyi verip bâkīyi kazanan, akıllı kimsedir. Âhireti unutup dünyaya aldanan, gâfil kimsedir. -Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın ifâdesiyle- başkasının dünyası için âhiretini satan ise câhil ve ahmak kimsedir!.. Zira Allah katında bir sineğin kanadı kadar bile değeri olmayan dünyaya dalarak âhireti unutan kimseye, Allah da değer vermez.

Bunun içindir ki Lokman Hakîm de şu tavsiyede bulunmuştur:

“Âhiretin için dünyanı fedâ et, her ikisini de kazanırsın. Dünya için âhiretini fedâ etme, her ikisini de kaybedersin.”

Dünya, kemâle erememiş ham nefisler için, su gibi görünen aldatıcı bir seraptan ibârettir. Çocukların heves ettiği bir elma şekeri gibidir ki, dışı tatlı bir renk cümbüşü olsa da, içi ekşi ve çürüktür.

AHİRET İLE İLGİLİ AYETLER

Âyet-i kerîmelerde buyrulur:

“Bilin ki dünya hayatı ancak bir oyun, eğlence, bir süs, aranızda bir övünme ve daha çok mal ve evlât sahibi olma isteğinden ibarettir. Tıpkı bir yağmur gibidir ki, bitirdiği, ziraatçilerin hoşuna gider. Sonra kurur da sen onun sapsarı olduğunu görürsün; sonra da çer çöp olur. Âhirette ise çetin bir azap vardır. Yine orada Allâh’ın mağfireti ve rızâsı vardır. Dünya hayatı aldatıcı bir geçimlikten başka bir şey değildir.” (el-Hadîd, 20)

“Allah dilediğine rızkını bollaştırır da daraltır da. Onlar dünya hayatıyla şımardılar. Oysa âhiretin yanında dünya hayatı, geçici bir faydadan başka bir şey değildir.” (er-Ra‘d, 26)

“Bu dünya hayatı sadece bir eğlenmeden, bir oyundan ibârettir. Âhiret yurduna gelince, şüphe yok ki o, hayatın ta kendisidir. Keşke bunu bilmiş olsalardı.” (el-Ankebût, 64)

“Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Takvâ sahipleri için âhiret yurdu muhakkak ki daha hayırlıdır. Hâlâ akıl erdiremiyor musunuz?” (el-En‘âm, 32)

“Dünya hayatını âhirete tercih edenler, Allah yolundan alıkoyanlar ve onun eğriliğini isteyenler var ya, işte onlar (haktan) uzak bir sapıklık içindedirler.” (İbrahim, 3)

“Bu (azap), onların dünya hayatını âhirete tercih etmelerinden ve Allâh’ın kâfirler topluluğunu aslâ doğru yola iletmeyeceğindendir.” (en-Nahl, 107)

“İşte onlar, âhirete karşılık dünya hayatını satın alan kimselerdir. Bu yüzden ne azapları hafifletilecek ne de kendilerine yardım edilecektir.” (el-Bakara, 86)

“Onlara de ki: «Dünya geçimliği azdır. Âhiret, Allâh’a karşı gelmekten sakınan kimse için daha hayırlıdır…»” (en-Nisâ, 77)

“Her kim bu çarçabuk geçen dünyayı dilerse ona, yani dilediğimiz kimseye dilediğimiz kadarını dünyada hemen verir, sonra da onu, kınanmış ve kovulmuş olarak gireceği Cehennem’e sokarız.” (el-İsrâ, 18-19)

“Hayır! Doğrusu siz, çarçabuk geçeni (dünya hayatını ve nîmetlerini) seviyor, âhireti bırakıyorsunuz.” (el-Kıyâme, 20-21)

“...Şüphesiz bu dünya hayatı geçici bir eğlencedir. Ama âhiret, gerçekten kalınacak bir yurttur.” (el-Mü’min, 39)

ASIL HAYAT AHİRET HAYATIDIR

Bu hakîkat Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in mübarek lisanlarından da şu sözlerle sâdır olmuştur:

“Allâh’ım! Asıl hayat, âhiret hayatıdır. (Asıl saâdet, ebediyet saâdetidir!)” (Buhârî, Cihâd 33, Salât 48)

Abdullah bin Mes’ûd -radıyallâhu anh-’ın naklettiği şu hâdise, bizler için ne büyük bir nasihattir:

Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bir hasır üzerinde yatıp uyumuştu. Efendimiz uyandığında, o hasır, mübârek vücudunun yan tarafında iz bırakmıştı. Biz:

“–Yâ Resûlâllah! Sizin için bir döşek edinsek?!” dedik.

