Süfyan es-Sevrî Kimdir?

Süfyan es-Sevrî Kimdir? Hadis ilmine katkıları nelerdir

Süfyan es-Sevrî

Hicri 97 (715) yılında dünyaya geldi. Bazı rivayetlerde doğum tarihi 95, 96 ve 98 (716) olarak da kaydedilir. Kazvin’de (Ebû Ubeyd el-Âcurrî, s. 160; Abdülkerîm b. Muhammed er-Râfiî, III, 47, 49), Horasan’da (Yahyâ b. Maîn, IV, 363) ve Cürcân’a bağlı Sevrîler köyünde (Sehmî, s. 216) doğduğu yolunda rivayetler vardır. Küçük yaşta iken ailesinin Kûfe’ye yerleştiği anlaşılan Süfyân’ın Temîm kabilesinin Sevr koluna mensup olduğu için Sevrî nisbesiyle anıldığı konusunda kaynaklar müttefiktir. Soyu on altıncı dedesi İlyâs b. Mudar’da Hz. Peygamber’in soyu ile birleşir. Dedesi Mesrûk, Cemel Vak‘ası’nda Hz. Ali’nin saflarında savaşmış ve şehid olmuştur. Genç tâbiîn kuşağından olan babası Saîd, Kütüb-i Sitte’de rivayetleri bulunan güvenilir bir muhaddistir. Annesi de hadis rivayet eden, ilim ve takvâ sahibi bir hanım olup ilim öğrenmeye teşvik için Süfyân’a verdiği öğütle meşhurdur. Amcası Hamza, kardeşleri Ömer ve Mübârek ile yeğenleri Ammâr b. Muhammed ve Seyf b. Muhammed yine Kütüb-i Sitte müellifleri tarafından güvenilir kabul edilen muhaddislerdir.

Küçük yaşta babasının yanında hadis öğrenimine başlayan Süfyân, Kûfeli tâbiîn âlimlerinden Amr b. Mürre’ye yetişti ve öğrencileri arasında yer aldı. Güçlü hâfızası sayesinde kısa zamanda pek çok hadis ezberleyip rivayet etmeye başladı ve ilim çevrelerinde meşhur oldu. Abdullah b. Mes‘ûd’a ve Hz. Ali’ye dayanan Kûfe ilim geleneğinin yaşayan temsilcileri durumundaki Hammâd b. Ebû Süleyman, Ebû İshak es-Sebîî, A‘meş, İbnü’l-Mu‘temir, İbn Şübrüme ve Muhammed b. Abdurrahman b. Ebû Leylâ’dan fıkıh ve hadis, Âsım b. Behdele ve Hamza b. Habîb’den kıraat öğrendi. Aynı zamanda Mekke, Medine, Basra, Şam, Yemen gibi dönemin belli başlı ilim çevrelerini dolaşarak bu bölgelerin kıraat, tefsir, hadis ve fıkıh birikimlerinden yararlandı. Bağdat, Vâsıt, Cürcân, Rey, Askalân ve Kudüs’te bulundu.

Kûfe dışına ilk yolculuğunu muhtemelen Horasan bölgesine yaptı. Akrabalarını ziyaret etmek ve ölen amcasından kalan miras payını almak için on sekiz yaşında iken (115/733) Buhara’ya gitti. Hadis ilmindeki şöhretini duyup kendisini görmeye gelenlerin henüz çok genç olması sebebiyle hayrete düştükleri göz önünde bulundurulduğunda Merv şehrine de bu yolculuğu sırasında uğradığı söylenebilir. Medineli İbn Şihâb ez-Zührî’ye (ö. 124/742) yetişememekle birlikte Mekkeli tâbiîn âlimi Amr b. Dînâr’a öğrencilik yaptığına dair bilgi Hicaz bölgesine ilk defa 124-126 yılları arasında gittiğini gösterir. Daha sonra da hac ve ilim tahsili sebebiyle pek çok defa Hicaz’a giden Sevrî, Mekke’de Amr b. Dînâr’ın yanı sıra İbn Cüreyc’den, Medine’de Abdullah b. Dînâr, Ebü’z-Zinâd, Rebîa b. Ebû Abdurrahman ve Yahyâ b. Saîd el-Ensârî gibi tâbiîn âlimlerinden tefsir, hadis ve fıkıh öğrendi; Ca‘fer es-Sâdık’a öğrencilik yaptı.

Ayrıca Basra’da Eyyûb es-Sahtiyânî, Âsım el-Ahvel, Abdullah b. Avn ve Osman el-Bettî’den, Dımaşk’ta Evzâî’den faydalandı. Cürcân ve Rey’de bulundu, bölgenin muhaddislerinden hadis öğrendi. Zehebî 130 tâbiîn âlimiyle görüştüğünü ve yaklaşık 600 kişiden ilim öğrendiğini kaydeder (Aʿlâmü’n-nübelâʾ, VII, 234; Menâḳıb, s. 20). Bir yandan ilim yolculuklarına devam eden Süfyân, babası vefat ettikten (126, 127 veya 128/746) sonra otuz yaşlarında iken ders okutmaya başladı. Yaklaşık yirmi yıl boyunca Kûfe’de ve başta Medine ile Mekke olmak üzere dolaştığı bütün yerlerde ders verdi ve hadis rivayet etti. Mâverâünnehir’den Kuzey Afrika’ya ve Endülüs’e kadar İslâm coğrafyasının bütün bölgelerinden gelen çok sayıda öğrenci kendisinden faydalandı. İbnü’l-Cevzî, günümüze ulaşmayan menâkıbında 20.000’den fazla öğrencisi bulunduğunu kaydetmiş, ancak bu rakamı abartılı bulan Zehebî en fazla 1000 civarında öğrencisi olabileceğini belirtmiştir (Aʿlâmü’n-nübelâʾ, VII, 234; Menâḳıb, s. 21).

