Orucun Bilinmeyen Mükafatı

Tasavvufun klasik döneminin en önemli isimlerinden biri kabul edilen Ebu Bekir Muhammed Kelâbâzî orucun bilinmeyen yönlerini anlatıyor.

Arapça karşılığı savm olan oruç İslâm’ın beş şartından biridir. Tasavvufi olarak samediyyet sıfatıyla sıfatlanmak üzere, beşeri olarak hoşa giden şeyleri yapmaktan sakınmak demektir. Bu, herkesin gücü yani orucu nisbetinde olur; neticede, o kişide Hakk’ın tecellîleri zuhur eder. Bu tür kendini riyazete sokma, ömürde hiç olmazsa bir ay tecrübe edilmelidir. Kalbin orucu ise sürekli Allah’ı tefekkür etmektir. Tasavvufi manada sivayı düşünmek, kalbe getirmek orucu bozar.[1][2]

İslamî ilimlerin hepsiyle ilgili kendine mahsus bir usûl geliştiren tasavvufun zâhir ve bâtın birlikteliği vurgusu yaparak nasları ele aldığı bilinmektedir. Ayet ve hadislere öncelikle amel edilmesi gereken prensipler olarak bakan sûfiler, yaşamlarını bu prensipleri en ince ayrıntısına kadar meslek edinircesine yaşamaya, sülûka adamışlardır. Seyr u sülûkte yani tasavvufi eğitimde riyazet önemli bir yer tutar. Riyezetin en temel unsurlarından biri de oruçtur.[3] Mücâhede, nefsi iyiliğe zorlamak, riyazet ise onu bu işe alıştırmaya çalışmak olarak da tanımlanmıştır.[4]

Tasavvufun klasik döneminin en önemli isimlerinden biri ve sistemin kurucularından kabul edilen Ebu Bekir Muhammed Kelâbâzî (v.380/990) zühd hareketi olmaktan çıkıp, sistemleşme yoluna giren tasavvufun önemli şahsiyetlerindendir. O, Tasavvufun kavramlarının da ilk oluşturucularındandır. Bu yazıda Kelâbâzi’nin oruçla ilgili yorumları ele alınacaktır.

KELÂBÂZÎ'NİN ORUÇLA İLGİLİ YORUMLARI

Her şeyden önce Kelâbâzî’ye göre oruç, Allah’ı görerek halkı görmekten uzak olmaktır. O, “Ben Rahman olan Allah’a oruç nezrettim, bugün hiçbir kimse ile konuşmam.”,[5] ayetini de bu bağlamda değerlendirir ve Hz. Meryem’in bu sözleriyle ilgili şöyle der: “Oruç hâlinde Hakk’ı görerek halkı görmekten uzak olduğumdan hiçbir şeyin oruçla meşgul olmama mani olmasını ve oruçla olan ilgimin kesilmesine yol açmasını uygun görmem.”[6] Yani oruç sadece Allah’ı görmeye ve Allah’la beraber olmaya vesile olan en önemli ibadetlerden biridir.

iftarduasi.

TASAVVUFİ BAKIŞ AÇISIYLA ORUCUN ANLAMI

Kelâbâzî oruç konusunda fıkhî hukukî bilgiler vermeksizin hadislerde zikredilen hususlara tasavvufî yorumlar getirir. Meselâ, “Orucun mükâfâtı, Benim” hadisinde Allah’ın orucu Kendisine izafe etmesi üzerinde önemle durur ve bu konu üzerinde muhtelif yorumlarda bulunur. Kelabazi’nin konuyla ilgili yorumları şöyledir:

1- Oruç, başkalarının görmesi ve bilmesinin zor olması dolayısıyla, riya ve süm’adan uzak olur. Allah bundan dolayı orucu kendisine izafe etmiş olabilir.[7]

2- Oruçlu yemiyor içmiyor, Allah da kendisini bu şekilde vasfediyor: “Besleyen, fakat kendisi beslenmeyen Allah’tan başka dost mu tutayım?”[8] Böyle olunca, sanki oruçlu, beşere yaraşır tarzda Hakk’ın sıfatlarından biriyle muttasıf oluyor. Bu sıfatın kemâli, Rubûbiyyet’in gereği olarak Allah’a aittir. Diğer ibadetlerden farklı olarak, Allah’ın orucu kendi nefsine izafesi bundan olabilir.

