Mekke’nin Fethi

Mekke’nin fethinin sebepleri ve sonuçları nelerdir? Mekke’nin fethi ne zaman ve nasıl oldu? İşte Mekke’nin fetih tarihi...

Mekke’nin fethi, 11 Ocak 630’da (Hicrî: 20 Ramazan 8) Müslümanların, Kureyşlilerin elindeki Mekke’yi fethi hadisesidir.

MEKKE’NİN FETHİ KISACA

Bir süre önce Müslümanlarla Mekkeli müşrikler arasında Hudeybiye Antlaşması yapılmıştı.

Mekkeli Kureyşlilerin müttefiki olan Beni Bekir kabilesi bu antlaşmaya aykırı biçimde, Müslümanların himâyesindeki Benî Huzaa kabilesine saldırdı.

İslam peygamberi Hz. Muhammed (a.s.), Mekke’ye haber göndererek, öldürülenlerin kan bedellerinin ödenmesini veya Beni Bekir kabilesiyle olan ittifakın sonlandırılmasını, aksi halde Hudeybiye Antlaşması’nın bozulmuş sayılacağını ve savaşa mecbur kalacaklarını bildirdi. Mekkeliler, teklifleri reddettiler ve harbe hazırlanacaklarını haber verdiler.

Mekkeli müşrikler, daha sonra fikir değiştirip Ebu Süfyan’ı Müslümanları bir barışa iknâ etmesi için Medine’ye gönderdi. Ancak görüşmelerden hiçbir netice alınamadı.

Hz. Muhammed (a.s.), 4 Ocak 630’da (Hicri 8 Ramazan 13), 10 bin kişilik bir ordu ile Medine’den yola çıktı. Bu sefer büyük gizlilik içinde yapıldı.

Hz. Muhammed (a.s.) 11 Ocak 630’da (Hicri 8, Ramazan 20) ordusunu 4 kola ayırdı ve ordusuna şu emri verdi:

“Size karşı konulmadıkça, size saldırılmadıkça, hiç kimseyle çarpışmaya girmeyeceksiniz, hiç kimseyi öldürmeyeceksiniz.”

Hz. Muhammed (a.s.) hareket emri verdi ve Fetih Suresi’ni okuyarak Mekke’ye girdi. 3 kol herhangi bir direnişle karşılaşmazken Halid bin Velid’in komutasındaki 4. kol, İkrime bin Ebu Cehil önderliğindeki küçük bir saldırıyı geri püskürttü.

Hz. Muhammed (a.s.), Mekke’ye girer girmez genel af ilan edildiğini bildirdi ve Ebu Süfyan’a bildirdiği şekilde, kimseye dokunulmayacağını ilan etti. Ardından içerisinde 360 put bulunan Kâbe’ye yöneldi. İsra Suresi’nin 81. âyetini okuyarak putları birer birer devirdi. Daha sonra da beraberindeki Müslümanlarla Kâbe’yi tavaf etti.

Fetihten hemen sonra Hz. Muhammed (a.s.), Kâbe’de ilk hutbesini verdi. Müslümanların karşısındaki en büyük güç ortadan kalktı. Mekke’nin fethi İslam Devleti’ne büyük itibar kazandırdı. Arap Yarımadası’nda İslam hızla yayılma imkânı buldu.

Allah’a kulluk maksadıyla yapılmış ilk mâbed olan Kâbe’nin bulunduğu şehir; Mekke’nin fetih tarihi.

MEKKE’NİN FETİH TARİHİ

Medîneli Müslümanlarla Mekkeli müşrikler arasında yapılan Hudeybiye Muâhedesi’ne göre sulhun müddeti on yıl idi. Ancak müşrikler, her geçen gün İslâm’ın bütün Arabistan’a yayılmasından rahatsız oluyorlardı. Bunun içindir ki, yavaş yavaş sulh maddelerini ihlâl etmeye başladılar. Zaman geçtikçe de sulh maddelerine karşı saygısızlık ve cür’etlerini iyice artırdılar.

MEKKE SEFERİNİN NEDENİ

Hudeybiye Antlaşması’nın üzerinden 17-18 ay kadar bir zaman geçmişti ki, kendilerine bağlı bulunan Benî Bekir kabîlesini kışkırtarak, Müslüman olan Huzâalıların üzerine saldırttı­lar. Kendi içlerinden bâzıları da bu âdî cinâyete iştirâk ettiler.[1]

Allâh Resûlü’ne bağlı olan Huzâa kabîlesi, baskına uğradıklarında namazda idiler. Hunharca bir katliâmla kimi secdede, kimi rükûda, kimi kıyâmda iken şehît edildiler. Hattâ Harem’e sığındıkları hâlde, Kureyş ve Benî Bekirliler oranın haramlığını ihlâl ederek katliâma devâm ettiler. Durum, derhâl Allâh Resûlü’ne bildirildi.[2]

Peygamber Efendimiz, kendisine bu acı haberi getiren Amr bin Sâlim’i dinlerken mübârek gözlerinden süzülen inci tâneleri gibi gözyaşları, gül yanak­larını ıslatıyordu. Peygamberler Sultânı Efendimiz son derece mahzûn olmuştu. Gönlü yaralı sahâbîsi Amr bin Sâlim’e tesellî sadedinde:

“–Sen yardım olundun ey Amr!” buyurdu. (İbn-i Hişâm, IV, 12; Vâkıdî, II, 784-785)

PEYGAMBER EFENDİMİZİN MEKKELİ MÜŞRİKLERE TEKLİF ETTİĞİ ÜÇ MADDE

Allâh Resûlü, her şeye rağmen müşriklerle aralarında yapılmış olan muâhedeyi hesâba katarak Huzâalılara yapılan baskın sebebiyle Mekkelilere önce bir elçi gönderdi. Çünkü onlar Hudeybiye Muâhedesi’ni çok ağır bir şekilde ihlâl etmişlerdi. Buna göre, ya öldürülen Huzâalıların diyetlerini vermeli, ya Benî Bekir kabîlesini himâyeden vazgeçmeli, ya da bu iki teklîfi de kabûl etmedikleri takdirde Hudeybiye Muâhedesi’ni geçersiz saymalı idiler.

Gözlerini kan ve kin bürümüş olan cânî müşrikler, Allâh Resûlü’nün teblîğ ettiği bu üç tekliften son maddeyi, yâni muâhedeyi resmen boz­mayı kabûl ettiler.[3] Oysa bu, Müslümanları Mekke Fethi’ne dâvet demekti.

Sonradan müşriklerin akılları başlarına geldi ise de, iş işten geçmiş, muâhede iki ta­raflı olarak feshedilmişti. Durumu düzeltmek için Kureyş’in reisi Ebû Süfyân, çâresiz ve bin pişman olarak Medîne yollarına düştü. Onun sulhu yenilemek maksadıyla Mekke’den çıktığını, Allâh Resûlü vahy-i ilâhî ile o anda ashâbına bildirdi.[4] Zâten vâkî olan baskın cinâyetiyle mâtem ve hüzün havasının iyice gerginleştirdiği Medîne’de, hiç kimse Ebû Süfyân’a yüz vermedi. Öyle ki, Hazret-i Peygamber’in zevce­lerinden Ümmü Habîbe, Ebû Süfyân’ın kızı olduğu hâlde, evine kadar gelen babasının oturmak istediği minderi dahî altından çekip aldı. Ebû Süfyân şaşırdı. Hayretle:

“–Kızım, minderi mi bana, beni mi mindere lâyık görmedin?” diye sordu.

Hazret-i Peygamber’in sevgisinde fânî olan Ümmü Habîbe vâlidemiz, şöyle cevap verdi:

“–Bu minder, Resûlullâh’a âittir. Bunun için sen necis bir müşrik olarak ona oturmaya aslâ lâyık değilsin!”

