Çocuğum Neden Söz Dinlemiyor?

Ebeveynlerin aile hayatında zorluk çektikleri bir konu da evlatlarına söz geçirememeleri… Evladınızın sözünüzü dinlemediğinden yakınıyorsanız, çocuk yetiştirmede sıkıntı yaşıyorsanız merak ettiğiniz konulara açıklık getirecek ve size bir reçete sunacak bu haberimiz tam da siz göre.

Şunu unutmamak îcâb eder ki anne-babalar ne kadar istikâmet üzere olurlarsa olsunlar, şâyet evlâtlarına bunu aşılayamazlarsa, yani evlâtlarının da kendileriyle kalbî beraberliğini temin edemezlerse, o anne-babayla evlâdın biyolojik yakınlığı, bir kıymet ifade etmez. “Tabiat boşluk kabul etmez” kâidesince, gönül dünyaları îman ve Kur’ân nûruyla doldurulamayan evlâtları, bâtıl fikirler, nefsânî arzular, şeytânî hevesler âdeta işgal eder. Evlâtlar, tesirine girdikleri yabancı çevrelerin çocuğu olup çıkarlar.

DOĞAN HER ÇOCUK İSLAM FITRATI ÜZERİNE DOĞAR

İnsanoğlunun ortalama 70-80 senelik ömrü, ekseriyetle çocukluk ve gençlik yıllarında atılan temeller üzerinde şekillenir. Dolayısıyla hayatın bu ilk devresi, âdeta bir ömre bedeldir.

Hakîkaten, çocukluk ve gençlik çağı, hayat ırmağının akacağı mecrâyı belirlemekte bir başlangıç teşkil ettiği için, son derece mühimdir. Zira ana vasıfları itibâriyle şahsiyetin şekillendiği bir mevsimdir. Bu mevsimde hak ve hayır istikâmetinden küçücük bir sapma bile, ileriki yaşlarda dönülmesi güç yanlışlıklara sürüklenmeye sebep olur. Bunun içindir ki atasözlerinde; “Ağaç yaşken eğilir. Demir tavında dövülür.” denilmiştir.

Yani her cevherin işlenmeye en müsait zamanını ve kıvamını bilmek ve o ânı iyi değerlendirmek îcâb eder. Bilhassa insan terbiyesinde, bu husus son derece mühimdir. Şahsiyet ve karakterin büyük ölçüde şekillendiği küçük yaşların kıymetini bilmek gerekir.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurur:

“Doğan her çocuk (İslâm) fıtratı üzere, saf ve tertemiz doğar. Sonra anne-babası, onu yahudî, hristiyan veya mecûsî yapar…” (Buhârî, Cenâiz, 80; Müslim, Kader, 22, 23; Ahmed, II, 253)

Demek ki her çocuk, kendisini bâtıl yollara sürükleyen herhangi bir sebep olmadığı müddetçe, hidâyeti kabûl edebilecek kâbiliyet ve temâyüllerle dünyaya gelir. Fakat anne-babası veya yakın çevresi îmandan mahrum ise, onu hidâyetten uzaklaştırıp küfre sevk eder. Şâyet fâsık kimselerse, fısk u fücûra alıştırır. Çocuk büyüyüp bülûğ çağına erdiğinde de, hayatına nasıl alışmışsa, ekseriyetle o şekilde yoluna devam eder.

ÇOCUK TERBİYE İLE MÜSBET VEYA MENFİYE YÖNELİR

İmâm Gazâlî Hazretleri der ki:

“İnsan bal mumu gibidir. Terbiye ile ona -müsbet veya menfî- istenilen şekil verilebilir.”

Tabi bu terbiyenin en verimli çağı, çocuğun ilk yaşlarıdır. Bu sebeple çocuğun eğitimi, öncelikle ana kucağında ve baba ocağında başlar. Anne-babanın ağzından çıkan her kelime, sergiledikleri her hâl ve tavır; çocuğun şahsiyet inşâsına konulan birer tuğla mesâbesindedir. Anne-baba yüreği, çocuğun eğitim gördüğü ilk mekteptir. Yavrusunun sâlih veya sâliha bir müʼmin olarak yetişmesi için gayret gösteren her anne-baba, ömürlük bir teşekküre lâyıktır.

Bu yüzden, yüksek karakterli kişiler; -daha ziyâde- sâlih ve sâliha anne-babaların yetiştirdiği evlâtlardır. Böyle ebeveynlerin terbiyesiyle büyüyen çocukların öğrendikleri güzel davranışlar, tekrarlana tekrarlana ahlâka dönüşür. Fakat bunun aksine, kötü bir âile veya toplum içinde büyüyen çocuklarda da, kötü alışkanlıklar yerleşip kök salar.

