Kim İzzet ve Şeref İstiyorsa

Arkadaşlarına ve çevresine iyi görünmek ve anlaşmak için İslam'ın hudutlarından ve yasaklarından taviz verenleri bekleyen tehlike nedir? Dînin hudutlarını çiğneme pahasına diğer insanlara muvâfakat etmek ve onlarla hoş geçinmek, kişiye hiçbir şeref kazandırmaz!

Abdülkâdir Geylânî Hazretleri buyurur: “İnsanlarla hoş geçinmek ve dînin hudutlarını aşmamak şartıyla onlara muvâfakat etmek iyidir, mübârektir. Fakat bu muvâfakat ve hoş geçinme, eğer ilâhî hudutları aşarak ve Allâh’ın rızâsını çiğneyerek olursa, o zaman iyi değildir… Dînin hudutlarını çiğneme pahasına diğer insanlara muvâfakat etmek ve onlarla hoş geçinmek, kişiye hiçbir şeref kazandırmaz!..” Âyet-i kerîmelerde buyrulur: “Kim izzet ve şeref istiyorsa, bilsin ki, izzet ve şerefin hepsi Allâh’ındır.” (Fâtır, 10) “…Asıl izzet/üstünlük, ancak Allâh’ın, Peygamber’inin ve mü’minlerindir. Fakat münâfıklar bunu bilmezler.” (el-Münâfikûn, 8)

ALLAH’A (C.C)İSYAN HUSUSUNDA HİÇBİR MAHLÛKA İTAAT YOKTUR

İslâm; ferdiyetçiliği değil, içtimâîleşmeyi telkin eder. İnsanlarla ülfet edip hoş geçinmek, dînimizin tavsiye ettiği güzel ahlâktandır. Lâkin bunun da birtakım edep ve kâideleri vardır. Zira bir müslüman, insanlarla hoş geçinebilmek adına Cenâb-ı Hakk’ın hukukunu çiğneyemez. Mü’min bilir ki; Hâlık’a isyan hususunda hiçbir mahlûka itaat yoktur. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, İsrâiloğulları’nın nasıl bozulmaya başladığını şöyle haber vermiştir: “İlk zamanlar, kötülük yapan birini görünce: «Bak arkadaş! Allah’tan kork ve bu yaptığından vazgeç! Çünkü bunu yapmak sana helâl değil!» diye uyarırlardı. Ertesi gün o adamı aynı vaziyette gördüklerinde, onunla birlikte yiyip içmek ve yanında oturabilmek için bir daha îkaz etmezlerdi. İşte o zaman Allah Teâlâ onların kalplerini birbirine benzetti…” (Ebû Dâvûd, Melâhim, 17/4336) Demek ki fânîlerin iltifat, teveccüh ve takdîrini kazanmak, yahut onların kınama ve dışlamasından kurtulmak maksadıyla ilâhî ölçülerden tâviz vermek, îman şuuruyla bağdaşmaz.

"KİM İZZET VE ŞEREF İSTİYORSA..."

Âyet-i kerîmelerde buyrulur: “Kim izzet ve şeref istiyorsa, bilsin ki, izzet ve şerefin hepsi Allâh’ındır.” (Fâtır, 10) “…Asıl izzet/üstünlük, ancak Allâh’ın, Peygamber’inin ve mü’minlerindir. Fakat münâfıklar bunu bilmezler.” (el-Münâfikûn, 8) Dünyada şeref ve îtibar bulmak için, İslâm düşmanlarına yakınlık göstermek ve onları desteklemek, kişinin Allah nezdindeki îtibârını yerle bir eder. Hadîs-i şerîfte buyrulur: “Münâfığa, «efendi» demeyiniz. Eğer onu efendi kabul edecek olursanız, Azîz ve Celîl olan Rabbinizin gazabını üzerinize çekmiş olursunuz.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 83; Ahmed bin Hanbel, V, 346) Yani dünyevî bir menfaat için ehl-i küfre, münâfıklara veya fâsıklara îtibar ve iltifat etmek; Allâh’ın gazabını celbeder. Bu hâl, dünya menfaati için âhiretten vazgeçme gafletidir. Bir damla uğruna sonsuz bir deryayı feda etme hamâkatidir.

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın dediği gibi: “İnsanların en câhili; kendi âhiretini başkasının dünyası için satandır. Yani Allah rızâsı yerine kul rızâsına meyledendir.”