Ebû Süfyân işittiği bu cevap karşısında donup kaldı:

“–Kızım, sen bizden ayrılalı bir acâip olmuşsun!” dedi. Fakat Ümmü Habîbe:

“–Hayır, Allâh beni İslâm ile şereflendirdi.” diyerek îmânın her şeyin üzerinde olan ulvî değerini hatırlattı. (İbn-i Hişâm, IV, 12-13)

Başta Resûlullâh olmak üzere bütün ashâbın takındığı bu tavır karşısında çâresiz bir şekilde Mekke’ye dönmek zorunda kalan Ebû Süfyân, etrâfını çeviren Mekkelilere sulhun mümkün olmadığını aktarırken şaşkınlığını gizleyemiyor:

“–Ben, kalpleri tek bir kalp üzere olan bir kavmin yanından geliyorum. Vallâhi, onlardan fayda umduğum küçük-büyük, kadın-erkek herkesle konuştum, ancak bir netîce alamadım!” diyordu. (Abdürrezzâk, V, 375)

Bu arada Hazret-i Peygamber, sefer hazırlığı için emir buyurdular. Yakın kabîleleri Medîne’ye çağırırken, uzaktakileri ise yerlerinde bekleyip or­duya yolda iştirâk etmelerini irâde buyurdular. Son derece gizli bir şekilde hareket edili­yordu. Düşmanın, Medîne’deki bu hummâlı faâliyetten şüphelenmemesi için de, Sûriye ta­raflarına bir müfreze gönderen Hazret-i Peygamber, her tarafı sıkı bir kontrol altına almıştı. Cenâb-ı Hakk’ın yardımıyla büyük fethi kansız bir şekilde netîcelendirmek arzusunda ısrarlı idiler. Bunun için birçok stratejik tedbirler almışlardı:

Öncelikle, ashâbına sefer için hazırlanmalarını emrettiği hâlde, nereye gidileceğini gizli tutarak niyetini açıklamadı.[5] Hattâ en yakın dostu ve sırdaşı Hazret-i Ebûbekir bile Mekke’ye gidileceğini anlamamış, kızı ve Resûlullâh’ın zevcesi Hazret-i Âişe’ye seferin nereye olacağını sormuştu. O da:

“−Bilmiyorum. Belki Benî Süleymlere belki Sakîflere belki de Hevâzinlere gitmek istiyor olabilir!” demişti. (İbn-i Hişâm, IV, 14)

PEYGAMBER EFENDİMİZİN FETİH DUASI

Allâh Resûlü, yine Mekkelilerin herhangi bir savaş hazırlığı yapmamaları ve sulh yoluyla fethin gerçekleşebilmesi için yolları tutturmuş, Mekke’ye hiçbir haber ve câsusun gitmesine imkân vermemiş ve şöyle duâ etmiştir:

“Allâh’ım! Yurtlarına ansızın varıncaya kadar, Kureyşlilerin câsus ve habercilerini tut, onları görmez ve işitmez kıl. Kureyşlilerin gözlerini bağla ki, beni birdenbire karşılarında bulsunlar.” (İbn-i Hişâm, IV, 14)

Peygamber Efendimiz Medîne’den hareket ettiğinde de, yine Kureyşlileri şaşırtmak için aksi istikâmetteki müttefik kabîlelere uğramış, dâire biçiminde bir yol tâkip ederek hedefinin ne olduğuna dâir belirsizliği iyice artırmıştır. Mekke yakınlarına varınca her askerin ayrı bir ateş yakarak psikolojik tesir ile sayının çok zannedilmesini temin etmesi de bu maksatladır.[6]

Yine aynı maksatla, mîkat yeri olan Zülhuleyfe’de ihrâma girmeyerek seferin yönü husûsundaki gizliliği devâm ettirmiştir.[7]

Resûlullâh güç ve kuvveti elde ettikten sonra, bu gücü insanları öldürüp ülkelerini fethetmek için değil, onların gönüllerini Allâh’a açmak, gerçek saâdete, yâni hidâyete kavuşmalarını sağlamak için kullanmıştır. Zîrâ O, âlemlere rahmet ve hidâyet olarak gönderilen bir “Rahmet Peygamberi” idi.

Allâh Teâlâ Müslümanların savaş ve barış husûsundaki bu anlayışlarını, âyet-i kerîmede şöyle ifâde buyurmaktadır:

“Mü’minlere yeryüzünde bir iktidar verdiğimizde, onlar namazı dosdoğru kılarlar, zekâtlarını verirler, iyiliği emrederler ve kötülüğü yasaklarlar. Bütün işlerin âkıbeti de yalnız Allâh’a âittir.” (el-Hac, 41)

SAHABENİN YAKALADIĞI CASUS

Bütün ashâb-ı kirâm hazarâtı, bu gizliliğe riâyet ederken, Bedir gâzîlerinden Hâtıb bin Ebî Beltaa, Mekke’ye durumu bildiren bir mektup yazmış ve bir kadınla da gönder­mişti. Bundan Allâh Resûlü’nün vahiyle haberi oldu ve kadının yerini söyleyerek Hazret-i Ali, Zübeyr ve Mikdâd’ı, o kadını yakalayıp getirmekle vazîfelendirdi. Kadın, Resûlullâh’ın işâret buyurduğu yerde yaka­landı. Üzerindeki mektup alınıp Resûlullâh’a getirildi. Mektupta şunlar yazılıydı:

“Ey Kureyş! Allâh’ın Resûlü, sizin üzerinize öyle muazzam bir kuvvetle geliyor ki, gece karanlığı gibi korkunç olan bu ordu sel gibi akacaktır. Allâh’a yemin ederim ki, Resûlullâh üzerinize tek başına da gelse Allâh, O’nu size gâlip kılacak, vaadini ye­rine getirecektir. Şimdiden başınızın çâresine bakın!” (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, IV, 278)

Aslında bu ifâdeler, ne gerçeğe aykırıydı ne de ihânetle doluydu. Fakat gizli kalması îcâb eden bir hakîkat düşmana ifşâ ediliyordu. Bu yüzden Hazret-i Peygamber, bu işi yapan Hâtıb’ı derhâl yanına çağırtıp sordu:

“–Ey Hâtıb! Bunu niye yaptın?”

Bedir gâzîlerinden olan Hâtıb, büyük bir nedâmet içinde:

“–Yâ Resûlallâh! Yanınızda bulunan Muhâcirlerin Mekke’de âile ve mallarını koru­yacak kimseleri var. Benim ise kimsem yok. Ben de bu mektupla onlar arasında minnet­tarlık kazanarak, âilemi, çoluk-çocuğumu korumak istedim. Yoksa vallâhi ben onların câ­susu değilim. Ben bu işi dînimden dönmek gibi bir fenâlıkla da işlemedim. Müslüman ol­duktan sonra ben, aslâ küfre râzı olmam. Vallâhi benim Allâh ve Resûlü’ne olan îmânım sonsuzdur. Aslâ dînimi değiştirmiş değilim...” dedi.

Bunun üzerine merhamet ummânı olan Hazret-i Peygamber:

“–Hâtıb kendisini doğru müdâfaa etti.” buyurdu ve onu affetti.

Hâtıb’ın boynunu vurmak isteyen Hazret-i Ömer’e de Cenâb-ı Hakk’ın, Bedir Harbi’ne katılanların yaptığı hatâları af buyurduğunu hatırlatarak şu mukâbelede bulundu:

−Ama o Bedir Seferi’ne katıldı. Ne biliyorsun, belki de Allâh Teâlâ Hazretleri Bedir ehlinin hâline muttalî oldu da: «Dilediğinizi yapın, sizleri mağfiret ettim!» buyurdu.” (Buhârî, Meğâzî, 9; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 161)

Bununla birlikte Allâh Resûlü, o sırada nâzil olan şu âyet-i kerîmeler muvâcehesinde, Allâh’ın düşmanlarıyla dostluk yapılmaması gerektiği husûsunu, başta Hâtıb olmak üzere, bütün ashâb-ı kirâma teblîğ buyurdular:

“Ey îmân edenler! Eğer Ben’im yolumda savaşmak ve rızâmı kazanmak için çıkmış­sanız, Ben’im de düşmanım, sizin de düşmanınız olanlara sevgi göstererek, gizlice muhabbet besleyerek onları dost edinmeyin! Oysa onlar, size gelen gerçeği inkâr etmişlerdir. (Onlar) Rabbiniz Allâh’a inandığınızdan dolayı Peygamber’i de sizi de yurdunuzdan çı­kardılar. Ben, sizin saklı tuttuğunuzu da açığa vurduğunuzu da en iyi bilenim. Sizden kim bunu yaparsa (onları dost edinirse), doğru yoldan sapmış olur.