3- Ayrıca, oruçta Allah rızasını talep için nefisten yüz çevirmek de vardır. Çünkü insan, oruç dolayısıyla nefsin lezzetlerinden (yeme, içme, şehevî arzular vs.) vazgeçmektedir. Allah rızası için nefsin lezzetlerinden vazgeçenin Allah’la kendi arasında örtü kalmaz. Bundan dolayı da “Oruç Benimdir” denilmiş olabilir.

4- Diğer ibadetlerden farklı olarak, orucun Allah tarafından ödüllendirilmesini, kulun hakkı olarak değil de, Rablığın bir keremi olarak gören müellif şöyle der; “Sanki Cenab-ı Hakk oruçluya şöyle buyurur: “Yemekten kendini alıkoymak senin değil, benim sıfatımdır. Üstelik sen, benden dolayı zorluğa katlandın, yemeni, içmeni ve şehevî arzularını benim için terk ettin. Kudretim ölçüsünde, seni

Ben mükâfâtlandıracağım.”[9]

5- Yine bu hadisle alakalı Kelâbâzî, şöyle bir yorumda bulunur: “Oruç Benim içindir” sözü, tamah edenlerin tamahını boşa çıkarmak içindir. Şeytan orucu ifsad etmeye tamah eder. Halbuki Allah’a ait olan bir şeyi bozmaya düşman tamah edemez. Nefsin tamahı, tutulan oruçla kendini be­ğenme hâline düşmektir. Nefis sadece kendisine ait olan şeyle kendini beğenme hâline düşer. Ahirette hak sahipleri de orucun seva­bına tamah etmezler. Çünkü hasımlar Allah’a ait olanı değil, sadece kula ait olanı alırlar. [10]

pide

Kelabazi’den üç asır sonra yaşamış olan İbn Arabî ise konuya; tasavvufta önemli bir kavram olan fakr penceresinden bakmakta ve Allah Teâlâ’nın “Oruç benim içindir.” sözünü Hakk’ın dilinden şöyle yorumlamaktadır: “Ey kulum! Yemekten, içmekten ve cinsel ilişkiden münezzeh olmak sana ait değil, bana ait bir sıfattır. Çünkü ben bizzat kendi başına var olanım. Varlığımı koruyup ayakta tutacak bir koruyucuya muhtaç değilim. Sen ise varlığını muhafaza edecek bir koruyucuya muhtaçsın ki o da benim! Muhtaç olduğun artık senin için kesinleşsin de vücudunu muhafaza edenin yalnızca ben olduğumun farkına varasın diye senin için gıdayı yarattım ve seni ona muhtaç kıldım. Muhtaç olmana rağmen taşkınlık yaptın, zorbalaştın, büyüklendin ve böbürlendin. Hemcinslerine “Ben sizin en büyük rabbinizim, sizin için benden başka bir rab tanımıyorum!” dedin. Ben, ben, ben! Bunu iddia ederken acıkmak, susamak, küçük-büyük abdest yapmak, sıcaklık, soğukluk ve geçici acılarla üzülerek rezil olmaktan hiç utanmadın.”[11]

ORUÇ CESEDİN ZEKATIDIR

Kelabazi’nin konuyu ele aldığı ve yorum getirdiği hadislerden biri de “Her şeyin bir zekâtı vardır. Cesedin zekâtı da oruçtur.”[12] hadisidir. O’na göre; cesetteki noksanlık yeme içmenin azaltılmasıdır. Bu zahirde böyledir. Zekat maldaki fazlalığı noksanlaştırdığı gibi oruç da, bedendeki şehveti noksanlaştırır. Oruç bu vesileyle ahlâkın güzelliğini artırır. Çünkü insandaki nefsanî duyguları dizginler. Buradan da anlaşılmaktadır ki zahiren azalmış gibi görünen şeyler hakikatte bereketlenmektedir.[13] Şehvetin rızkı azaltması da bu manadadır.[14]  Hakim Tirmizi de sülûkün başında orucu tavsiye etmektedir.[15]