Neticede bu müsbet veya menfî alışkanlıklar, insanı belli şahsiyet ve karakterlere büründürür. Artık insan umûmiyetle, kazandığı bu alışkanlıklar istikâmetinde bir hayat sürer.

ÇOCUĞUN ŞAHSİYET VE KARAKTERİ VERASETTEN PAY ALIR

Şahsiyet ve karakterin teşekkülünde, verâsetten gelen husûsiyetlerin belli bir payı vardır. Anneden, babadan, dededen, nineden vs. gelen bu husûsiyetlere göre, kardeşler arasında bile birtakım farklılıklar meydana gelir. Fizikî farklılıklar, rûhî farklılıklar, kâbiliyet ve istîdat farkları hâsıl olur. Fakat bütün bu husûsiyetler, ham ve işlenmeye muhtaç mâdenler gibidir. O istidatların, tâlim ve terbiye neticesinde, hakka ve hayra yönlendirilmesi elzemdir.

İki türlü miras vardır: Biri maddî mirastır ki, vârislerin onu nasıl kullanacağı, hayra mı şerre mi sermaye edeceği meçhuldür. Diğeri ise mânevî mirastır. Evlâtlara bırakılması gereken en mühim miras, onları “İslâm şahsiyet ve karakteri”yle teçhiz edebilmektir.

Şu kıssa, ârif gönüllerin miras anlayışını ne güzel îzah etmektedir:

Dört büyük halîfeden sonra İslâm tarihinin beşinci büyük halîfesi sayılan Ömer bin Abdülazîzʼe veziri:

“–Efendim, Beytülmâl’den aldığınız tahsisâtın kâfî gelmediği görülüyor. Biraz daha fazlasını emir buyursanız da, bir kısmını ihtiyaten biriktirip vefâtınızdan sonra evlât ve torunlarınızın zarurî ihtiyaçları için bıraksanız?!” dedi.

Ömer bin Abdülazîz -rahmetullâhi aleyh-, bu teklife şu muhteşem cevâbı verdi:

“–Eğer geride kalan evlâtlarım sâlih kimselerden olurlarsa, onların sıkıntıya düşmelerinden korkmam. Zira Cenâb-ı Hak:

«…Allah sâlih kullarının velâyet ve vesâyetini bizzat deruhte eder.» (el-A’râf, 196) buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, onların velîsi ve vasîsi olduktan sonra, onların ileride karşılaşacakları hâllerden hiç endişe etmem.

Yok, sâlih değil de sefih olacaklarsa, böyleleri hakkında da yine Kur’ân-ı Kerîm’de;

«Mallarınızı sefihlere vermeyiniz…» (en-Nisâ, 5) buyrulmuştur. Bu ilâhî nehye rağmen, sefih olacak çocuklarıma mal mı toplayacağım?!”[1]

Yine hikmet ehli bir zât da şöyle der:

“Bir kul öldüğünde, malı hususunda iki musibetle karşılaşır ki daha önce bunlar gibisini hiç görmemiştir:

Birincisi; bütün malının elinden alınmasıdır. Diğeri de; bütün malı elinden gitmesine rağmen bunların hepsinden tek tek hesâba çekilmesidir.”

ÇOCUĞA EN BÜYÜK MİRAS

Dolayısıyla bir anne-babanın evlâdına bırakabileceği en büyük miras, onun ebedî hayatını mâmur kılacak mânevî kıymetlerdir.

Bu mânevî mirasa sahip çıkan nesiller, maddî mirası da zâyi etmezler. Bilâkis onu Hakkʼın rızâsı istikâmetinde sarf ederler. Elinden, dilinden, hâlinden, kālinden, örnek şahsiyet ve karakterinden, güzel ahlâkından ve fazîletlerinden ümmet-i Muhammedʼin istifâde ettiği, sâlih müʼminlerden olurlar. Böylece, geçmişleri için de bir sadaka-i câriye ve rahmet vesîlesi teşkil ederler.

ÇOCUK TERBİYESİNDE HEDİYENİN ÖNEMİ

Bu itibarla bizler de evlâtlarımızla vaktinde güzelce alâkadar olmalı, onların tertemiz yüreklerine, Allah ve Peygamber sevgisini, Kur’ân ve Sünnet kültürünü aşılamalıyız. Mârifetin iltifâta tâbî olduğunu unutmayıp yavrularımızda mânevî güzelliklerin neşv ü nemâ bulması için, onları hediye ve iltifatlarla teşvik etmeliyiz.

İmam Mâlik Hazretleri der ki:

“Ben her hadis ezberlediğimde, babam bana bir hediye verirdi. Öyle bir zaman geldi ki, babam hediye vermese bile hadis ezberlemek bende târifsiz bir lezzet hâline geldi.”

Böyle bir terbiye ile yetişen İmam Mâlik Hazretleri, hem bir mezhep imamı oldu, hem de ardında Muvatta isimli, sahih rivâyetlerden oluşan mûteber bir hadis kitabı bırakarak ümmete büyük bir hizmette bulundu.