Abbâsî Halifesi Mansûr’un kadılık teklifini kabul etmeyen Süfyân’ın bir daha dönmemek üzere Kûfe’den ayrıldığı ve hayatının sonuna kadar sürekli yer değiştirip gizlenerek yaşadığı belirtilmektedir. Ancak kadılık teklifinin ne zaman yapıldığı ve bu sürecin nasıl geliştiği konusunda çelişkili rivayetler vardır. Kûfe Kadısı İbn Ebû Leylâ’nın vefatı üzerine (148/765) Mansûr’un Ebû Hanîfe, Süfyân es-Sevrî ve Şerîk b. Abdullah’ı huzuruna çağırıp üçüne birden teklifte bulunduğuna dair rivayet dikkate alındığında (İbn Hacer el-Heytemî, s. 88-89; ayrıca bk. Hüseyin b. Ali es-Saymerî, s. 71) bu teklifin aynı yıl hac mevsiminde ve Mekke’de yapıldığı düşünülebilir. Halifenin teklifini reddetmesinin yanı sıra Ehl-i beyt’e yönelik haksız uygulamaları konusunda ağır eleştirilerde bulunan Süfyân gizlice Mekke’den ayrıldı ve deniz yoluyla Yemen’e gitti. Orada meşhur muhaddis Ma‘mer b. Râşid’in derslerine katıldı ve ilmî müzakerelerde bulundu. Sevrî, Medine’de kendisine yetişemediği Zührî’nin bütün birikimini öğrencisi Ma‘mer’den aldığını ifade etmiştir (Zehebî, Menâḳıb, s. 20). Daha sonra tekrar Mekke’ye döndü ve orada bulunduğu süre içinde Süfyân b. Uyeyne ve Fudayl b. İyâz gibi öğrencilerinin evlerinde gizlendi, bu arada bazı kimselere ders verdi. Muhtemelen 153 (770) yılında hac emîri olarak Mekke’de bulunan Mehdî-Billâh’ın, hakkında yakalama emri çıkarması üzerine bu defa Basra’ya kaçtı. Hammâd b. Zeyd ve Hammâd b. Seleme gibi Basralı muhaddislerin büyük ilgisine mazhar oldu.

Hayatının geri kalan kısmını Basra’da geçiren Süfyân, burada başta Abdurrahman b. Mehdî ve Yahyâ b. Saîd el-Kattân olmak üzere öğrencilerinin ve dostlarının evlerinde gizlenerek ve sık sık yer değiştirerek yaşadı; bu yüzden bir ders halkası oluşturarak açıktan öğrenci yetiştiremedi. Basralı öğrencilerinden Sevrî lakabıyla tanınan Ebû Huzeyfe Mûsâ b. Mes‘ûd en-Nehdî’nin annesiyle evlendiği ve onların evinde kaldığı da rivayet edilmiştir. Ayrıca sürekli gizlenerek yaşamaktan bıktığı ve özellikle Hammâd b. Zeyd tarafından Halife Mehdî-Billâh ile görüşmeye ikna edildiği, ancak ömrünün vefa etmediğine dair bilgiler bulunmaktadır. 158 veya 159 (776) yılında Abdurrahman b. Mehdî ile birlikte hacca giden ve bir yıla yakın mücâvir kalan Süfyân, Basra’ya döndükten sonra 15 Şâban 161’de (18 Mayıs 778 ya da aynı yılın başlarında) vefat etti.

Hayatının ilk yarısını Emevîler döneminde, ilmî bir otorite haline geldiği ikinci yarısını Abbâsîler devrinde geçiren Süfyân es-Sevrî bu ikinci dönemde muhalif bir siyasî kişilik olarak da dikkati çeker. Ancak onun bir Emevî taraftarı olduğu ve Abbâsîler’in iktidara gelmesiyle birlikte muhalefete başladığı şeklindeki değerlendirmeler (EI2 [İng.], IX, 771; Judd, CXXII/1 [2002], s. 25-37) isabetli değildir. Öncelikle, bazı araştırmacıların da belirttiği gibi (Ess, I, 221-226; Cook, s. 65-67) Süfyân es-Sevrî’nin yöneticilere karşı siyasî tavrı ve muhalefet anlayışıyla ilgili çelişkili rivayetler bulunduğundan bu konuda kesin kanaat belirtmek zor görünmektedir. Bununla birlikte Ehl-i beyt’e yakınlığıyla bilinen Süfyân’ın genel tavrının hocası İmam Ca‘fer es-Sâdık gibi siyasetten uzak durma ve aktif muhalefet ortaya koymama yönünde olduğunu söylemek mümkündür (Büyükkara, s. 32-33; Cook, s. 50-55, 257).

Yöneticilerle görüşmekten ve hediyelerini kabul etmekten kaçındığına, gerektiğinde onları eleştirmekle birlikte isyan etmeyi doğru bulmadığına, hatta daha büyük fitnelere sebep olmamak için bazan nasihat ve eleştiriden bile kaçınmayı tercih ettiğine dair rivayetler yanında öğrencisi Süfyân b. Uyeyne’nin idarecilerden uzak durmakla meşhur üç kişiden biri diye onu zikretmesi hep bu genel tavrın yansımaları olarak değerlendirilebilir. Gayri meşrû ve adaletsiz görülen bir yönetime karşı çıkılırken daha büyük zararlara yol açmama endişesi, dönemindeki birçok âlim gibi Süfyân es-Sevrî’yi de bu tavrı benimsemek zorunda bırakmıştır. Muhammed b. Abdullah el-Mehdî (en-Nefsüzzekiyye) ve kardeşi İbrâhim tarafından Halife Mansûr’a karşı başlatılan isyan hareketlerini meşrû görmekle birlikte açıktan destek vermediği konusundaki rivayetler aynı tavrı Abbâsîler döneminde de sürdürdüğünü açıkça gösterir (Ebü’l-Ferec el-İsfahânî, s. 205, 292, 382; Hatîb, XIII, 397-398; Fehmî Ced‘ân, s. 51, 117-118, 278). Ancak Halife Mansûr’un biraz da bu pasif muhalefetini açığa çıkarmak için Ebû Hanîfe gibi onu da huzuruna çağırıp kadılık teklif etmesi Süfyân’ın bu tavrı sürdürmesini imkânsız hale getirmiş ve meşrû görmediği Abbâsî yönetimine karşı muhalefetini açıkça ortaya koymak zorunda bırakmıştır. Hatta bu tavır değişikliği hocası Evzâî ile de aralarının açılmasına sebep olmuştur.