(Biliniz ki) şâyet onlar sizi ele geçirirlerse, size düşman kesilecekler, size ellerini ve dillerini kötülükle uzatacaklardır. Zâten (onlar, hiç şüphesiz sizin îmandan vazgeçip de) inkâr etmenizi istemektedirler. (Yine biliniz ki) kıyâmet günü yakınlarınız ve çocuklarınız size fayda vermez. Çünkü Allâh, aranızı ayırır. Allâh yaptıklarınızı görendir.” (el-Mümtehine, 1-3)[8]

Bu âyet-i kerîmelerle, Müslümanların çoluk-çocuk, mal-mülk gibi sebeplerle kâfirlerle dost­luk kurmaları yasaklanmıştır. Nitekim Hazret-i Nûh’un (a.s.) oğlu Kenan, îmân etmeyenler arasında bulunduğu için helâk olmuştur. Aynı şekilde Hazret-i Lût’un (a.s.) hanımı da fâsıklarla ihtilât ettiği için fâsıklaşmış ve kahr-ı ilâhîye dûçâr olmuştur. Dolayısıyla onların, bir peygamberle olan cismânî yakınlıkları, hiçbir kıymet ifâde etmemiştir.

İSLAM ORDUSUNUN HAREKETİ

Hicretin sekizinci yılında Ramazan Ayı’nın onuncu günü Allâh Resûlü, on bin kişilik muazzam îmân ordusuyla Medîne’den ayrıldılar. Cihâd üzere olduklarından yolda iftar ettiler. Ashâba da böyle emir buyurdular.[9]

Cuhfe denilen mevkîye vardıklarında Hazret-i Abbâs ile karşılaşıldı. Daha evvel Müslüman olmuş bulunan Hazret-i Abbâs, bunu gizleyerek Mekke’de kalmış, oradan Kureyş’in durumunu her zaman Allâh Resûlü’ne rapor etmişti. Mekke-i Mükerreme’de kalmasının bir sebebi de, uhdesinde bulunan hacılara su dağıtma vazîfesini îfâ etmesiydi. Nihâyet vaktin geldiğini düşünerek, o da hicret etmek için ehl ü ıyâli ile birlikte yola çıkmıştı.[10] Buna çok sevinen Allâh Resûlü:

“–Ben peygamberlerin sonuncusu olduğum gibi, sen de Muhâcirlerin sonuncusu oldun!..” buyurdular. (Ali el-Müttakî, XI, 699/33387)

Mekke Fethi’ne doğru yapılan bu muhteşem yolculuk esnâsında bütün bir beşeriyete ibret olacak muazzam bir tablo sergilendi. Bu, Hâlık’ın nazarıyla mahlûkâta bakış tarzının bir eseriydi. Allâh Resûlü’nün ordusu sel gibi akıyordu. Arabistan’ın dört bir tarafından yeni Müslüman olmuş kabîleler kâfile kâfile İslâm ordusuna iltihâk ediyorlardı. Deyim yerindeyse bir mahşer ortamı yaşanıyordu. Âlemlerin Efendisi bu muhteşem ordusuyla Arc mevkiinden hareket edip Talub’a doğru yol alırken, yolda yavrularının üzerine gerilmiş ve onları emzirmekte olan bir kelp gördü. Hemen ashâbından Cuayl bin Sürâka’yı yanına çağırarak onu bu kelp ve yavrularının başına nöbetçi dikti. Anne kelbin ve yavrularının, fetih coşkusu içinde geçen İslâm ordusu tarafından ürkütülmemesi husûsunda tembihte bulundu.[11]

Bu ne müthiş bir manzaradır! Acabâ beşer târihi böyle bir merhamet tablosuna daha önce hiç şâhid olmuş mudur?[12]

Resûlullâh Mekke’nin fethi gibi târihî açıdan mühim bir dönüm noktası olan büyük bir hâdise esnâsında dahî belki teferruat sayılabilecek en ince bir mesele ile meşgûl olmuş, kendisini bir anne kelb ve yavrularından mes’ûl hissetmiştir. Dolayısıyla bu hâdiseden alacağımız diğer bir ders de, idârî mevkîlere sâhip kimselerin de, en ince teferruâtına kadar her şeyden mes’ûl olduklarının idrâki içinde bulunmaları ve muhtemel hâdiselere karşı dâimâ teyakkuz hâlinde olmalarıdır.[13]

O sırada Mekkeliler, olan bitenden habersizdi. İslâm ordusunun, beldelerine bir ko­naklık mesâfedeki Merru’z-Zahrân Vâdisi’ne yerleştiğini öğrenip Resûlullâh’ın em­riyle her birliğin ayrı ayrı ateş yakmasıyla oluşan ihtişamlı manzarayı gördüklerinde deh­şete kapıldılar. Akılları başlarından gitti.

Ebû Süfyân, yandaşları olan Hakîm bin Hizâm ve Büdeyl’i yanına alarak merakla etrâfı kolaçan etmek için Mekke’den çıkmıştı. İslâm askerlerinin yakmış olduğu binlerce ateşi görünce şaşırdılar. Onların hangi kavim ve kabîleye âit olduğunu tahmin etmeye çalıştılar. Fakat oraya konaklayanların Peygamber Efendimiz ve ashâbı olabileceği ihtimâli hiç akıllarına gelmedi. Mekke, çepeçevre kıskaca alınmış olduğundan, Ebû Süfyân ve yanındakiler çok geçmeden yakalanıp Peygamber Efendimiz’e getirildiler.[14]

Hazret-i Ömer, Ebû Süfyân’ın öldürülmesi için Hazret-i Peygamber’in etrâfında dolaşırken, amcası Hazret-i Abbâs da onun affedilmesini ta­leb ediyordu. Eşsiz siyâsî dehâsı ile muhteşem bir harp taktiği uygulayan Allâh Resûlü, amcasına hitâb ederek:

“–Ebû Süfyân’ı al, ordunun geçit yerine götür! İslâm ordusunun ihtişâmını seyret­tir!” buyurdu.

Bu, Kureyş’in reisi olan Ebû Süfyân’ı, müşriklerin Müslümanlara karşı boş yere çaba göstermesini engelleyecek bir hâlet-i rûhiyeye hazırlamak demekti. Böylece müşrik­ler, mukâvemet göstermeyince, kan dökülmesi de önlenmiş olacaktı.

Hazret-i Abbâs, Ebû Süfyân’ı alarak Allâh Resûlü’nün işâret buyurduğu geçide götürdü. O sırada İslâm ordusu hareket etmiş, birlikler hâlinde ilerliyordu. Her kâfilenin îmanlı yüreklerinden taşan اَللهُ أَكْبَرُ sadâları Arş’a kadar yükseliyordu.

Ebû Süfyân’ın bu manzara karşısında gözleri kamaştı. Allâh Resûlü’nün birliği geçerken de dehşet ve hayretini gizle­yemeyerek:

“–Ey Abbâs! Kardeşinin oğlu, saltanatını ne kadar da büyütmüş!..” dedi.

Hazret-i Abbâs müdâhale etti:

“–Hayır, bu saltanat değil, nübüvvettir...” dedi.