teravih

Sufiler açlığı manevi gıda olarak yorumlamışlardır. İlk dönem müellif sûfilerinden Hucviri’ye göre, insan ne kadar çok yerse nefsi o kadar kuvvetli hale gelir. Hevâ ne kadar yayılma alanına sahip olursa, saldırganlığı da o oranda artar. Salik kendisini gıdadan uzak tutarsa hevâsı zayıflar, aklı güçlenir, nefsin gücü damarlardan kesilip atılır ve böylece birtakım sırlar daha zâhir olur. Bu nedenle Sahabe ve tabiûn ölmeyecek kadar yerlerdi.[16] Kelâbâzî mü’minin zaruret miktarınca yemek yemesi gerektiğini belirtir; ancak kafirin şehvetle yediğini söyler.

KAFİRİN YEDİ MİDESİ

Kişi, mide kabından daha kötü bir kap doldurmamıştır. Midenin üçte biri yemekle, üçte biri suyla, üçte biri de havayla dolu olmalıdır.” hadisine vurgu yapan Kelâbâzî çok yemenin şehveti artıracağını ifade eder ve kafirin yedi midesiyle yemesini ise, yedi ayrı şehvetle açıklar. Bunlar:

  1. Tabii şehvet, yemeğin ekşi, tatlı vb. tabii sıfatları dolayısıyla fazla yeme.
  2. Göz şehveti, yemeği gördüğünde aç olmadığı halde arzu etmesi.
  3. Nefis şehveti, dizginlenmesi en zor şehvettir.
  4. Ağız şehveti, yemek lezzetli olduğu için fazla yemesi
  5. Kulak şehveti, yemek güzeldir diye duyunca fazla yemesi
  6. Burun şehveti, yemeğin kokusu iştahını kabartınca fazla yemesi
  7. Zaruretle alakalı olan şehvet. İlk aç olunduğunda açlığı gidermek için yenilen yemek. Mü’min sadece bu durumda yemek yer. [17]

ORUÇ KALKANDIR

Orucun dünyada masiyetlere ve sefih şeylere, ahirette de cehennem ateşine karşı kalkan olacağını söyleyen Kelâbâzî, cehennem ateşi,  nasıl abdest azalarını yakamayacaksa, aynı şekilde oruçluyu da yakamayacaktır, der.[18]

Kelâbazi’ye göre; “Oruç, bir kalkandır” [19] sözü, oruç dünyada masiyetten, insanları küçümsemekten, onlar hakkında gıybet etmekten, insanlara fiili ve sözlü eziyet etmekten koruyan bir kalkandır anlamına gelir. Kelabazi Rasülüllah (sav.)’in “Sizden biriniz sakın oruçluyken, cahillik edip kötü söz söylemesin. Birisi size sataşırsa ben oruçluyum, desin.” hadisini bu görüşünü desteklemek için kullanır. Buna göre oruçlu kişi, cahillik edemez, insanları küçümseyemez ve gıybetten uzak durur.

Kelâbâzi’nin konuyla ilgili ele aldığı diğer bir hadis şudur: “Kim ki, yalancı şahitliği ve onunla amel etmeyi terk etmezse, (oruçlu için) Allah’ın onun aç ve susuz kalmasına ihtiyacı yoktur.”[20] Buna göre Rasülüllah (sav) orucun, yalancı şahitlik ve onunla amel etmek gibi Allah'ın yasakladığı şeyleri terk etmek olduğunu, sadece yemek yemeyi ve içmeyi terk etmek olmadığını haber vermiştir. Oruç, kişiyi koruyan ve onunla günahları birbirinden uzaklaştıran bir kaledir. Ahirette de cehennem azabına karşı kalkandır. Kelabazi “Tıpkı abdest uzuvlarına cehennem ateşinin dokunamayacağı gibi oruç tutan kişiye de cehennem ateşi dokunamayacağını” söyler. Çünkü oruç, tüm bedenle tutulduğu için oruçlu bedeni, ateşin yakması caiz değildir. Bu yüzden oruç, cehennem ateşine karşı bir kalkandır. [21]