İlim tahsiline başladığı yıllarda ailesinin maddî durumu iyi olmayan Süfyân es-Sevrî, yaptığı ilk ilim yolculukları sırasında kervanlarda ücret karşılığı hizmet ediyor, zaman zaman yapılan yardım ve ikramları kabul ediyordu. Ancak ileriki yıllarda ilmî otoritesi ve sosyal nüfuzu arttıkça siyasal ve akademik bağımsızlığını koruyabilmek için ticaretle meşgul olmaya başladı. Zâhid kişiliğine rağmen ticaretle meşgul olmasını ve para biriktirmesini eleştirenlere verdiği cevaplarda özellikle yöneticilere muhtaç olmadan geçimini temin edebilmenin önemine vurgu yapan Sevrî, bir taraftan da insanlara yük olmadan geçimini sağlama esasına dayanan bir zühd anlayışını telkin ediyordu. Bununla birlikte çağdaşı Ebû Hanîfe kadar varlıklı olmadığı, genellikle maddî sıkıntı içinde yaşadığı ve mütevazi bir hayat tarzını tercih ettiği anlaşılmaktadır.

Eserleri

Et-Tefsîr

II. (VIII.) yüzyıla ait ilk sistemli rivayet tefsiri çalışmalarından biri olup Taberî tefsirinin önemli kaynaklarındandır. Genellikle tâbiîn dönemi Mekke müfessirlerinin görüşlerini yansıtır. Günümüze ulaştığı bilinen Râmpûr Rızâ Kütüphanesi’nde kayıtlı tek nüshası İmtiyâz Ali Arşî tarafından Tefsîru Süfyâni’s̱-S̱evrî adıyla neşredilmiş (Râmpûr 1965), daha sonra bir heyet tarafından gözden geçirilerek tekrar yayımlanmıştır (Beyrut 1983). Basralı öğrencilerinden Ebû Huzeyfe Mûsâ b. Mes‘ûd en-Nehdî’nin rivayetine dayanan ve muhtemelen III. (IX.) yüzyıla ait olan bu nüsha eksiktir. Bakara sûresiyle başlayıp Tûr sûresiyle sona erer; arada Muhammed ve Duhân sûreleri de bulunmamaktadır. Sûrelerin tertibi Hz. Osman mushafının tertibine uygun olmakla birlikte erken dönem tefsirlerinin genelinde olduğu gibi âyet sırası gözetilmemiş ve birçok âyet atlanmıştır. Bu da Sevrî’nin, anlaşılması güç kelime ve ifadeler hakkında rivayete dayalı kısa açıklamalarla sınırlı harfî tefsir anlayışına bağlanabilir. Nitekim bir iki istisna dışında dil inceliklerine dair açıklamalar, şiirle istişhâd, fıkhî ya da itikadî görüş ve yorumlar yer almaz.

El-Câmiʿu’l-kebîr

Daha ziyade sahâbe, tâbiîn ve tebeu’t-tâbiîn fakihlerine ait fıkhî görüşleri derlediği, muhtemelen kendi ictihad ve tercihlerini de içeren bir eserdir. Genellikle İmam Mâlik’in el-Muvaṭṭaʾına benzetilen, sünen ve musannef türünün ilk örneklerinden sayılan eserin adı İbn Hayr el-İşbîlî tarafından el-Câmiʿu’l-kebîr fi’l-fıḳh ve’l-iḫtilâf şeklinde kaydedilir (İbn Hayr, s. 113-114). Sevrî’nin öğrencileri sayesinde Irak, Horasan ve Şam bölgelerinde kısa zamanda meşhur olan eser, Sevrî’ye de öğrencilik yapmış olan erken dönem Mâlikîler eliyle Kuzey Afrika’ya ve Endülüs’e kadar ulaşmış, belli bir süre el-Muvaṭṭaʾa yakın bir itibar görmüştür. Günümüze ulaştığına dair bilgi bulunmayan el-Câmiʿin en meşhur ve muteber râvilerinden Muâfâ b. İmrân’ın Kitâbü’z-Zühd’ünü neşreden Âmir Hasan Sabrî, Beyhakī’nin es-Sünen’i gibi daha sonraki kaynaklarda el-Câmiʿden yapılan nakillerden derlediği bir bölümü kitabın girişine eklemiştir (Muâfâ b. İmrân, neşredenin girişi, s. 48-58).

El-Câmiʿu’ṣ-Şaġīr

Kaynaklarda el-Câmiʿu’l-kebîr’den ayrı olarak belirtilen eserin muhtevasının tamamen re’y ya da tamamen hadis içerikli olduğuna dair farklı kayıtlar bulunmaktadır.

Kitâbü’l-Ferâʾiz

Bu konuda yazılmış ilk eserlerden ve bu literatürün günümüze ulaşan en eski örneklerindendir. Hans-Peter Raddatz, Kûfeli öğrencilerinden Ebû Nuaym Fazl b. Dükeyn’in rivayetine dayanan, tesbit edebildiği tek nüsha durumundaki Zâhiriyye Kütüphanesi nüshasını (Mecmua, nr. 38, vr. 27b-37b) neşretmiş, hakkında uzunca bir değerlendirme yazmış ve muhtevasını özetlemiştir (bk. bibl.). Ayrıca Abdülazîz b. Abdullah el-Helîl tarafından el-Ferâʾiż adıyla yayımlanmıştır (Riyad 1410). Teşekkül devri İslâm miras hukukuna dair önemli bir kaynak niteliği taşıyan ve Beyhakī’nin es-Sünenü’l-kübrâ’sı içinde büyük ölçüde günümüze ulaşan esere Müttakī el-Hindî’nin Kenzü’l-ʿummâl’inde sıkça atıfta bulunulmaktadır (Raddatz, WI, XIII/1-2 [1971], s. 30-32). Sadece yedi hadis rivayeti içeren eser büyük ölçüde İbrâhim en-Nehaî’ye dayanan Kûfe fıkıh geleneğini yansıtır (a.g.e., XIII/1-2 [1971], s. 33, 70, 75-76).