Ebû Süfyân da:

“−Evet, evet!” diyerek doğruladı. (Buhârî, Meğâzî, 48; Heysemî, VI, 164; İbn-i Sa’d, II, 135; İbn-i Esîr, el-Kâmil, II, 242)

Sonra oradan ayrılarak Hazret-i Peygamber’in yanına geldiler. Âlemlerin Efendisi sordular:

“–Ey Ebû Süfyân! Hâlâ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللهُ diyeceğin vakit gelmedi mi?”

Ebû Süfyân, biraz düşündükten sonra kelime-i tevhîdi söyledi. Ancak Hazret-i Peygamber’i tasdîk cümlesini telaffuz etmemişti. Hazret-i Peygamber, tekrar sordular:

“–Benim Allâh’ın Resûlü olduğumu söyleyeceğin vakit gelmedi mi?”[15]

Ebû Süfyân, bu suâle cevap vermek için biraz mühlet istediyse de, Hazret-i Abbâs’ın îkâzıyla kelime-i şehâdeti bütünüyle telaffuz etti. Bunun üzerine Allâh Resûlü, onu taltîf ve kalbini İslâm’a ısındırma sadedinde Mekke halkının emniyette olacağı yerleri sayarken, Ebû Süfyân’ın evini de zikrederek şöyle buyurdular:

“Kim ki Mescid-i Harâm’a girerse emniyettedir. Kim ki evinden dışarı çıkmazsa em­niyettedir. Kim ki Ebû Süfyân’ın evine sığınırsa o da emniyettedir!” (Ebû Dâvûd, Harâc, 24-25/3021-3022; Heysemî, VI, 164-166; İbn-i Hişâm, IV, 22)

Serbest bırakılan Ebû Süfyân Mekke’ye dönerken Allâh Resûlü de ashâbına son hitâbını îrâd buyuruyordu:

“Size karşı herhangi bir saldırı vâkî olmadıkça, hiç kimseye kılıç çekmeyiniz!” (İbn-i Hişâm, IV, 28)

Bundan sonra Allâh Resûlü, dört kola ayırdığı İslâm ordusuna hareket emrini verdi. Böylece Mekke, dört bir taraftan yankılanan tekbîr sesleriyle doldu.

Sekiz yıl evvel iki deve ve üç kişi ile Mekke’den mahzun bir şekilde ayrılan Hazret-i Peygamber, bugün Allâh’ın lutfu ile on bin kişilik muazzam ve muhteşem bir kuvvetle mübârek beldeye giriyordu. O gün yurdundan çıka­rılmış mazlum bir ferd, bugün yurdunu fetheden muzaffer bir fâtihti. Fakat O, bununla aslâ gurûra kapılmayarak devesinin boynu üzerinde secde eder bir vaziyette, yâni bu nîmeti lutfeden Allâh’a şü­kür hâlinde Mekke’ye giriyordu. Başını Allâh Teâlâ’ya karşı tevâzû ile o derece eğmişti ki, sakalının uçları neredeyse devenin semerine değmekteydi. O esnâda devamlı olarak:

«Ey Allâh’ım! Hayat, ancak âhiret hayâtıdır!» diyordu.[16] (Vâkıdî, II, 824; Buhârî, Rikâk, 1)

Nebevî ahlâk ile ahlâklanmış olan ashâb-ı kirâmın hâli de Allâh Resûlü’nün hâlinden pek farklı değildi.

İslâm ordusu hemen hemen hiçbir mukâvemetle karşılaşmadı. Bu hususta Ebû Süfyân’a tatbîk edilen taktik bereketiyle, onun, Mekkelilerin Müslümanlara karşı koymamaları için gayret etmesi hayli netîce vermiş, kimse muazzam İslâm ordusuna karşı çıkmaya cesâret ede­memişti. Yalnız Hâlid bin Velîd’in Mekke’ye girdiği yerde ufak bir çatışma olmuş, o da çabuk yatıştırılmıştı.

“HAK GELDİ, BÂTIL ZAİL OLDU!”

Allâh Resûlü, Fetih Sûresi’ni okuyarak ashâb-ı kirâmla birlikte Kâbe-i Muazzama’ya yöneldi. Devesinden inmeden Kâbe’yi tavâf ettikten sonra:

“…Hak geldi, bâtıl yok oldu!..” (el-İsrâ, 81) âyet-i kerîmesini tilâvet buyurarak elin­deki değnekle Kâbe’deki putları bizzat devirmeye başladı. (Buhârî, Meğâzî, 48; Müslim, Cihâd, 87; Vâkıdî, II, 831-832)

Resûlullâh Beytullâh’ta tasvirler görünce, içeri girmedi. Önce onların imhâ edilmesini emretti. Sahâbîler derhâl emri yerine getirdiler.

İçeride Hazret-i İbrâhîm ve Hazret-i İsmâîl’in (a.s.) ellerinde fal okları bulunur vaziyetteki sûretlerini gördüğünde Efendimiz- şöyle buyurdu:

“Allâh, bu sûretleri yapan müşriklerin canını alsın. Vallâhi bu peygamberler asla oklarla kısmet aramadılar. (Bilâkis bundan nehyettiler.)” (Buhârî, Enbiyâ 8, Hacc 54, Meğâzî 48)

Büyük Hak dostu Hazret-i Mevlânâ, bir ömür boyu akla hayâle gelmedik çileleri göğüsleyerek putları kıran Resûlullâh’a ne kadar minnettâr olmamız gerektiğini şöyle ifâde buyurur:

“Ey bugün Müslüman bulunan kimse! Eğer Hazret-i Ahmed’in (a.s.) sa’y ü gayreti ve putları kırdırmak husûsundaki himmeti olmasaydı, şimdi sen de ecdâdın gibi putlara tapardın.”

Müslümanlar, Mekke’yi fethettikleri gün, sabaha kadar tekbîr ve tehlîl getirdiler, devamlı olarak Kâbe’yi tavâf ettiler. Bunu gören Ebû Süfyân, zevcesi Hind’e:

“–Sen bunun Allâh’tan olduğu kanaatinde misin?” diye sordu. Hind:

“–Evet! Bu, Allâh tarafından olan bir iştir!” dedi.

Ertesi gün Ebû Süfyân, erkenden Resûlullâh’ın yanına gitti. Allâh Resûlü ona akşam hanımıyla arasında cereyân eden konuşmayı nakletti. Ebû Süfyân:

“–Şehâdet ederim ki, Sen Allâh’ın Resûlü’sün! Varlığım kudret elinde bulunan Allâh’a yemin ederim ki, bu sözümü Allâh ile Hind’den başkası işitmemiştir!” dedi. (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, IV, 296)

Fetihten sonra Mekkeliler çocuklarını Resûlullâh’a götürüyor, O da onların başlarını sıvazlıyor ve kendilerine duâ ediyordu. (Ahmed, IV, 32)

AF BAYRAMI

Bu sırada Kureyşliler, Mescid-i Harâm’a dolmuş, haklarında verilecek hükmü bek­liyorlardı. Allâh Resûlü, sâdece oradakilere değil, bütün in­sanlığa şâmil olan şu cihanşümûl hutbesini îrâd buyurdu:

“Allâh’tan başka ilâh yoktur. Yalnız O vardır. O’nun hiçbir nazîri ve şerîki yoktur. Allâh, vaadini yerine getirmiş, kuluna yardım etmiş ve bütün düşmanlarımızı dağıtmıştır. Kâbe hizmeti ve hacılara su dağıtma işi dışında bütün eski gelenek ve görenekler, mal ve kan dâvâları, bugün şu iki ayağımın altındadır.

Ey Kureyşliler!

Allâh, sizden câhiliyet gurûrunu, babalarla, soylarla (övünüp) kibirlenmeyi giderdi. Bütün insanlar Âdem’den, Âdem de topraktan yaratılmıştır.