SAHUR_1

SAHURUN FAYDALARI

Sahur konusunu ele alan Kelâbâzî “Sahur yeyin, çünkü sahurda bereket vardır.”[22] hadisinden hareketle sahurun bazı faydalarını,  sahurda bulunan bazı bereketleri anlatır. Buna göre, sahurda bulunan bereket ve faydalar şunlardır:

  1. Gündüz tutulacak oruç için kuvvet kaynağı olur.
  2. Oruç tutmak isteyene gece yeme ve içmeyi mubah kılar. Çünkü İslâm’ın ilk dönemlerinde oruçlu uyuduğu zaman yiyip içmek o kişiye haram oluyordu. Daha sonra bu, ikinci fecrin doğuşuna kadar mubah kılındı.
  3. Allah’a daha fazla ibadet etmeye vesile olur. Çünkü sahura kalkan kişi, abdest alıp namaz kılacaktır.
  4. Ayrıca, sahur vakti, ibadete teşvik edilen vakittir. O vakitte sema kapıları açılır, rahmet iner ve dualar kabul edilir.
  5. Oruca geceden niyet etme imkanı verir. Böylece niyet konusundaki ihtilaflar ortadan kalkmış olur.
  6. Ehl-i Kitâb’a muhalefet edilmiş olur. Müslümanın orucu ile Ehl-i Kitabın orucu arasındaki fark sahur yemeğidir.
  7. Sahur, necat vaktidir; kurtuluş vesilesidir.
  8. Sahurda yani erken kalkmakta bereket vardır.
  9. Sahur vakti uyanık olmak kişinin ömrüne bereket vesilesidir. [23]

ORUÇLU ALLAH'IN SIFATLARIYLA SIFATLANMIŞTIR

Kelâbâzî’’ye göre oruç tutan kişi Allah’ın bu sıfatıyla sıfatlanmış olur. Çünkü “Allah yedirdiği halde yemeyendir (En’am, 14).” Dolayısıyla kul oruç vesilesiyle beşeri gücü nisbetince Allah Teâlâ’nın bu sıfatından nasibini almış olur.

Oruçta benzemezlik, berî ve uzak olma anlamında bir tür tenzîhiyyet ve hiçbir şeye muhtaç olmama (samedaniyyet) sıfatı vardır. Zira oruç yemeden, içmeden ve cinsel ilişkiden uzak olma, münezzeh olma hakikati üzere ifa edilen bir ibadettir. Halbuki kulun hakikati ve tabiatı oruçlu iken uzak durmaya çalıştığı bu şeyleri gerektirir. Dolayısıyla diğer her bir ilahî nitelik gibi tenzihiyyet ve samedâniyyet sıfatları da Allah için aslî ve sürekli; kul içinse geçici, izafî ve tahakkuk anlamında olur.[24]

ORUÇLUNUN İKİ SEVİNCİ

Nebi sallallahu aleyhi ve sellemin “Oruçlunun kendisiyle haz duyduğu iki sevinci vardır. Birisi iftar vaktindeki (oruç bozmak) sevinci...”[25] hadisini de Kelabazi şöyle yorumlamaktadır: İftar vaktinde, orucunu Allah’a halis kılması dolayısıyla kendisine verilecek sevap hastalık, ölüm veya afet vaki olsa dahi verilir. Oruçlu buna sevinir. Halis olarak Allah için bir şey yaptığından dolayı kişi mutlu olur. Oruç tuttuğu için Rabbinin kendisini mükafatlandıracağını düşünen kul buna sevinir. Çünkü hiçbir amel oruç gibi olmayacaktır. [26] Oruçlu orucu kazasız belasız tamamladığı için sevinçlidir. Çünkü o tüm gün bütün lezzetlerden imsak etmiştir. [27]

Kulun ikinci sevinci dünyadan ayrılıp Rabbine kavuştuğu zamanki sevincidir. Çünkü mü’min dünyanın tüm yasaklanmış lezzetlerinden ve şehvetlerinden uzak durup oruç tutar. Oruç tutan kişi iftar edinceye kadar yemez. Dünyadaki hayatında güneş batınca, dünyadaki lezzetlere karşı tuttuğu orucundan iftar eder. Böylece sevinç yaşar. Mümin ölünce bu korunma süresi bitecek ve mü’min bir ferahlama yaşayacaktır. Yani mü’min dünya hayatının güneşi battığında iftar etmiştir. [28] Zira Nebi sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyuruyor: “Ölüm mü’min için bayramdır.”[29]