Şunu unutmamak îcâb eder ki, anne-babalar ne kadar istikâmet üzere olurlarsa olsunlar, şâyet evlâtlarına bunu aşılayamazlarsa, yani evlâtlarının da kendileriyle kalbî beraberliğini temin edemezlerse, o anne-babayla evlâdın biyolojik yakınlığı, bir kıymet ifade etmez. “Tabiat boşluk kabul etmez” kâidesince, gönül dünyaları îman ve Kurʼân nûruyla doldurulamayan evlâtları, bâtıl fikirler, nefsânî arzular, şeytânî hevesler âdeta işgal eder. Evlâtlar, tesirine girdikleri yabancı çevrelerin çocuğu olup çıkarlar.

AYRILIK GÜNÜ

Bu dünyada, mânevî keyfiyetleri ne olursa olsun, anne-baba, evlât, eş-dost, akraba, herkes bir arada bir ömür sürer. Fakat âhirette bir “yevmüʼl-fasl” yani bir “ayrılık günü” yaşanacak. Cenâb-ı Hak Kurʼân-ı Kerîmʼde, o büyük yol ayrımından haber veriyor. Cennet ehline:

“Onlara merhametli Rabbʼin söylediği selâm vardır.” (Yâsîn, 58) buyuruyor. Râzı olduğu kullarını, büyük bir ikram ve iltifatla Cennetʼine dâvet ediyor. Fakat îmanlı bir âile veya sülâlenin mensubu olsalar bile, onlarla aynı gönül dünyasını paylaşmayan mücrimlere ise:

“Ayrılın bir tarafa bugün ey günahkârlar!” (Yâsîn, 59) buyrulacak. Onlara Cehennem istikâmeti gösterilecek.

Belki orada nice karı-koca birbirinden ayrı düşecek. Nice evlâtla anne-baba farklı yollara gidecek. Dünyada bir arada yaşayan, fakat gönül ibreleri farklı kıblelere bakan hısım-akrabanın, konu-komşunun bir kısmı bir tarafa gidecek, bir kısmı diğer bir tarafa savrulacak. Dehşetli bir ayrılık günü vukû bulacak!..

İşte o gün mahzun olmamak için, bugün hem kendi istikâmetimize çok dikkat etmeli, hem de bilhassa ciğerpârelerimiz olan evlâtlarımızı, Allâhʼın birer emâneti bilmeliyiz. Küçük yaşlarından itibâren onların mânevî terbiyeleriyle yakından alâkadar olmalıyız. Bunun en öncelikli işimiz ve mesʼûliyetimiz olduğunu, hatırımızdan çıkarmamalıyız.

KUR'ÂN EĞİTİMİNİN ÖNEMİ

Şu bir hakîkattir ki anne-baba hakkı ödenmez. Fakat anne-baba, evlâdını istikâmet üzere yetiştirmezse, o evlât, yarın kıyâmet günü ebeveyninden dâvâcı olacaktır. Evlâtlarımızı daha küçük yaşlarından itibâren Kur’ân’ın feyz ve rûhâniyetiyle buluşturamazsak, yarın kabrimizde ağır bir nedâmetle baş başa kalacağımızı unutmamalıyız.

Dolayısıyla en merhametli anne-baba, evlâdını Kur’ân terbiyesiyle, asıl istikbal olan âhirete hazırlayan anne-babadır. Evlâda gösterilen gerçek muhabbet ve merhamet, onun ebediyetini kurtarmak için gayret etmektir.

DAHA ÇOCUKTUR, BÜYÜYÜNCE VAZGEÇER!

Bu şuurdan uzak bazı anne-babalar, evlâtlarına karşı muhabbet, şefkat ve merhameti yanlış telâkkî edebiliyorlar. Güyâ çocuklarına duydukları aşırı sevgi dolayısıyla, meselâ, çevrelerinde görüp özendikleri zamâne modalarının yanlış kıyafetlerini giydirmekte bir beis görmüyorlar. Gayr-i müslimlerin nefsânî yaşantılarına, gayr-i ahlâkî müziklerine, mâneviyâta zehir serpen filmlerine, edep ve hayâdan mahrum giyim-kuşamlarına çocuklarının heves etmelerini önemsiz görebiliyorlar. “Canım, daha çocuktur, küçükken hevesini alsın, büyüyünce nasıl olsa vazgeçer…” diyebiliyorlar.

Hâlbuki bu tavır, çocuğa merhamet değil, kötülüktür.

Meselâ bir çocuğa, “nasıl olsa ileride bırakır” denilerek sigara içirilse, o çocuk bunu hakîkaten bırakabilir mi, yoksa giderek sigaraya daha da bağımlı hâle mi gelir? Bütün menfîlikler de tıpkı bunun gibidir. O menfî hâl devam ettikçe, o çocukta âdeta bir tiryâkiliğe dönüşür ve evlâtları, çoğu defa geri dönüşü olmayan bir yola sevk eder.