(Efendimiz, bu ifâdelerin ardından şu âyet-i kerîmeyi okudu:)

«Ey insanlar! Doğrusu Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve sizi (kibre kapılıp da övünmeniz için değil) birbirinizle tanışasınız diye milletlere ve kabîlelere ayırdık. Allâh katında en üstün olanınız, muhakkak ki O’ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz ki Allâh, bi­lendir, her şeyden haberdardır.» (el-Hucurât, 13)” (İbn-i Mâce, Diyât, 5; Ahmed, II, 11; Tirmizî, Tefsîr, 49/3270)

Artık Mekke-i Mükerreme, Hudeybiye’nin bir müjdesi olarak, af, sulh, emniyet ve hidâyetin içiçe olduğu rûhânî bir fetihle asıl sâhiplerine, yâni ciğerpârelerine sînesini açmıştı. Bin bir ıztırap, zulüm ve meşakkatlerle dolu Mekke hasreti de artık sona ermişti. Yılların hüznü sürûra inkılâb etmişti. İşte bunun büyük bir şükrânesi olarak, târihin en büyük affını sergi­lemek üzere Allâh Resûlü Mekke halkına:

“–Ey Kureyş topluluğu! Şimdi benim, sizin hakkınızda ne yapacağımı sanırsınız?” diye sordu. Kureyşliler:

“–Biz Sen’in hayır ve iyilik yapacağını umarak; «Hayır yapacaksın!» deriz. Sen, ke­rem ve iyilik sâhibi bir kardeşsin! Kerem ve iyilik sâhibi bir kardeş oğlusun!..” dediler.

Bunun üzerine Hazret-i Peygamber:

“–Ben de Hazret-i Yûsuf’un kardeşlerine dediği gibi:

«…Size bugün hiçbir başa kakma ve ayıplama yok! Allâh sizi affetsin! Şüphesiz O, merhametlilerin en merhametlisidir.» (Yûsuf, 92) diyorum. Haydi gidiniz, artık serbestsiniz!” bu­yurdu.

Bir diğer hitâbında da:

“–Bugün merhamet günüdür. Bugün Allâh’ın, Kureyşlileri İslâmiyet’le güçlendire­ceği, üstünleştireceği bir gündür.” buyurdu.

Bunun netîcesinde, fetihten önce birçok Müslümanın malına ve cânına kıymış olan kimseler bile, hidâyet şerefine erdiler. Allâh Teâlâ, Kureyş müşriklerini Resûlü’nün eline düşürmüş, ona boyun eğdirmişti. Resûlullâh da onları affetmiş ve serbest bırakmıştı. Bu sebeple Mekkelilere “Tulekâ”, yâni “âzâd edilenler” adı verildi.[17]

Fahr-i Kâinât Efendimiz’in en büyük arzusu, hiçbir fert hâriçte kalmamak şartıyla bütün insanların Müslüman olmalarıydı. Mekke’nin fethinden sonra güç ve kuvvetin zirvesinde olduğu bir anda, vaktiyle kendisine her türlü zulüm ve işkenceyi revâ gören insanlardan intikâm alabilecek durumda olmasına rağmen bunu yapmayıp umûmî af îlân etmesi, Hakk’ın nazarıyla mahlûkâta bakış tarzının hârikulâde bir tezâhürüdür.

Yıllardır alay, hakâret, zulüm ve düşmanlıktan başka bir şeye şâhid olmayan Mekke, o gün sergilenen büyük bir af bayramıyla târifsiz bir muhabbet ve merhamet tecellîsi yaşıyordu. Ancak bu güzelliğe gölge düşürmek isteyen Fedâle isimli bir Mekkeli, Hazret-i Peygamber’i öldürmek kastıyla mübârek yanlarına sokuldu. Onun niyetini mânen bilen Allâh Resûlü, hiçbir telâş ve kızgınlık göstermeyip, şefkat ve rahmet kanatlarını açarak Fedâle’ye:

“–Sen Fedâle misin?” diye sordu.

“–Evet!” dedi. Ardından O Rahmeten li’l-Âlemîn:

“–Ey Fedâle! Zihninde kur­duğun şeyden tevbe ve istiğfâr et!” buyurdu ve mübârek ellerini onun göğsüne koydu. Böylece daha o anda zihnindeki öldürme düşüncesi kaybolan Fedâle’nin kalbi yumuşadı, îman nûru ile doldu ve Allâh Resûlü, bir anda kendisinin nazarında yaratılanların en sevgilisi hâline geldi. (İbn-i Hişâm, IV, 37; İbn-i Kesîr, es-Sîre, III, 583)

Ebû Süfyân bin Harb, Mescid-i Harâm’da oturmuş düşünüyordu. Peygamber Efendimiz önde, Müslümanlar da O’nun arkasında yürüdüklerini görünce:

“−Acabâ Muhammed’e karşı asker toplasam mı, şu adamla yine çarpışmaya dönsem mi, ne yapsam acabâ?!” diye içinden geçirdi. O esnâda Allâh Resûlü gelip onun baş ucunda durdu ve iki kürek kemiği arasına eliyle vurarak:

“–Allâh o zaman da seni hor ve hakîr kılar!” buyurdu. Ebû Süfyân, başını kaldırıp Allâh Resûlü’nü görünce:

“–Şu âna kadar Sen’in peygamber olduğuna tam kanaat getirememiştim. İçimden geçirdiğim düşünceler sebebiyle Allâh’a tevbe ediyor, O’ndan mağfiret diliyorum!” dedi. (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, IV, 296)

İSLAM’A GİREN MÜŞRİKLER

Uhud Harbi’nde Hazret-i Peygamber’in amcası Hazret-i Hamza’nın ciğerini hırsla dişleyen Hind de Mekke’nin fethi günü îmân ederek umûmî affa mazhar oldu. Allâh Resûlü kelime-i tevhîdin şânı hürmetine onu da bağışladı.[18]

Ebû Cehl’in oğlu İkrime, sayılı İslâm düşmanlarındandı. Mekke’nin fethinden sonra Yemen’e kaçmıştı. Hanımı, Müslüman olarak onu Hazret-i Peygamber’in yanına getirdi. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Allâh Resûlü, İkrime’yi memnûniyetle karşılayarak:

“–Ey göçmen süvârî, hoş geldin!” buyurdu ve Müslümanlara karşı yaptığı zulmü yü­züne vurmayıp onu da affetti. (Hâkim, III, 271/5059; Vâkıdî, II, 851-852)

Hebbâr bin Esved de İslâm düşmanlarının önde gelenlerinden idi. Mekke’den Medîne’ye devenin üzerinde hicret ederken kasten Hazret-i Peygamber’in kızı Zeynep’i mızrağıyla vurarak deveden aşağı itmişti. Hazret-i Zeynep hâmile olduğundan çocuğunu düşürmüş ve ağır bir şekilde yaralanmıştı. Bu yara daha sonra vefâtına sebep olmuştu. Hebbâr, bunun gibi daha birçok suç işlemişti. Mekke’nin fethinden sonra kaçtı ve ele geçirilemedi. Resûlullâh Medîne’de ashâbıyla oturduğu bir esnâda huzûr-i saâdete gelerek Müslüman olduğunu bildirdi. Hazret-i Peygamber onu da affetti. Ona hakâret edilmesini ve târizde bulunulmasını yasakladı.[19] Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’de:

(Ey Resûlüm!) Sen af yolunu tut, bağışla, uygun olanı emret, câhillere aldırış etme, onlardan yüz çevir!” buyruluyordu. (el-A’râf, 199)

Hazret-i Peygamber, canlı bir Kur’ân idi. Kur’ân ahlâkı da en güzel bir şekilde O’nda sergileniyordu. Kendine yönelik olarak işlenen bütün suçları hiç tereddüt et­meden yürekten affederdi. Lâkin, umûma karşı işlenen suçlar için hakkı tutup kaldırın­caya ve hak sâhibinin hakkını alıncaya kadar, onu kimse sâkinleştiremezdi.