Kitâbü’l-İʿtiḳād

Ebû Sâlih Şuayb b. Harb el-Bağdâdî el-Medâinî’nin itikadî meselelerle ilgili sorularına Sevrî’nin verdiği cevap ve açıklamaları içeren metni Lâlekâî ve Zehebî nakletmiştir (Şerḥu uṣûl, I, 151-154; Teẕkiretü’l-ḥuffâẓ, I, 206-207). Takıyyüddin İbn Teymiyye tarafından gözden geçirildiği kaydedilen bir nüshası Zâhiriyye Kütüphanesi’nde bulunmaktadır (Mecmua, nr. 139/14, vr. 191a-192a).

Kaynaklarda sıkça atıf yapılan Kitâbü Süfyân ʿan İbn Cüreyc adlı eser (meselâ bk. Müsned, I, 347; Ahmed b. Hüseyin el-Beyhakī, IX, 317; Ebü’ş-Şeyh, IV, 15) Sevrî’nin, hocası İbn Cüreyc’den rivayetlerini içeren bir semâ derlemesi olmalıdır. Ayrıca İbn Hayr el-İşbîlî, okuduğu kitaplar arasında Sevrî’nin öğrencisi Muhammed b. Yûsuf el-Firyâbî’den rivayet edilen Kitâbü Âdâbi Süfyân es̱-S̱evrî adlı bir eserden söz eder (Fehrese, s. 241). Dârü’l-kütübi’z-Zâhiriyye’de kayıtlı Mâ esnedehû Süfyân es̱-S̱evrî adlı bir risâle (Mecmua, nr. 90, vr. 39a-47a) Firyâbî’ye (Elbânî, s. 373) ve Abdullah b. Muhammed b. Saîd b. Ebû Meryem’e (Sezgin, I, 519) nisbet edilmiştir. Süfyân es-Sevrî’nin zühd ve takvâ konularında öğrencilerine ve dostlarına yazdığı bazı mektup ve vasiyetnâmeler tabakat kitapları sayesinde günümüze ulaşmıştır: Risâle ilâ ʿAbbâd b. ʿAbbâd el-Ersûfî (İbn Ebû Hâtim, I, 86-89; Ebû Nuaym el-İsfahânî, VI, 376-377); Risâle ilâ ʿOs̱mân b. Zâʾide (İbn Ebû Hâtim, I, 98); Vaṣiyyetühû ilâ ʿAlî b. Ḥasan es-Selîmî (Ebû Nuaym el-İsfahânî, VII, 24-25, 35, 82-85). Tahran Üniversitesi Kütüphanesi’nde (nr. 1178, vr. 133b-135b) Süfyân es-Sevrî’ye nisbet edilen eski kimyaya ait bir risâle (Risâle-i Kîmiyâʾiyye) bulunmakla birlikte (aynı risâlenin Tahran Meclis Kütüphanesi’nde mevcut Farsça tercümesi için bk. Sezgin, IV, 132; V, 421) risâlenin Sevrî’ye aidiyeti incelenmeye muhtaçtır. Dârü’l-kütübi’l-Mısriyye’de kayıtlı (Mecmua, nr. 155) Cevâbü Hârûn er-Reşîd ilâ Süfyân es̱-S̱evrî ve icâbetü Süfyân lehû adlı risâle için de aynı durum söz konusudur (GAS, I, 519)

İlmî Şahsiyeti

Zamanının bütün ilim merkezlerini dolaşıp önde gelen âlimlerin birçoğuna öğrencilik yaparak oldukça zengin bir ilmî birikim elde eden Süyfân es-Sevrî tebeu’t-tâbiîn devrinin en büyük tefsir, hadis ve fıkıh âlimlerindendir. 1. Tefsir. İbn Abbas’a dayanan Mekke tefsir ekolünün birikimini hocaları İbn Cüreyc, A‘meş ve Abdullah b. Ebû Necîh’ten alan Sevrî tefsirde Mücâhid’i otorite kabul ederdi. Onunla birlikte Atâ b. Ebû Rebâh, Katâde b. Diâme ve İbn Şihâb ez-Zührî gibi tâbiîn dönemi müfessirlerinin rivayet ve eserlerinin sonraki nesillere aktarılmasının yanı sıra II. (VIII.) yüzyılda rivayet tefsirinin gelişiminde önemli bir yere sahiptir. Müteşâbih âyetlerin te’vil edilmesini doğru bulmayan Sevrî’nin daha ziyade anlaşılmayan kelime ve ifadelerin açıklaması niteliğinde bir tefsir anlayışına sahip olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca Âsım b. Behdele ve Hamza b. Habîb’den kıraat öğrenen Sevrî, kırâat-i aşereden sayılan bu iki kıraatin ilk râvilerindendir. Yine şâz kıraatlerden A‘meş kıraatini de rivayet etmiştir.