ORUÇLUNUN AĞIZ KOKUSU

“Oruçlu ağzının  (açlık) kokusu Allah Taâlâ nezdinde misk kokusundan daha temizdir”. Kelabazi’ye göre; oruçlunun ağız kokusunun misk kokusuyla mukayese edilmesi ve hatta ondan üstün tutulmasını, misk kokusunun insanlar arasında tutulan ve beğenilen bir koku olması dolayısıyladır. [30] Yani nasıl insanlar güzel kokuyu sever, ondan etkilenir, ondan hoşlanır ve onu tercih ederse Allah da oruçlunun ağız kokusunu sever, ondan etkilenir, hoşlanır ve onu tercih eder.

cami

ORUÇ NEFSE MUHALEFETTİR

Kelabazi’ye göre oruç nefse muhalefettir. Bu hususla ilgili Kelabazi şunları söyler: “Oruç Allah’ın rızasını umarak nefse muhalefet etmektir. Nefisten uzaklaşma, nefsin arzularını terk etmektir. Nefsin istekleri ise yeme içme ve cinsel münasebettir.” [31] Oruçlu bunları terk etmiştir. Nefsin arzularını, şehvetlerini ve lezzetlerini terk etmiştir. Bunları terk eden kişi, nefsinden uzaklaşmış olur. Allah'ın vechini isteyerek nefsinden uzaklaşan kişinin de Allah’la arasında engel kalmamıştır. Çünkü insanla Allah arasında üç engel vardır: Mahlûkat, dünya ve nefs. Mahlûkat ve dünyanın istekleri nefsin istekleriyle bağlantılıdır. Nefsine muhalefet eden mahlûkatın ve dünyanın isteklerine de muhalefet etmiş demektir. Oruç nefse muhalefettir. Nefse muhalefet ise Allah’a kavuşmak demektir.

Kul her bir vesileyle kendisiyle tartışan, oruç tutarken de tabiatı gereği muhtaç olduğuğu şeylerden mahrum kaldığı için kul ile çekişip duran ve bu anlamda kul için çetin bir düşman olan nefsine baskın çıkıp onu ezdiği için kahr ve galebe çalma nitelikleri (el-Kahhâr ve el-Gâlib) açısından da Allah’a benzer. İşte böylece kul tıpkı diğer ibadetlerde olduğu gibi oruç ibadetiyle de Allah’ın isimleriyle ve Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmış olur.[32]

RİYAZET ORUCU

Riyazet tasavvufta insanın kendini tanıması ve nefsini dizginleyebilmesi için uygulana gelen bir metottur. Riyazetin en önemli ayağını hiç şüphesiz az yemek ve bunun pratiği olarak oruç oluşturmaktadır.

İlk dönem müellif sûfilerinden biri olan Kelâbâzi hadislere yaptığı yorumlarda orucu da ele almış ve konuyla ilgili muhtelif yorumlarda bulunmuştur.  “Oruç Benim içindir, onun mükâfâtını Ben vereceğim”, buyrulmuş olması Kelâbâzî’ye göre Hak Teâlâ’nın, “Orucun mükâfâtı, Benim” yani “Benim marifetimdir”, demesidir.[33]  Tasavvufi düşüncede ise hiçbir şey ma’rifete denk olamaz. Orucun sevabını Yüce Allah'ın kendisine izafe etmesinin sebeplerinden biri de oruçlunun halinin riya ve gösterişten uzak olmasıdır. Çünkü oruca riya karışması zordur. Riya ve gösteriş ise tasavvufi yolda ilerleyen bir mümin için en büyük tehlikelerden biri sayılmıştır.