Nitekim Mekke’de kâbına varılmaz, cihânşümûl bir affın sergilenmesi yanında, bâzı ıslâh olmaz hâin müşriklerin de görüldükleri yerde ümmetin menfaati için öldü­rülmeleri husûsunda emr-i Peygamberî sâdır olmuştur.[20]

Mekke’den ganîmet olarak hiçbir şey alınmamıştır.[21] Varlık Nûru Efendimiz, İslâm ordusunun bir hayli yekûn tutan zarûrî ihtiyaçlarını karşılamak için Mekke zenginlerinden ödünç para ve zırh aldı. Daha sonra bunu, Hevâzin ganîmetinden tamâmıyla ödedi ve:

“–Ödüncün karşılığı, teşekkür etmek ve onu ödemektir!” buyurdu. (Vâkıdî, II, 863; Ebû Dâvûd, Büyû’, 88/3562; Muvatta, Nikâh, 44)

MEKKE’DE İLK EZAN

Mekkeliler, Hazret-i Peygamber’in bütün insanlığa nu­mûne olarak sergilediği af bayramının sürûrunu yaşarken öğle vakti girmişti. Resûlullâh, her zaman olduğu gibi yine ezân okuması için Hazret-i Bilâl’e emretti. Hazret-i Bilâl, bir zamanlar köle olarak akıl almaz işkencelerle “Ehad, Ehad” diye inlediği günleri hatırladı. Artık zulüm zevâle ermişti. Şimdi hür idi ve zafer kazanmış bir îmân ordusu ile Mekke’de idi. Allâh’a şükrederek Kâbe-i Muazzama’nın üstüne çıktı. Yakıcı nağmelerle ezâna başladı. Öyle içli ve yanık bir ezân okuyordu ki, bütün Mekke dağları ve semâsı bu ulvî sadâ ile yankılanıyordu. Gökler mütebessim, yerler mesrûr oldu. O gün okunan ezân-ı Muhammedî, mü’minlere ebedî bir hâtıra idi. Bu man­zarayı gören müşriklerden birkaçı:

“–Yazıklar olsun bize!.. Köleler kadar da olamadık! Onlar nerelere ulaştı, bizler ne hâlde kaldık?” diye önceden yaptıklarına, yâni o âna kadar hakîkatten gâfil kalmalarına hayıflandılar.

MEKKELİLERİN BİATİ

Öğle namazını edâ ettikten sonra Allâh Resûlü, Safâ Tepe­si’ne çıktı. Mekkelilerin bey’atlerini kabûl etti. Önce erkekler “Müslümanlık ve cihâd” üzere Hazret-i Peygamber’e bey’at ettiler. Sonra kadınlar bey’at ettiler.[22] Kadınların bey’ati husûsunda Allâh Teâlâ, Resûlullâh’a şöyle buyurmuştu:

“Ey Peygamber! Îmân eden kadınlar Sana gelip Allâh’a ortak koşmamak, hırsızlık etmemek, zinâda bulunmamak, çocuklarını öldürmemek, elleri ile ayakları arasında bir iftirâ uydur­mamak (hiç yoktan yalan uydurup iftirâ atmamak, başkasının çocuğunu sâhiplenerek kocasına isnatta bulunmamak veya gayr-ı meşrû bir çocuk dünyâya getirip onu kocasına mâl etmemek), hiçbir güzel işte Sana âsî olmamak üzere bey’at ettiklerinde, onların bey’atini kabûl et; onlar için Allâh’tan mağfiret dile!.. Şüphesiz ki Allâh, Gafûr’dur, Rahîm’dir.” (el-Mümtehine, 12)

Kadınların bey’ati, sözle ve Resûlullâh’ın elini batırdığı bir su kabına ellerini batırmak sûretiyle tahakkuk etmiş, onlarla musâfaha şeklinde bir be­y’at hiçbir zaman vâkî olmamıştır.

Ümeyme bint-i Rukayka şöyle anlatır:

“Ensâr’dan bir grup kadınla Hazret-i Peygamber’e gidip:

«−Allâh’a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zinâ etmemek, çocuklarımızı öldürmemek, hiçbir zaman iftirâ atmamak, meşrû emirlerinde Sana isyân etmemek üzere bey’at ediyoruz.» deyince Âlemlerin Efendisi hemen:

«−Gücünüz yettiği ve tâkat getirebileceğiniz hususlarda!» buyurdu. Bu şefkat ve merhamet yüklü sözü üzerine biz:

«−Allâh ve Resûlü bize karşı bizden daha merhametlidir, haydi bey’at edelim!» dedik.

Kadınlar, bey’ati musâfaha ederek yapmak istediler. Ancak Allâh Resûlü:

“−Ben kadınlarla musâfaha etmem! Benim yüz kadına toptan söylediğim bir söz, her kadın için ayrı ayrı söylenmiş sayılır.” buyurdu. (Muvatta, Bey’at, 2; Tirmizî, Siyer, 37/1597)[23]

EMÂNETİ EHLİNE VERİNİZ!

Resûlullâh, Kâbe’ye geldiğinde Mescid-i Harâm’ın bir köşesinde oturmuştu. Mücâhidler de çevresine oturmuşlardı. Allâh Resûlü, Kâbe’nin anahtarını getirmesi için, Hazret-i Bilâl’i Osman bin Talha’ya gönderdi. Hazret-i Bilâl, Osman’a gidip:

“–Resûlullâh Kâbe’nin anahtarını getirmeni emrediyor!” dedi. Osman:

“−Olur!” diyerek anası Sülâfe’nin yanına gitti. O zaman anahtar onun yanında bulunuyordu:

“–Ey anacığım! Anahtarı bana ver! Resûlullâh bana adam gönderdi ve anahtarı kendisine getirmemi emretti.” dedi. Sülâfe:

“–Kavminin şereflendiği, övündüğü bir şeyi götürüp elinle teslîm etmenden Allâh’a sığınırım! O, bu anahtarı sizden alınca, bir daha hiçbir zaman geri vermeyecektir!” dedi. Osman biraz uğraştıktan sonra anahtarı anasından alıp Peygamber Efendimiz’e getirdi ve:

“–Bunu Sana Allâh’ın emaneti olarak veriyorum!” dedi. Anahtarın kendisine geri verilmeyeceğinden korkuyordu. (Vâkıdî, II, 833; Heysemî, VI, 177)

Âlemlerin Efendisi Kâbe’yi açtı. İçeri girerek kapının, üzerine kapatılmasını emretti. Uzunca bir müddet orada kaldı. İki rekât namaz kıldı. (Vâkıdî, II, 835; İbn-i Sa’d, II, 137)

Allâh Resûlü Kâbe’den çıktı. Fetih hutbelerini îrâd buyurduktan sonra:

“–Osman nerede?” diye sordu. Osman bin Talha ayağa kalktı. Resûlullâh:

“Allâh, size emânetleri ehline vermenizi, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adâletle hükmetmenizi emreder. Allâh, size böylece ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz ki Allâh, işiten (ve) görendir.” (en-Nisâ, 58) âyetini okuduktan sonra:

“–Ey Ebû Talha oğulları! Allâh Teâlâ’nın emânetini, sürekli sizde kalmak ve dürüst hareket etmek üzere alınız! Onu, zâlim olmadıkça hiç kimse elinizden alamaz! Bugün, iyilik ve ahde vefâ günüdür.” buyurdu. (İbn-i Hişâm, IV, 31-32; Vâkıdî, II, 837-838; İbn-i Sa’d, II, 137)

Şu hâdisede de görüldüğü gibi emânetlerin ehline verilmesi, çok mühim bir meseledir. Zîrâ emânetler ehline verildiği zaman, fertte, âilede ve devlette huzur ve sükûn de­vâm etmiş, aksi durumlarda ise büyük imparatorluklar bile yerle bir olmuştur. Târih, bunun nice misâlleriyle doludur.