Hadis

İlim yolculukları sayesinde Kûfe’nin yanı sıra Mekke, Medine, Basra ve Dımaşk’ın hadis ve sünnet birikimini şahsında toplayan Süfyân es-Sevrî II. (VIII.) yüzyılda bu birikimi konularına göre tasnif eden ilk muhaddislerdendir. Bu sebeple hadislerin ve sünnet bilgisinin sonraki nesillere aktarılmasında çok önemli bir yere sahiptir. el-Câmiʿu’l-kebîr ve el-Câmiʿu’ṣ-ṣaġīr adlı eserleri İbn Cüreyc, Ma‘mer b. Râşid ve Mâlik b. Enes gibi âlimlerce tedvin edilen benzer çalışmalar gibi bu nakil faaliyetinin temel kaynakları arasında kabul edilir. Ali b. Medînî onu Kûfe isnadının kaynak râvisi diye nitelendirirken Abdurrahman b. Mehdî’ye göre Evzâî, Mâlik b. Enes ve Hammâd b. Zeyd ile birlikte devrin dört büyük hadis imamından biridir. Osman b. Saîd ed-Dârimî ise Mâlik, Hammâd, Süfyân es-Sevrî, Şu‘be ve Süfyân b. Uyeyne’nin rivayet ettiği hadisleri bilmeyen kişinin hadis hâfızı sayılamayacağını belirtmiştir. Zehebî’nin tesbitine göre bunlardan sadece Sevrî’nin rivayetleri senedleriyle birlikte kaydedilip sahih olup olmayanlarına işaret edildiğinde ortaya on cilt hacminde bir müsned kitabı çıkacaktır (Aʿlâmü’n-nübelâʾ, XIII, 323). Nitekim Nesâî, Taberânî, Ebû Bişr ed-Dûlâbî gibi muhaddisler tarafından Süfyân’ın hadislerini toplayan birçok müsned derlenmiştir. Onun bir diğer özelliği hadisleri fıkıh bablarına göre tasnif eden ilk muhaddislerden olmasıdır. Bu konuda Ebû Hanîfe’den yararlandığına dair rivayetlerin yanı sıra hocası İbn Cüreyc’in tasnifini esas aldığını gösteren rivayetler de bulunmaktadır (Hüseyin b. Ali es-Saymerî, s. 73-76; Özpınar, s. 89, 206, 327).

Evzâî, Ma‘mer b. Râşid, Abdullah b. Avn ve İmam Mâlik gibi hocaları ya da akranlarının kendisinden rivayette bulunduğu Sevrî’nin öğrencileri arasında onun rivayetlerini sonraki nesillere aktaran en meşhur ve muteber râviler Abdurrahman b. Mehdî, Yahyâ b. Saîd el-Kattân, Vekî‘ b. Cerrâh, Ubeydullah b. Abdurrahman el-Eşcaî, Abdullah b. Mübârek, Ebû Nuaym Fazl b. Dükeyn, Muhammed b. Yûsuf el-Firyâbî, Muâfâ b. İmrân, Şu‘be ve Süfyân b. Uyeyne’dir. Firyâbî’nin Sevrî’den rivayet ettiği hadisleri derlediği kitabın bir bölümü, Âmir Hasan Sabrî tarafından Min Ḥadîs̱i’l-İmâm Süfyân b. Saʿîd es̱-S̱evrî: Rivâyetü’s-Serî b. Yaḥyâ ʿan şüyûḫih ʿani’s̱-S̱evrî ve rivâyetü Muḥammed b. Yûsuf el-Firyâbî ʿani’s̱-S̱evrî adıyla neşredilmiştir (Beyrut 1425/2004). Aynı kitapta Serî b. Yahyâ’nın Sevrî’nin beş öğrencisinden rivayetlerini derlediği eserin birinci cüzü de bulunmaktadır. Süfyân es-Sevrî’nin rivayet ettiği hadisler konusunda mevcut en önemli kaynak Yemenli öğrencisi Abdürrezzâk es-San‘ânî’nin el-Muṣannef’idir.

Hadis birikiminin aktarılmasının yanı sıra hadis rivayetleri arasındaki ihtilâfların giderilmesi konusunda otorite kabul edilen Sevrî aynı zamanda râvi tenkidiyle meşgul olan, dolayısıyla cerh ve ta‘dîl ilminin doğuşuna katkıda bulunan ilk muhaddislerdendir. Hadiste isnadın önemine işaret eden, “İsnad müminin silâhıdır, silâhı olmayan savaşamaz” sözü ona aittir. Öte yandan hadislerdeki garîb kelimeler (garîbü’l-hadîs) üzerinde duran ilk tebeu’t-tâbiîn âlimlerindendir. Hadis ilmi konusunda sahip olduğu bütün bu vasıflar sebebiyle kendisine “emîrü’l-mü’minîn fi’l-hadîs” unvanı verilmiştir.

Hadislerin yazılmasına çok önem vermekle birlikte yalnızca hâfızası kuvvetli ve zeki olanların hadis rivayet etmesi gerektiğini düşünen Sevrî hadis rivayetinde semâ yöntemini tercih etmiştir. Ancak Yemen’de hadis öğrenmeye meraklı öğrencilerinin sayısının az ve genellikle hâfızalarının zayıf olması yüzünden imlâ yöntemiyle hadis rivayet etmeye de başlamıştır. Güçlü hâfızasıyla meşhur olmasına ve hâfızasının kendisini hiç yanıltmadığını söylemesine rağmen hadislerin ancak mânen rivayet edilebileceği kanaatindeydi. Zayıf râvilerden rivayette bulunmak ve tedlîs yapmakla eleştirilmişse de Zehebî (Mîzânü’l-iʿtidâl, II, 169) ve İbn Hacer el-Askalânî’ye göre (Ṭabaḳātü’l-müdellisîn, I, 32) güçlü bir ricâl bilgisine sahip olan Sevrî hakkındaki bu tür değerlendirmelere itibar edilmemelidir. Kitaplarının gömülmesini vasiyet ettiğine ya da bizzat gömdüğüne dair bilgiler, hadis rivayeti konusundaki titizliği ve eserlerinde bazı zayıf rivayetlerin yer almasıyla ilişkilendirilmiştir (Zehebî, Aʿlâmü’n-nübelâʾ, VII, 261, 267; Menâḳıb, s. 76-77; Keşfü’ẓ-ẓunûn, I, 52).