Bunun üzerine Resûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“–Benim dünya ile ne alâkam var ki? Ben bu dünyada, bir ağacın altında gölgelenen, sonra da bineğine binip orayı terk eden bir yolcu gibiyim.” buyurdular. (Tirmizî, Zühd, 44/2377)

HZ. ÖMER’İ (R.A.) AĞLATAN MANZARA

Yine bir gün Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, Peygamber Efendimizin hâne-i saâdetlerine gelmişti. Odanın içine şöyle bir göz gezdirdi. Her taraf bomboştu. Evin içinde hurma yapraklarından örülmüş bir hasır vardı. Allah Rasûlü onun üzerine yaslanmıştı. Kuru hasır, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mübârek teninde izler bırakmıştı. Bir köşede bir ölçek kadar arpa unu vardı. Onun yanında da, çivide asılı eski bir su kırbası duruyordu. Hepsi bu kadardı!.. Arabistan Yarımadası’nın Fahr-i Kâinât Efendimiz’e tâbî olduğu bir günde, O’nun dünyaya âit mal varlığı bunlardan ibaretti.

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- bunu görünce, içini çekti. Kendini tutamadı, gözleri doldu ve ağlamaya başladı. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Niçin ağlıyorsun ey Ömer?” diye sordu. O da:

“–Niçin ağlamayayım yâ Resûlâllah! Kayser ve Kisrâ dünya nîmetleri içinde yüzüyor! Allâh’ın Resûlü ise kuru hasır üzerinde yaşıyor!..” dedi.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hazret-i Ömer’in gönlünü aldı ve:

“–Ağlama ey Ömer! Dünyanın bütün nîmet ve zevkleriyle onların, âhiretin de bizim olmasını istemez misin?” buyurdu.[2]

Cenâb-ı Hak, küfür ehlinin dünyevî zenginlik, refah ve saltanatlarına bakarak onlara imrenmekten, mü’min gönülleri şöyle îkaz buyurmaktadır:

“Şayet insanların küfürde birleşmiş bir tek ümmet olması (tehlikesi) bulunmasaydı, Rahmân’ı inkâr edenlerin evlerinin tavanlarını ve çıkacakları merdivenleri gümüşten yapardık. Evlerinin kapılarını ve üzerine yaslanacakları koltukları da (hep gümüşten yapardık). Ve onları ziynetlere boğardık.

Bütün bunlar, sadece dünya hayatının geçimliğidir. Âhiret ise, Rabbinin katında, Allâh’ın azâbından sakınıp rahmetine sığınanlara mahsustur.” (ez-Zuhruf, 33-35)

“İnkârcıların (refah içinde) diyar diyar dolaşması, sakın seni aldatmasın! Azıcık bir menfaattir o. Sonra onların varacakları yer Cehennem’dir. O ne kötü varış yeridir!” (Âl-i İmrân, 196-197)

“Şüphesiz Biz, âhirete inanmayanların işlerini kendilerine süslü gösterdik; o yüzden bocalar dururlar. İşte bunlar, azâbı en ağır olanlardır; âhirette en çok ziyana uğrayacaklar da onlardır.” (en-Neml, 4-5)

Hazret-i Mevlânâ ne güzel buyurmuştur:

“Fânî olan dünyayı arayan kişi; olmayacak, kötü bir şeyi aradı. Âhireti arayan ise; iyiyi, güzeli, doğruyu aramış oldu.”