Allâh Resûlü emânet husûsunun hassâsiyet ve ehemmiyetini bir hadîs-i şerîfinde ne güzel aksettirir:

“Emânet ehline verilmediği zaman, işte o zaman kıyâmeti bekle!” (Buhârî, İlim, 2; Ahmed, II, 361)

Hulâsa, emânetin ehline verilmemesi, kıyâmet alâmetlerinin en mühimlerinden birini teşkîl etmektedir.

Kendisinde önceden beri sikâye (hacılara su ikrâm etme) vazîfesi bulunan Hazret-i Abbâs, Allâh Resûlü’nden Hicâbe[24] vazîfesini de istemişti. Peygamber Efendimiz, amcasına:

“–Ben size insanların Beytullâh’a göndereceği örtü gibi şeylerden geçiminizi sağlayacağınız şeyi değil, hacıların su ihtiyaçlarını karşılamak üzere servetinizden harcayarak bu yüzden hayra nâil olacağınız zahmetli vazîfeyi veriyorum!” buyurdu ve hacılara su ikrâm etme vazîfesine devâm etmesini söyledi.

Hazret-i Abbâs’ın Tâif’te üzüm bağı vardı. İslâm’dan önce de sonra da oradan kuru üzüm taşır, Zemzem’in içine katarak hacılara ikrâm ederdi. Kendisinden sonra oğulları ve torunları da hep böyle yaptılar. (İbn-i Hişâm, IV, 32; İbn-i Sa’d, II, 137; Vâkıdî, II, 838)

Peygamber Efendimiz fethin ikinci günü öğle namazından sonra insanların arasında ayağa kalktı. Allâh Teâlâ’ya hamd ü senâda bulunduktan sonra şöyle buyurdu:

“Ey insanlar! Şüphe yok ki Allâh, göklerle yeri, güneş ile ayı yarattığı gün, Mekke’yi de haram ve dokunulmaz kılmıştır! Kıyâmet gününe kadar da haram ve dokunulmaz olarak kalacaktır! Şüphesiz Allâh Fil ordusunu Mekke’ye girmekten alıkoymuş, Resûlü’nü ve mü’minleri ise buna muvaffak kılmıştır. Mekke benden sonra hiç kimseye helâl değildir. Mekke’nin avı ürkütülmez, dikeni kesilmez, bulan kimsenin, sâhibini araması için alması hâriç, kaybolan eşyâsını almak helâl olmaz. Bir kimsenin yakını öldürülürse iki şeyden hangisi hayırlı ise onu isteyebilir: Ya diyet ya da kısas.”

Bunun üzerine Hazret-i Abbâs:

“–İzhir (otunun koparılması) müstesnâ olsun. Çünkü kabirlerimiz ve evlerimizde onu kullanıyoruz.” dedi.

Peygamber Efendimiz:

“−İzhir müstesnâ!” buyurdu.[25] (Buhârî, Lukata, 7; Meğâzî, 53; Ahmed, IV, 31-32; II, 238)

Mekke’nin fethi günü yaşanan şu manzara da, ashâbın yıldızlaştığı gönül ufkunu sergilemektedir:

Resûlullâh Mescid-i Harâm’da otururken, Hazret-i Ebûbekir, babası Ebû Kuhâfe’yi getirdi. Allâh Resûlü onu görünce:

“–Ey Ebûbekir! İhtiyar babanı buraya kadar yormasaydın, ben onun yanına gelseydim!” buyurdu.

Hazret-i Ebûbekir:

“–Yâ Resûlallâh! Onun Sana gelmesi, Sen’in ona gitmenden daha münâsiptir.” karşılığını verdi.

Resûlullâh Ebû Kuhâfe’yi önüne oturttu, elini kalbinin üzerine koydu ve:

“–Ebû Kuhâfe! Müslüman ol, selâmet bulursun!” dedi. O da müslüman oldu, samîmî olarak şehâdet getirdi. (İbn-i Sa’d, V, 451)

Ebû Kuhâfe, bey’at etmek üzere elini Fahr-i Kâinât’ın mübârek eline uzatınca Peygamber âşığı Hazret-i Ebûbekir kendini tutamayıp ağlamaya başladı. Resûlullâh hayretle niçin ağladığını sorunca Hazret-i Ebûbekir gözyaşları içinde:

“–Yâ Resûlallâh, Sana bey’at etmek üzere uzanan şu el, benim babamın eli değil de Sen’in amcan Ebû Tâlib’in eli olsaydı da bu vesîleyle Allâh Teâlâ benim yerime Sen’i sevindirseydi, kim bilir ne târifsiz bir sevince nâil olurdum. Çünkü Sen, onu çok seviyordun.” dedi. (Heysemî, VI, 174)

İşte o şânı yüce Peygamber’in yüksek ahlâkından lâyıkıyla istifâdenin ve O’nda fânî olmanın, kâbına varılmaz, seyrine doyulmaz bir manzarası... Böylesine ulvî bir hayranlık, ihtirâm ve muhabbet çağlayanını acabâ târih kaç kere seyredebilmiştir?

EMSÂLSİZ BİR VEFÂ

Allâh Resûlü, fetihten sonra Mekke’de on beş gün kaldılar. Bu arada Ensâr’dan bâzıları endişelenmişler, Hazret-i Peygamber’in bir daha Medîne’ye dönüp dönmeyeceklerini düşünüyorlardı. Çünkü Allâh Teâlâ, O’na doğup büyüdüğü mübârek ve mukaddes yerin fethini nasîb etmişti. Safâ Tepesi’nde duâ etmekte olan Hazret-i Peygamber, Ensâr-ı Kirâm’ın bu tedirginliklerini sezdiler. Duâları bittikten sonra onların yanına gelerek:

“–Konuştuğunuz nedir?” diye sordular.

Onlar da endişelerini dile getirince, Allâh Resûlü bü­yük bir vefâ örneği sergileyerek şöyle buyurdular:

“–Ey Ensâr! Öyle bir şey yapmaktan Allâh’a sığınırım. Ben sizin memleketinize hic­ret ettim. Hayâtım hayâtınız; ölümüm de sizin yanınızdadır.”

Bu ifâdelerden sonra Ensâr’ın endişesi zâil oldu. (Müslim, Cihâd, 84, 86; Ahmed, II, 538)

PEYGAMBER EFENDİMİZİN ŞÜKRÜ

Resûl-i Ekrem Efendimiz Mekke’nin fethi sonrasında Allâh’a karşı şükrünü ve hamdini daha da ziyâdeleştirerek:

“Ben Allâh’ın zât-ı sübhânîsini her vechile, yâni zâtında, sıfatlarında, fiillerinde, isimlerinde şânına yaraşmayan eksiklik şâibelerinden tenzîh ve takdîs ederim. O’na lâyık her türlü övgü ve tâzîmât ile hamd ederim. Allâh’tan beni bağışlamasını diler ve günahlarıma tevbe ederim.” zikrini, namazlarında, özellikle rükû ve secdelerde çokça okumaya başlamıştı. Hazret-i Âişe bunun sebebini sorunca Efendimiz:

“Rabbim bana ümmetimde bir alâmet göreceğimi, onu gördüğüm zaman bu zikri çokça yapmamı emretmişti. Ben o alâmeti gördüm.” buyurdu. (Müslim, Salât, 220)

Nitekim Nasr Sûresi’nde de kendisine yardım ve fetih geldiğinde ve insanların fevc fevc İslâm’a girdiklerini gördüğünde, tesbîhini daha da artırması ve istiğfâr etmesi emredilmişti.