Hadis ilmine büyük hizmetleri olan Süfyân es-Sevrî’den hadis ilminin değeri konusunda birbiriyle çelişen söz ve uygulamalar rivayet edilmiştir. Bir yandan hadisle meşgul olmayı Allah’a ulaşmanın en iyi yolu ve ilimlerin en hayırlısı diye nitelendirip nâfile ibadete tercih ederken öte yandan bu ilmin âhiret azığı değil dünyalık bir meşgale olduğunu söylemiş, öğrencilerini bu konuda aşırıya kaçmamaları ve hadis ilminin cazibesine kapılmamaları konusunda uyarmıştır. Nitekim benzer bir uyarı, meşhur sûfî İbrâhim b. Edhem ve Râbia el-Adeviyye tarafından kendisine de yapılmıştır. Zehebî’nin de belirttiği gibi (Aʿlâmü’n-nübelâʾ, VII, 274; Teẕkiretü’l-ḥuffâẓ, I, 205) bu uyarılar, o dönemde hadis rivayetinin büyük bir şöhret vesilesi olması ve kişiye birtakım maddî menfaatler sağlamasıyla ilgili olup bilhassa zâhid kişiliğiyle öne çıkan âlimler bu konuda titiz davranmışlar ve bu ilmin amaç haline getirilmemesi gerektiğini hatırlatmışlardır.

Fıkıh

Sevrî, sahip olduğu hadis ve sünnet birikimini esas alarak yaşadığı dönemin fıkhî meseleleri hakkında fetvalar vermiş, fıkıh alanında görüşleri esas alınan bir otorite haline gelmiştir. Abdullah b. Mes‘ûd’a dayanan Kûfe fıkıh geleneğinin temsilcilerinden Ebû İshak es-Sebîî, A‘meş ve Hammâd b. Ebû Süleyman’a öğrencilik yapmış olmakla birlikte özellikle İbn Şübrüme ve İbn Ebû Leylâ’nın yolunu takip eder. Kûfeli hocalarından aldığı fıkıh bilgisi ve nosyonunu Mekke, Medine, Basra ve Şam bölgelerinin zengin hadis ve sünnet birikimiyle bir araya getirmiş, gerek döneminde gerekse daha sonraki yüzyıllarda bilhassa ehl-i hadîs eğilimine sahip olan âlimlerce Ebû Hanîfe’ye karşı Kûfe fıkhının temsilcisi diye öne çıkarılmıştır. Ali b. Medînî, İbn Mes‘ûd’un fıkhının İbrâhim en-Nehaî’den sonra Süfyân es-Sevrî’ye intikal ettiğini ifade eder (el-ʿİlel, s. 47, 52). Ahmed b. Hanbel ve takipçilerinin hadiste ve fıkıhta ehl-i Irak’ın imamı olarak Süfyân es-Sevrî’yi kabul ettiklerini belirten İbn Teymiyye ise genellikle ehl-i Irak’ın bid‘atçılıkla suçlanmasına sebep olan re’yin Sevrî söz konusu olduğunda eleştirilmediğini söyler (Mecmûʿu fetâvâ, XX, 329-330, 583). Onun hakkındaki tek menâkıb kitabını Hanbelî Ebü’l-Ferec İbnü’l-Cevzî’nin yazmış olması da bu açıdan dikkat çekicidir. İbnü’l-Cevzî’nin eseri günümüze ulaşmamışsa da Zehebî tarafından yapılan ihtisarı mevcuttur (bk. bibl.). Öte yandan başta Hanefî ve Mâlikî tabakat kitapları olmak üzere kaynaklarda Sevrî’yi daha ziyade hadis alanındaki üstünlüğüyle öne çıkaran, fıkıhta Ebû Hanîfe ve Mâlik’ten zayıf olduğunu ve fıkhı Ebû Hanîfe’nin kitaplarından öğrendiğini vurgulayan pek çok rivayet bulunmaktadır. Bu durum, gerek klasik dönem eserlerinde gerekse çağdaş çalışmalarda onun genellikle ehl-i hadîs ekolü içinde değerlendirilmesine sebep olmuştur.

Fetva verme konusunda çağdaşı Ebû Hanîfe’ye göre daha ihtiyatlı davranması ve kendisinden önceki fakihlerin görüşlerine daha fazla bağlılık göstermesi, hadislerin zâhirî mânalarına bağlı kalarak yorum yapmaktan kaçınmayı bir edep şeklinde değerlendirmesi onu ehl-i hadîs çizgisine yaklaştıran özellikleridir. Ancak rivayet ettiği hadisler arasında tercihler yaparak bir kısmıyla amel etmemesi ve bu yüzden Şâfiî tarafından eleştirilmiş olması (Ebû Ya‘lâ el-Halîlî, II, 487) ehl-i re’ye benzer bir fıkıh anlayışına sahip olduğunu gösterir. Nitekim hadislerin yanı sıra tâbiîn ve tebeu’t-tâbiîn fakihlerinin fıkhî görüş ve fetvalarıyla birlikte muhtemelen kendi ictihad ve tercihlerini de derlediği el-Câmiʿu’l-kebîr’i bir fıkıh ve mesâil (re’y) kitabı olarak değerlendirilmiştir (Ebû Dâvûd es-Sicistânî, s. 28; Ebü’l-Arab, s. 127; İbn Ebû Ya‘lâ, I, 207; İbn Hayr, s. 113-114). Kitâbü’l-Ferâʾiż adlı risâlesi için de aynı değerlendirmeyi yapmak mümkündür.

Sevrî’nin fıkhî görüşleri de büyük ölçüde Kûfe fıkhı ve Ebû Hanîfe’nin temsil ettiği ehl-i re’yin görüşleriyle paralellik arzetmektedir. Namazda besmelenin gizli okunacağı, rükûdan sonra ellerin kaldırılmayacağı, cemaatle kılınan namazlarda cemaatin Fâtiha okumayıp âmini gizlice söyleyeceği, ezan gibi kāmetin de ikişer ikişer okunması, namazda gülen kişinin abdestinin de bozulacağı, vitir namazının üç rek‘at kılınıp Kunut’un rükûdan önce yapılacağı, cuma namazının şehir hükmündeki bir yerleşim yerinde kılınması gerektiği, ziynet niteliği taşıyan altından zekât verileceği, kaybolan kocanın ölümüne hükmedilmediği sürece eşinin boşanamayacağı, ölen kişinin sahip olduğu hakların vârislerine intikal etmeyeceği, kadınların şahitliğinin had ve kısas dışında kabul edileceği, irtidad suçu işleyen kadınlara ölüm cezası verilmeyeceği gibi görüşleri buna örnek olarak gösterilebilir.