Bir kişi Süfyân-ı Sevrî Hazretleri’ne giderek:

“–Bana tavsiyede bulun!” demişti. O da şu nasihatte bulundu:

“–Dünyada kalacağın kadar dünyana çalış, âhirette kalacağın kadar âhiretine çalış, vesselâm.” (Ebû Nuaym, Hilye, VII, 56)

O hâlde sık sık düşünelim:

Üç günlük dünya hayatına ne kadar ehemmiyet veriyoruz, ebedî olan âhiret hayatına ne kadar?..

Bugün insanlık, dünyada biraz daha uzun yaşayabilmek, hattâ ölümden kurtulabilmek için pek çok araştırmalar yapıp bu uğurda ilâç ve kozmetiğe büyük meblâğlar sarf ediyor. Oysa esas ve sonsuz hayat olan âhirette hiç kimse; “dünyada az yaşadım, çok yaşadım” derdinde olmayacak. Orada herkesin derdi, âhiretin yanında bir akşam vakti ya da kuşluk zamanı kadar kısa olan dünya hayatını ne kadar ebedî saadet sermayesi kılabildiği hususunda olacak…

AHİRETİNİ UNUTAN İNSAN

Lâkin nice insan, bu hakîkatleri bilse bile, nefsine uyup gaflete dûçâr olmaktan kurtulamaz. Kur’ân-ı Kerîm’de:

“Fakat siz (ey insanlar) âhiret daha hayırlı ve daha devamlı olduğu hâlde dünya hayatını tercih ediyorsunuz.” (el-A’lâ, 16-17) buyrulduğu üzere, âhiret deryâsı karşısında bir damla hükmünde bile olmayan dünyâyı ukbâya tercih eder.

Bu hususta gönlümü derin düşüncelere sevk etmiş olan bir müşâhedemi burada arz etmek isterim:

Bir gün sabah namazı için evden çıkmak üzere iken, dışarıda iki kedinin canhıraş feryatlarını duydum. Merak ettim ve bahçeye çıktığımda onlara dikkat ettim. Gördüm ki, iki kedi karşı karşıya duruyor ve saldırmaya hazır birer küçük kaplan gibi hırlayarak hiç kıpırdamadan birbirlerine çakmak çakmak bakıyorlardı. Tüyleri diken diken olmuştu. En ufak bir hamlede yekdiğerini parçalama azminde idiler.

Bu kadar aşırı hasımlaşmanın sebebi nedir acaba diye düşünürken gördüm ki, ortada bir fare var; ölmüş, küçük bir fare. Meğer kediler o fare leşini elde etmek için bunca mücâdeleye girişmişler. Meğer yekdiğerini hırpalama veya onun tarafından hırpalanma pahasına birbirlerine karşı göze aldıkları zararın sebebi, ortadaki küçük bir fare leşi imiş!..

Basit gibi görünen bu tablo, aslında büyük bir ibret sergiliyordu. Bir lâşeden müstağnî kalamayışın dûçâr ettiği ve edeceği kötü neticeleri aksettiriyordu. Bir bakıma dünyaya râm olanların boş ihtirasları uğruna âhiret hüsranını tercih etmelerini tedâî ettiriyordu. Nice gaflet erbâbının sımsıkı sarılıp peşine düştüğü fânî heves, istek ve meyiller ile geçici makam, mevkî ve riyâset dâvâlarının, bir lâşeden ibâret olduğunu anlatıyor ve bunların ebedî bir saltanatı hebâ etmeye değmeyeceğine işarette bulunuyordu.

Nitekim, Allâh’ın râzı olduğu helâl ve meşrû nîmetlerle yetinmeyip nefsânî câzibelere aldanmanın, kişiyi ne kadar da fecî bir âkıbete dûçâr edeceğine, şu hâdise müşahhas bir misâldir:

Mîraç esnâsında Cebrâîl -aleyhisselâm- ile Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- azap içinde bir grup insan görmüşlerdi. Önlerinde, güzelce pişmiş leziz et yemekleri ile çiğ ve kokuşmuş leşler vardı. Fakat onlar, o güzelim yemekleri bırakıp pis ve kokuşmuş leşleri yiyorlardı. Allah Resûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bunların kim olduğunu sorduğunda Cebrâîl -aleyhisselâm- şu cevâbı verdi:

“–Onlar ümmetinden helâl hanımını bırakıp da haram olan kadına giden erkeklerle, kocasını bırakıp haram olan erkeklere giden kadınlardır.” (Heysemî, I, 67, 68)

İşte bunun gibi; âhireti, hesâbı ve azâbı göz ardı ederek, dünyevî lezzetlere helâl-haram demeden hırsla atılmak, kulu dehşetli bir mahrûmiyet, mahcûbiyet ve eziyete mahkûm eden, hazin bir aldanıştır.