FETHU’L FÜTÛH

Nasr Sûresi’nde geçen “nasr: yardım” kelimesinin bütün Araplara üstün gelmeye, “feth” kelimesinin de Mekke’nin fethine işâret ettiği söylenmiştir. “Feth” kelimesinin “açmak” mânâsından hareketle İbn-i Abbâs Mekke’nin fethine “Fethu’l-Fütûh” ismini vermiştir. Çünkü buradaki fetih, sâdece düşman elindeki bir şehrin alınmasından ibâret olmayıp Mescid-i Harâm’ın kontrolü ve Kâbe’nin fethi mânâsına da gelir. Aynı zamanda kalplerin Allâh’ın dînine, İslâm kapısının bütün insanlığa açılmasını da ifâde eder. Yâni Peygamberimiz, o gün içine girdiği şehirden ziyâde gönülleri fethetmiştir. Bu sebeple Mekke’nin fethedilmesi, İslâm fütühâtının başlangıcı kabûl edilmiştir. Derhâl bütün Arabistan’a ve oradan bütün cihâna yayılan İslâm’ın maddî ve mânevî fütûhâtı, Kâbe kapısının açılmasıyla başlamıştır. Zîrâ bütün kabîleler İslâm’a girmek için Mekke’nin fethini gözlüyorlar ve:

“O’nu kavmi ile baş başa bırakın, eğer onlara üstün gelebilirse O peygamberdir.” diyorlardı. (Buhârî, Meğâzî, 53)

Hasan-ı Basrî’den nakledildiğine göre, Resûlullâh Mekke’yi fethedince Araplar:

“Allâh Teâlâ Mekkelileri Fil sâhiplerinin ordusundan korumuşken, Muhammed (a.s.) mâdem ki Mekkelilere üstün geldi, o hâlde sizin eliniz O’na erişemez.” dediler ve fevc fevc Allâh’ın dînine girdiler. (Elmalılı, IX, 6236-6238)

Dipnotlar:

[1] İbn-i Hişâm, IV, 4; Beyhakî, Delâil, V, 6. [2] İbn-i Hişâm, IV, 11; Vâkıdî, II, 783. [3] Vâkıdî, II, 787. [4] İbn-i Hişâm, IV, 12. [5] İbn-i Sa’d, II, 134. [6] Hamîdullâh, I, 264-265. [7] Nebî Bozkurt, DİA, “Mekke” md. XXVIII, 557. [8] Buhârî, Tefsîr, 60. [9] Buhârî, Meğâzî, 47. [10] İbn-i Hişâm, IV, 18. [11] Vâkıdî, II, 804. [12] Hâl böyleyken birkısım İslâm düşmanları, yüce İslâm’ı günümüzdeki insanlık fâcialarından biri olan terör kelimesiyle berâber kullanmaktadırlar. Oysa terör ve anarşizm, kalbsizlik üzerine kurulmuştur ve onlara aslâ ahlâk gibi ulvî hisler lâzım değildir. İslâm ise doğduğu günden itibâren her türlü terör ve anarşizme karşı tavır almış ve dâimâ, kâfir olsun mü’min olsun her insanın, hattâ canlı-cansız bütün varlıkların hak ve hukûkuna riâyeti esas edinmiştir. Resûlullâh’ın yirmi üç senelik nübüvet hayâtı teröre karşı mücâdele etmekle geçmiştir. [13] Şâir Mehmed Âkif Ersoy, Hazret-i Ömer’in idârecilikteki muhteşem mes’ûliyet hassâsiyetine ne güzel tercümân olmaktadır: Kenâr-ı Dicle’de bir kurt aşırsa bir koyunu, Gelir de adl-i ilâhî sorar Ömer’den onu! Bir ihtiyâr kadın bî-kes kalır, Ömer mes’ûl! Yetîmi, girye-i hüsrân alır, Ömer mes’ûl!... [14] Buhârî, Meğâzî, 48. [15] Cenâb-ı Hakk’ın, Kur’ân-ı Kerîm’deki: (Ey Resûlüm!) De ki: Allâh’a ve Resûl’e itâat ediniz! Eğer yüz çevirirlerse, muhakkak ki Allâh, kâfirleri sevmez!” (Âl-i İmrân, 32) beyânından da yalnızca Allâh’a îman ve itaatin kâfî olmadığı açıkça anlaşılmaktadır. Dolayısıyla sâdece Allâh’a veya sâdece Resûl’e îman ve itaat eden kimseler, âyete göre Allâh’ın sevmediği kâfirler olarak vasıflandırılmaktadır. Zîrâ mühim olan, kulun âciz ve noksan idrâkine göre değil, ilâhî irâdenin arzusu ve emri istikâmetinde îmân etmektir. O hâlde Allâh Teâlâ, Resûlü’ne, dînin bir rüknü sadedinde bu pâyeyi vermiş ve mü’minlere de îmânın şartı olarak O’na şehâdet ve itaati emretmişken, bugün birtakım gâfillerin, Resûl’e itaati, ilâhî beyâna rağmen kaldırmak demek olan sünnet-i seniyyeyi kabûl etmemeleri ve sığ idrâkleriyle “Sâdece Kur’ân bize yeter!” demeleri, zâhirde Kur’ân’a bağlılık ifâde eden şu sözlerine bile ne kadar ters ve câhilâne, yâhut hâinâne bir harekettir. [16] Resûlullâh, dünyâ hayâtına nisbetle âhiretin ne kadar ehemmiyetli olduğunu ifâde eden bu sözü hayâtı boyunca sık sık tekrarlardı. Rivâyetlerde, Mescid-i Nebevî inşâ edilirken, Hendek kazılırken, Fetih günü Mekke’ye girerken ve Vedâ Haccı esnâsında Arefe günü mü’minlerin çokluğunu gördüğünde söylediği sâbittir. (Bkz. Buhârî, Cihâd 33, 110, Menâkibu’l-Ensâr 9, Meğâzî 29; Müslim Cihâd, 126, 129; Tirmizî, Menâkıb, 55; İbni Mâce, Mesâcid, 3) [17] Bkz. İbn-i Hişâm, IV, 32; Vâkıdî, II, 835; İbn-i Sa’d, II, 142-143. [18] Vâkıdî, II, 850. [19] Vâkıdî, II, 857-858. [20] Ebû Dâvûd, Cihâd, 117/2683; Nesâî, Tahrîmü’d-Dem, 14. [21] Ebû Dâvûd, Harâc, 24-25/3023. [22] Ahmed, III, 415; Buhârî, Meğâzî, 53. [23] Bu hususta ayrıca bkz. Buhârî, Tefsîr 60/2, Ahkâm 49; Müslim, İmâret, 88. [24] Hicâbe için bkz. cilt 1, sf. 42 [25] İzhir, Mekke-i Mükerreme’de yetişen geniş yapraklı ve güzel kokulu bir bitkidir. Hayvanlara yem olarak verildiği gibi evlerde ve kabirlerde de kullanılır. Fıkıh âlimleri, Harem bölgesinde kesilmesi yasak olan ağaçları, “kendiliğinden bitenler” diye kayıtlamışlardır. İnsan emeğiyle yetiştirilenlerin kesilebileceği husûsunda ihtilâf edilmiş, cumhûr câiz olduğuna kanaat getirmiştir. Misvak kesmenin, ağaca zarar vermemesi hâlinde yaprak ve meyvesinin koparılmasının câiz olduğu söylenmiştir. (Bkz. İbrâhim Cânan, Hadîs Ansiklopedisi, XII, 525-526) Medîne harem bölgesindeki yeşil ağaç veya otların ihtiyaç olduğu zaman kesilmesi câiz görülmüştür. Medîne tarım bölgesi olduğu için Hazret-i Peygamber’den bu konuda izin istenmiş ve kendilerine Mekke haremindeki bâzı bitkilerin zarûret hâlinde koparılmasına izin verildiği gibi Medine’de daha geniş izin verilmiştir. Yine Medîne dışında avlanma serbest bırakılmıştır. (Bkz. Hamdi Döndüren, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, “Harem” md.)

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hz. Muhammed Mustafa 2, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

MEKKE TARİHİ

Mekke Tarihi

ÜMMÜL KURA: MEKKE

Ümmül Kura: Mekke

HZ. MUHAMMED (S.A.V.) KİMDİR?

Hz. Muhammed (s.a.v.) Kimdir?

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.