sofra

Kelabaziye göre; Resûlüllah (s.)’ın “Oruç, kalkandır”[34] buyurmuş olması da bunu gösterir. Yani oruç, masivâ ile kişi arasında perdedir. [35] Kişi bu perde sayesinde Allah’a yaklaşmasına engel olan masivadan uzaklaşır sadece ve sadece Allah’la maiyet duygusu yaşar. “Orucun mükafatını Ben veririm” hadisini Kelâbâzi başka yerde bu sözden kastedilenin Ru’yetullah olabileceğini söylemektedir. Buna göre “Oruçlunun mükafatı Benim nazarımdır” şeklinde yorumlamaktadır. Bu ise kulun kendi ibadetiyle değil Allah’ın lütfuyladır. Çünkü yine bu hadisten hareketle Kelâbâzî, Allah Teâlâ’nın kulun ibadetinin karşılığı olarak değil, Allah Teâlâ’nın Rubûbiyyetinin ve cömertliğinin bir gereği olarak kulun yaptığı ibadete fazla fazla lütufta bulunacağını müjdelemektedir.

Kelâbâzi oruçlunun mükafatını bizzat Allah Teâla’nın verecek olmasını, bu amele hiçbir şekilde şeytanın musallat olamayacağı şeklinde düşünür. Ona göre; Allah-u Teala orucu, düşmanın onu ifsat etmesinden ve hesap anında hasımların orucun sevabını almasından korumak için Kendisine ayırmıştır. Müminin amellerini hasımları alıp da ona hiçbir amel kalmayınca Allah-u Teala divana kulun Allah için tuttuğu orucunu getirir. Bundan ötürü de Rububiyeti hak ettiğince ona ecrini verir. Çünkü orucu Allah için tutmuştur, sevabı da Allah'ın kudretine uygun olarak O’na aittir.

Kelabazi, oruç ve namaz dışında farz ibadetlerden hiçbirinde bu derece ecir ve mükafat olmadığını söylemektedir. O, namazın vaktinin gün içerisinde belli ve kısa vakitleri ihtiva ettiğini; dolayısıyla oruca göre kolay olduğunu söyler. Çünkü kişi namazı bitirince bütün hazlarına geri döner. Orucun vakti ise, fecrin doğuşundan güneşin batışına kadar devam eder. Nefisten uzaklaşma manası, oruç dışında uzun süre devam etmez. Allah'ın “Çünkü, oruçlu kimse benim (rızam) için yemesini, içmesini ve cinsî arzusunu bırakmıştır”[36] hadisi de buna delildir. Yemesini, içmesini ve cinsî arzusunu terk eden kişinin başkası için değil sadece Allah için bunu yaptığını haber vermiştir. [37] Oruca riya karışma tehlikesinin az olmasını savunan Kelabazi oruçlunun mükafatının Allah Teâlâ’nın bizzat kendisi tarafından verileceğini söyleyerek konuya marifetullah penceresinden bakmaktadır. Cesedin zekatı oruçtur. Oruçlunun asıl sevinci Rabbiyle karşılaştığı andaki sevincidir. Oruç cehennem ateşine ve dünyadaki günahlara kalkandır. Çünkü kişi sadece ve sadece Allah için yemesini içmesini terk etmiştir. Bu nedenle oruçlunun ağız kokusu Allah katında misk kokusundan daha değerlidir. Sonuç olarak bize göre Kelâbâzî’nin oruçla ilgili yaptığı yorumlar, sadece bâtın, işârî, mânevî, rûhî, hikemî ve tasavvufî gibi sıfatların ötesinde oruç ibadetine Kur’an ve sünnet penceresinden bakıp onun içini doldurmaya yöneliktir.


[1] Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Vahit Göktaş'ın makalesidir.

[2] Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Anka Yay, İstanbul 2004, ss. 544-545.

[3] Riyazet, Arapça terbiye ve ıslah etme, idman yapma, eğitme vs. gibi anlamları olan bir kelimedir. Nefsi eğitmek üzere onu aç, susuz ve sevdiği şeylerden mahrum bırakmaya riyazet denir. Nefsi ibadete alıştırmak üzere eğitmek de, riyazettir. Nefis cihadı bir ömür boyu sürer. Bu yüzden sufiler, tasavvufu “barışı olmayan savaş” olarak nitelendirmişlerdir. bkz. Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü,  s. 597.

[4]  Ebû Nasr Serrâc,  el-Lüma‘ (İslam Tasavvufu), haz. Hasan Kâmil Yılmaz, Erkam Yay, İstanbul, 1996 s. 513.

[5] Meryem, 19/26.

[6] Kelâbâzî, Ta’arruf, s. 143.