Dolayısıyla ebediyet yurdu olan âhirete îmân ettiği hâlde, sırf fânî dünya için çalışıp çabalayan kimseye, ne kadar hayret edilse yeridir! Şu kısacık ömür sermayesini hiç bitmeyecekmiş gibi hoyratça tüketmekten ve âhiret sermayesi hâline getirememekten daha dehşetli bir hamâkat olamaz.

AHİRETİ İSTEMEK

Zira bu cihan, bir oyun-eğlence mahalli değil, âhiret sermayesinin tedârik edilebildiği yegâne yerdir. Nitekim âyet-i kerîmede:

“Allâh’ın sana verdiğinden (O’nun yolunda harcayarak) âhiret yurdunu iste; ama dünyadan da nasîbini unutma! Allâh’ın sana ihsân ettiği gibi sen de (insanlara) iyilik et!..” (el-Kasas, 77) buyrulmaktadır. Bu ilâhî tâlimatta, insanın ukbâ saâdetine nâil olabilmek için dünyadan el etek çekmesi değil, Cenâb-ı Hakk’ın kendisine ihsân ettiği nîmetleri O’nun râzı olduğu şekilde sarf ederek birer âhiret sermayesi hâline getirmesinin lüzumuna dikkat çekilmiştir.

Hak dostlarından Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri bir gün buz satan birine rastlar. Satıcının;

“–Sermayesi erimekte olan insana yardım edin!” diye nidâ ettiğini duyunca şiddetle sarsılır ve ardından düşüp bayılır.

Zira Asr sûresinde de ifâde buyrulduğu üzere insan, sermayesi günbegün, anbean tükenip gitmekte olan bir ebediyet yolcusudur. Eğer dünya sermayesini îman ufkuyla âhiret sermayesine dönüştüremez ise; dünyadaki gayretleri, şeytanların paylaşacakları nasipler olur. Bunun neticesi ise büyük bir hüsran ve elîm bir azaptır.

DÜNYA FANİ AHİRET BAKİ

Velhâsıl Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-’ın buyurduğu üzere:

“Muhakkak ki dünya fânî, âhiret ise bâkīdir. Fânî olan sizi şımartıp azdırmasın, bâkī olandan alıkoymasın. Siz, bâkīyi fânî olana tercih ediniz. Zira dünya sonludur, dönüş Allâh’adır. Allah’tan korkunuz.” (İbn-i Ebi’d-Dünyâ, Mevsû‘a, I, 77)

Dipnotlar:

[1] Ebû’l-Abbâs Ahmed bin Muhammed İbn-i Acîbe, el-Bahru’l-Medîd fî Tefsîri’l-Kur’âni’l-Mecîd, Kâhire 1419, II, 112.

[2] Bkz. Ahmed, II, 298; Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr, tahk. Hamdi Abdülmecid es-Selefî, Beyrut, Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, X, 162.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Ebediyet Yolculuğu, Erkam Yayınları

 

İslam ve İhsan

İSLAM’DA AHİRET İNANCI NEDİR?

İslam’da Ahiret İnancı Nedir?

AHİRET YOLCULUĞU

Ahiret Yolculuğu

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

  • Dunyada daha fazla mal mulk sahibi olmak icin denemedigimiz sey kalmiyor her gecen gün hidayeten uzaklasip Allah in emir ve yasaklarini cigniyoruz Bizim onumuzde ALLAH IN gonderdigi kitap dururken biz seytanin fisiltilarina kanip kotuluk yapiyoruz ALLAH (CC) BIZI AFFETSIN ALLAHU EKBER

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.