Sevrî’nin ferâiz risâlesi dışında fıkhî görüşlerini içeren herhangi bir eseri günümüze ulaşmamıştır. Ancak öğrencilerinden Abdürrezzâk es-San‘ânî’nin el-Muṣannef’i ve Ebû İshak el-Fezârî’nin Kitâbü’s-Siyer’i ile Muhammed b. Nasr el-Mervezî, Taberî, Tahâvî, İbn Abdülber en-Nemerî gibi erken dönem âlimlerinin ihtilâfü’l-fukahâ türü eserleri onun fıkhî görüşlerini bugüne ulaştıran kaynaklardır. Bir Şâfiî fakihi kabul edilen Mervezî’nin İḫtilâfü’l-fuḳahâʾsı bunlar arasında özel bir öneme sahiptir. Zira Mervezî, hemen hemen bütün fıkhî meseleler hakkında önce Sevrî’nin görüşünü verip ardından ashâb-ı re’y (Kûfiyyûn), Mâlik, Şâfiî ve ashâb-ı hadîsin görüşlerini kaydeder.

Sevrî Mezhebi

Süfyân es-Sevrî’nin rivayet ettiği hadisler gibi fıkhî görüşleri de kısa zamanda bütün İslâm dünyasına yayılmış ve onun adıyla anılan mezhep yaklaşık beş asır boyunca meşhur fıkıh mezheplerinden biri halinde varlığını sürdürmüştür. Sevrî’yi fıkıhta da bir imam olarak kabul eden öğrencilerinin bu gelişmede çok önemli bir payı vardır. Bunlardan Yahyâ b. Saîd el-Kattân Basra’da, Yahyâ b. Ebû Zâide Kûfe’de, Ubeydullah b. Abdurrahman el-Eşcaî Bağdat’ta, Muâfâ b. İmrân ile Ebû İshak el-Fezârî Şam’da, Sa‘d (Sa‘deveyh) b. Saîd el-Cürcânî Cürcân’da, Ebü’l-Münzir Nu‘mân b. Abdüsselâm, İsâm (Cebr) b. Yezîd b. Aclân ve Hüseyin b. Hafs İsfahan’da bir yandan el-Câmiʿu’l-kebîr’i rivayet ederken bir yandan da bizzat derlemiş oldukları Sevrî’nin fıkhî görüşlerini kendi öğrencilerine aktarmışlar ve bu görüşlere göre fetva vermişlerdir. Bu sayede Sevrî mezhebi V. (XI.) yüzyıla kadar Bağdat ve çevresiyle Şam’da, VII. (XIII.) yüzyıl sonlarına kadar Dînever, Kazvin, Cürcân, İsfahan ve Horasan bölgesinde varlığını sürdürmüş, özellikle Dînever ve çevresinde etkili olmuştur. Bu çevrede Süfyân es-Sevrî’nin mezhebini benimseyenleri tanımlamak üzere Sevrî ya da Süfyânî nisbeleri yaygın biçimde kullanılmıştır.

Bişr el-Hâfî, Hamdûn el-Kassâr, Muhammed b. Îsâ b. Amraveyh el-Cülûdî, Ebû İshak el-Belûtî ve Ebû Hafs ed-Dûnî gibi sûfîlerin Sevrî mezhebine mensup olması onun aynı zamanda zühd hareketinin ilk temsilcilerinden sayılmasıyla ilişkilendirilebilir. Kaynaklar, Bağdat Mansûr Camii’nde Sevrî mezhebine göre fetva veren son fakih olarak 404 (1014) yılında vefat eden Ebû Bekir Abdülgaffâr b. Abdurrahman ed-Dîneverî’nin ismini kaydeder (Safedî, XIX, 16; İbn Tağrîberdî, IV, 238). VIII. (XIV.) yüzyıl tarihçilerinden Zehebî bu yüzyıldan itibaren dört mezhep dışında yaşayan fıkıh mezhebi kalmadığını belirtir (Aʿlâmü’n-nübelâʾ, VIII, 92).

Kelâm

Süfyân es-Sevrî’nin, döneminde ortaya çıkan kelâm tartışmalarıyla ilgili tavrı konusunda farklı bilgiler bulunmaktadır. Eyyûb es-Sahtiyânî’nin engellemelerine rağmen Basra Mu‘tezile ekolünün önde gelen isimlerinden Amr b. Ubeyd ile görüştüğüne ve Ebû Sâlih Şuayb b. Harb el-Bağdâdî el-Medâinî adlı bir yakınının isteğiyle temel itikadî meseleler hakkındaki görüşlerini ona yazdırdığına dair rivayetlerin yanı sıra bu tür tartışmaları bid‘at kabul ederek uzak durduğuna dair bilgilere de rastlanmaktadır (Kādî Abdülcebbâr, s. 243; Lâlekâî, I, 151; Ebû Nuaym el-İsfahânî, VII, 33-34; Zehebî, Teẕkiretü’l-ḥuffâẓ, I, 206; Ess, I, 224, 226). İmanın söz, amel ve niyetten meydana geldiği, dolayısıyla amelin imandan bir cüz olduğu ve amellere göre artıp eksileceği, Allah’ın sıfatlarının te’vil edilmeden kabul edilmesi gerektiği, Kur’an’ın mahlûk olduğuna inanan kişinin kâfir sayılacağı, hayrın ve şerrin Allah’tan geldiğine (kader) inanmanın şart olduğu, günahkâr ve zalim de olsa devlet başkanına hiçbir surette isyan edilemeyeceği, buna bağlı olarak cuma namazlarının ve cihadın terkedilmemesi gerektiğine dair görüşleri kaynaklarda aktarılır.