ÇOCUKLARIMIZI MEDYA ŞEKİLLENDİRMESİN!

Maalesef bugün çocukların kişiliklerini ekseriyetle, televizyon, internet, medya ve modalar şekillendiriyor. Onların gönül dünyasını allak bullak ederek, dînine, kültürüne, tarihine, hattâ âilesine yabancılaştırıyor. Öyle ki evlâtlar, yabancı dünyaların çocukları olup çıkıyor.

İmâm Gazâlî Hazretleriʼnin buyurduğu gibi; kâfir, fâsık ve gâfil insanlarla zâhirî ve şeklî beraberlik, zamanla zihnî beraberliğe, zihnî beraberlik de bir müddet sonra kalbî beraberliğe dönüşür. Bu ise, insanın mânevî bakımdan adım adım helâke sürüklenmesi demektir.

Günümüzde sıkça gördüğümüz, kendilerini mütedeyyin olarak târif eden nice âilenin dînî şuurdan mahrum evlâtları, tesettürlü annelerin açık kızları, evlâda muhabbet ve merhametin yanlış tatbikâtının hazin neticeleridir.

Elbette her anne-baba, üşüyen yavrusunun üstünü örter. Onu en güzel kıyafetler içinde görmek ister. Fakat âhirete îmân etmiş bir anne-babanın gönlünü asıl meşgul eden; evlâdını öbür âlemde Cennet ipeğinden kaftanların mı, yoksa Cehennem alevlerinin mi saracağı endişesidir. Hiçbir îmanlı anne-baba; “Çocuğum bu dünyada zevk u safâ içinde gününü gün etsin de, gerekirse yarın kıyâmette cevr ü cefâ çeksin!” diyemez. “Evlâdımın bu dünyada karnı doysun da, isterse âhirette zehir-zıkkım yesin!” diyemez. “Bugün dünyevî istikbâli parlak olsun da, varsın âhirette yüzü kara olsun!” diyemez.

ZAMAN ZAMAN GELEN MEKTUPLAR!

Zaman zaman bize mektuplar geliyor: “Hocam! Oğlum-kızım şu duruma düştü, başına şu hâller geldi…” diye.

Evvelâ kendimize sormalıyız:

Vaktinde biz evlâdımıza ne verdik ki şimdi ne bekliyoruz? Çocukların mâsum yürekleri münbit bir toprak gibi tertemiz ve elverişliyken onları ihmâl edersek, elbette gün gelir o toprağı yabanî otlar ve zehirli dikenler sarar.

Mevlânâ Hazretleriʼnin buyurduğu gibi:

“Sen hiç buğday ektin de arpa bittiğini gördün mü?”

O hâlde yavrularımızın mâsum yüreklerine, vaktinde güzel öğütlerle, mânevî telkinlerle fazîlet tohumları ekmeliyiz ki, günü geldiğinde onların gönül bahçeleri birer îman ve takvâ gülistânına dönsün. Ömür boyu mârifetullah gülleri, muhabbetullah sümbülleriyle müzeyyen, ebedî bir fasl-ı bahar ikliminde yaşasınlar.

İSLAM ŞUUR VE ADÂBI BASİT DEĞİLDİR!

Şunu da unutmayalım ki, evlâtlarımızı İslâmî şuur ve âdâb ile yetiştirmek, onları sadece bir yaz tatilinde kalabalık bir câmiye göndermekle hâllolacak kadar basit bir iş değildir. Bu kadar kısa bir eğitimle yetinerek vazifemizi yerine getirdiğimizi zannedersek, dînî tahsili hafife almış oluruz. Ayrıca dînî tahsili bu kadar basit telâkkî etmek, kalpteki îman zaafının da bir göstergesidir.

Bu sebeple evlâtlarımızı, bilhassa Kurʼân Kursu ve İmam Hatip tahsilinden geçirmeyi, istifâde edebilecekleri mânevî meclislere götürmeyi ihmâl etmeyelim. Evlâdımızın dünyevî istikbâli için verdiğimiz emeğin daha fazlasını, onun ebedî saâdet ve selâmeti için de vermemiz gerektiğini hatırımızdan çıkarmayalım.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altınoluk Dergisi, Sayı: 366

İslam ve İhsan

ÇOCUĞUMA PAYLAŞMAYI NASIL ÖĞRETEBİLİRİM?

Çocuğuma Paylaşmayı Nasıl Öğretebilirim?

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

  • Yetkili arkadaşlar eşler arası hakların yazılmasını istiyorum kadının koca üzerindeki hakı kocanın karısı üzerindeki hakları bunda cinsel konularda dahil

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.