[7] Ebu Talib el-Mekkî’nin ifadesiyle oruç, Allah Teâlâ’yı nefsinde kimseye sezdirmeden zikretmektir. Bkz. Ebû Talib El-Mekkî, “Kûtü’l-Kulûb, Kalplerin Azığı”, Terc. Muharrem Tan, İz Yay., C. I, İstanbul, 2004,  s. 257.

[8] En’am, 6/14.

[9]Ebu Bekir Muhammed Kelâbâzî, Bahru’l-fevâid el-meşhûr bi-maâni’l-ahbâr thk. Muhammed Hasan İsmail- Ahmed Ferid el-Mezîdî Dâru’l-kütübu’l-ilmiyye, Beyrut 1999, s. 182.

[10] Kelâbâzî,Ta’arruf, s. 143.

[11] Çakmaklıoğlu, İbadetlerin Tasavvufî Yorumu, Muhyiddin İbn Arabî Örneği, Hitit Kitap Yay., Ankara, 2009, s. 308.

[12] İbnu Mace, Oruç, 1/555.

[13] Kelâbâzî, Bahru’l-fevâid, s. 321.

[14] Aynı eser, s. 182.

[15] Tirmizî Hakim, Kitabü’r-riyaze, nşr. A. J, Arberry, Kahire 1947, s. 61.

[16] Ali b. Osman Cüllabi Hucviri, (1982) Keşfu’l-Mahcub, haz.: Süleyman Uludağ, Dergah Yay, İstanbul, 1982, s. 468

[17]Kelâbâzî, Bahru’l-fevâid, ss. 34-35.

[18] Kelâbâzî, Bahru’l-fevâid, s. 72.

[19] Buhârî, Savm, 21; Müslim, Sıyam, 2/806; Kelâbâzî, Bahru’l-fevâid, s. 70.

[20] Buhari, Savm, 4/139, 1903.

[21] Kelâbâzî, Bahru’l-fevâid, s. 177-179.

[22] Buhari, Savm, 1923; Müslim, Siyam,1095.

[23] Kelâbâzî, Bahru’l-fevâid, s. 177-179.

[24] Mustafa Çakmaklıoğlu, İbadetlerin Tasavvufî Yorumu, Muhyiddin İbn Arabî Örneği, Hitit Kitap Yay., Ankara, 2009, s. 306-307. Orucun samediyyet ile ilişkisini yine ilk dönem suilerinden Ebû Talib Mekkî de dile getirmiştir. Bkz. Ebû Talib El-Mekkî, “Kûtü’l-Kulûb, Kalplerin Azığı”, Terc. Muharrem Tan, İz Yay., c. I, İstanbul, 2004,  s. 256.

[25] Buhari, Savm , 4/141,1904; Müslim, Siyam, 163.

[26] Kelâbâzî, Bahru’l-fevâid, s. 182.

[27] Kelâbâzî, Bahru’l-fevâid, s. 182.

[28] Kelâbâzî, Bahru’l-fevâid, s. 182.

[29] Hakim, Müstedrek 4/319; Ebu Nuaym, Hilye 8/185.

[30] Kelâbâzî, Bahru’l-fevâid, s. 182.

[31] Kelâbâzî, Bahru’l-fevâid, s. 177-179.

[32] Çakmaklıoğlu, İbadetlerin Tasavvufî Yorumu, Muhyiddin İbn Arabî Örneği, Hitit Kitap Yay., Ankara, 2009, 315.

[33] Kelâbâzî, Ta’arruf, s. 204.

[34] Buhârî, Savm, 21; Müslim, Sıyam, 2/806; Kelâbâzî, Bahru’l-fevâid, s. 70.

[35] Kelâbâzî, Ta’arruf, s. 204; Kelâbâzî, Bahru’l-fevâid, s. 70.

[36] Müslim, Siyam , 2/807, 164-1151.

[37] Kelâbâzî, Bahru’l-fevâid, s. 177-179.

Not: Bu makale, 2012'de Ümraniye Belediyesi tarafından düzenlenen Ramazan Sempozyumu'nda tebliğ olarak sunuldu.

Kaynak: Doç. Dr. Vahit Göktaş, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi.

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.