Sevrî’nin Hz. Ali’yi Ebû Bekir ve Ömer’den üstün görmediği, hatta bu görüşte olan Râfizîler’i eleştirdiği kesinlikle bilinse de Hz. Osman ve Ali hakkındaki görüşleriyle ilgili rivayetler ihtilâflıdır. İbn Rüste ve İbnü’n-Nedîm gibi bazı erken dönem müellifleri onu Zeydî ya da Şiî diye nitelendirir (İbnü’n-Nedîm, s. 221, 222; Aʿyânü’ş-Şîʿa, VII, 264). İbn Teymiyye ve Zehebî ise önceleri Hz. Ali’nin üstünlüğüne inanırken Basra’ya gidip Eyyûb es-Sahtiyânî ile görüştükten sonra bu görüşünden vazgeçtiğini nakleder (el-Fetâva’l-kübrâ, IV, 440; Minhâcü’s-sünne, II, 73; Aʿlâmü’n-nübelâʾ, VII, 252-254). Hz. Ali ve Osman sevgisinin ancak yüce insanların kalplerinde bir araya geldiğine, Râfizîler yüzünden Hz. Ali’nin faziletlerini rahatlıkla anlatamadığına, hatta bu sebeple insanların Ehl-i beyt’e arzu ettikleri gibi destek veremediklerine dair ifadeleri, Hz. Osman’a buğzeden çevrelerden kendisini ayırmak istediğini açıkça ortaya koymaktadır. Şiî kaynaklarında hocası İmam Ca‘fer es-Sâdık’tan rivayetlerine yer verilmekle birlikte bir Şiî olarak kabul edilemeyeceği ve bu tür değerlendirmelerin ancak Ehl-i beyt’e yakınlığıyla açıklanabileceği belirtilir (Hânsârî, IV, 61-65; Aʿyânü’ş-Şîʿa, VII, 265).

Mürcie’ye meyleden kişilerle ilişkisini kestiği ve cenaze namazlarını kılmadığı nakledilen Sevrî imanda istisna düşüncesini benimsiyor ve öğrencileri de Kûfeli Mürcie mensupları tarafından şüpheciler (şükkâk) diye anılıyordu. Ebû Hanîfe ve çevresiyle Süfyân es-Sevrî arasındaki gergin ilişkilerde büyük ölçüde bu konudaki farklı eğilimlerinin etkili olduğu anlaşılmaktadır (Ess, I, 221, 225-226; Kutlu, s. 211).

Çağdaş araştırmaların bir kısmında Sevrî’nin dinî ilimler dışında bazı ilgileri olduğu kaydedilmekte, hatta iyi bir matematikçi ve bir kimyacı diye sunulmaktadır (Ullmann, s. 196; Sezgin, IV, 132; V, 16; Rosenfeld – İhsanoğlu, s. 15; EI2 [İng.], IX, 771).

Meşhur bir matematikçi olan Reyli Haccâc ile tartıştığı ve onun çözümlerini kabul etmediğine dair rivayet (İbn Ebû Hâtim, I, 125-126) onu bir matematik bilgini olarak tanımlamak için yeterli bir delil sayılmaz. Nitekim ilk İslâm matematikçileri Sevrî’den en az yarım asır sonra III. (IX.) yüzyılda ortaya çıkmıştır (bk. HESAP; MATEMATİK). Bununla birlikte Sezgin’in de ifade ettiği üzere hocası İbn Ebû Leylâ gibi miras konularıyla ilgilenen ve ferâiz konusundaki ilk eserlerden birini kaleme almış olan Sevrî’nin sayıların kullanımı ve hesap işlemleri hususunda çok kabiliyetli olduğu söylenebilir. Nitekim hocası İbn Ebû Leylâ ve babası Saîd de bu konuda önde gelen kişilerdendi (İbn Hacer el-Askalânî, Tehẕîbü’t-tehẕîb, II, 127; IX, 269). Öte yandan söz konusu çağdaş kaynaklar, Tahran’da bulunan ve Süfyân es-Sevrî’ye nisbet edilen eski kimyaya dair bir risâleden hareketle (Risâle-i Kîmiyâʾî, Tahran Dânişgâh Ktp., nr. 1178, vr. 133b-135b) onu bu bilimle ilişkilendirirler. İlk müslüman kimyacılardan Câbir b. Hayyân’ın Sevrî ile aynı tarihlerde Kûfe’de yaşamış olması ve bu ilmi Ca‘fer es-Sâdık’tan öğrendiğine dair rivayetler dikkate alındığında Sevrî’nin de böyle bir meşguliyeti bulunduğunu düşünmek mümkün olmakla birlikte ne genel tarih ve tabakat kaynaklarında ne de İslâm bilim tarihine ait eserlerde bunu teyit edecek bir bilgiye rastlanır.

Sezgin, İbn Kuteybe’nin ʿUyûnü’l-aḫbâr’ı ile Câhiz’in el-Buḫalâʾsında Sevrî’nin tabii bilimlerle uğraştığına dair kayıtlar bulunduğunu belirtmişse de (GAS, V, 215) bu kaynaklarda sözü edilen kişi Ebû Abdurrahman künyeli başka bir Sevrî’dir (Câhiz, s. 103-111, 357). Eski kimya ile meşgul olan ilk müslüman âlimlerin bu ilmi astrolojiyi de kapsayan bir tabiat felsefesi bütünlüğü içinde ele aldıkları bilinmektedir (bk. KİMYA). Sevrî’nin Mâşâallah b. Eserî adlı yahudi bir müneccimle diyaloguna dair rivayet ise (İbnü’l-Kıftî, s. 327) onun yeni oluşan bu tür bilimlere pek olumlu bakmadığını göstermektedir.

Kaynak:TDV İslâm Ansiklopedisi

İslam ve İhsan

ETBÂU’T TABİİN’İN MEŞHUR MUHADDİSLERİ

Etbâu’t Tabiin’in Meşhur Muhaddisleri

MALİK BİN ENES KİMDİR?

Malik Bin Enes Kimdir?

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.