Dolayısıyla mü’min, ilâhî hudutların çiğnendiğini bildiği her türlü çevreden, kat’î sûrette uzak durmalıdır. Nitekim hadîs-i şerîfte; “Yalnızlık, kötü arkadaştan daha hayırlıdır…” buyrulmuştur. (Hâkim, III, 343; Beyhakî, Şuab, 256/4993) Hazret-i Mevlânâ bu hakîkati şu teşbihle îzah eder: “Allâh’a yemin ederim ki kötü yılan, kötü dosttan iyidir! Kötü yılan, insanın canını alır. Fakat kötü dost, insanı ebedî ateşe atar, yakar yandırır!..” Mâlum olduğu üzere, insanın şahsiyet ve karakterine en çok tesir eden iki büyük müessir vardır:

  1. Kazanç ve gıdâsının helâliyet derecesi. Helâlse hayra, haramsa şerre sevk eder.
  2. Beraberinde bulunup ülfet ettiği kimsenin mânevî durumu. Hayırlı insan hayra, şerli insan şerre götürür. Nitekim; “Misin yanında duran, mis; isin yanında duran, is kokar!” denilmiştir.

İmâm Gazâlî Hazretleri’nin buyurduğu gibi; fâsıklar ve gâfillerle zâhirî beraberlik, zamanla zihnî beraberliğe, zihnî beraberlik de bir müddet sonra kalbî beraberliğe dönüşür. Bu ise, insanın adım adım helâke sürüklenmesi demektir. Zira hâllerde sirâyet özelliği vardır. Nasıl ki kâinatta birtakım ışınlar var; alfa, beta, gama, mor ötesi ışınları vs… Kalpten de çıkan birtakım görünmez ışınlar var. Bunların müsbetine “feyz” ve “rûhâniyet” diyoruz, menfîsine ise “gaflet” ve “kasvet” diyoruz. Sâlih ve sâdık mü’minlerden dâimâ feyz, rûhâniyet ve pozitif enerji sirâyet eder. Bunun içindir ki Cenâb-ı Hak; “Ey îmân edenler! Allah’tan korkun ve sâdıklarla beraber olun!” (et-Tevbe, 119) buyuruyor. Bunun zıddına, din düşmanları ve fâsıklarla beraberlik ise, felâket getirir. Bu itibarla yine âyet-i kerîmede; “…Zâlimler topluluğu ile oturma!” (el-En‘âm, 68) buyruluyor. Hadîs-i şerîfte de: “Kim bir kavmi severse, Allah Teâlâ onu onların arasında haşreder.” buyruluyor. (Heysemî, X, 281) Diğer taraftan, müsbet veya menfî hâller, mekânlara bile sirâyet etmektedir. Bu sebeple günah ve mâsıyet mekânlarından ve kahr-ı ilâhînin tecellî ettiği muhitlerden de titizlikle sakınmak îcâb eder. Nitekim Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbıyla birlikte Tebük Seferi’ne giderken, vaktiyle Semûd Kavmiʼnin helâk edildiği Hicr bölgesinde konaklamışlardı. Ashâb, oradaki kuyulardan ihtiyaçları için su almış ve bu sudan hamur yoğurmuşlardı. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onlara; aldıkları suyu dökmelerini, yaptıkları hamurları da develere yedirmelerini ve ancak Sâlih -aleyhisselâm-’ın devesinin gelip su içtiği diğer kuyudan su almalarını emretti.[1] Sonra Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, ridâsıyla başını örttü ve o vâdiyi geçinceye kadar süratle yol aldı.[2] Ne kadar ibretlidir ki aradan yüzyıllar geçmesine rağmen, ilâhî kahrın tecellî mekânı olması sebebiyle, bugün bile oralardan geçenler, o sulardan abdest almazlar. Kahr-ı ilâhîyi celbeden haramların işlendiği, ilâhî hudutların çiğnendiği mekânlardan dahî bu kadar sakınmak gerekirse, günümüzde o haramları veya emsallerini işlemeye devam eden ehl-i küfür veya fâsıklarla ülfetten ne kadar sakınmak gerektiğini bir düşünelim. Bilhassa bugün, beşerî münâsebetlerde “uydum kalabalığa” hastalığından kurtulmak elzemdir. Bir müslüman olarak ölçümüzün; toplumdaki yaygın kanaat ve alışkanlıklar değil, Allâh’ın emir ve nehiyleri olduğunu, hiçbir zaman hatırımızdan çıkarmamalıyız. Cenâb-ı Hak, bizlere ashâb-ı kirâmı örnek nesil olarak takdîm ediyor. Âyet-i kerîmede; “onlara güzellikle tâbî olan”[3] ihsân ehli mü’minlerden olmamızı telkin buyuruyor. Dolayısıyla kendi hâlimizi, içinde yaşadığımız toplumla değil, ashâb-ı kirâm ile kıyaslamamız îcâb eder. Meşrû ve makbul olan örf, âdet ve geleneklerde topluma elbette uyulabilir. Fakat İslâm’a aykırı bir hususta topluma uymak, üstelik bir de gaflet şaşkınlığı içinde; “Canım ne var bunda, herkes yapıyor!” diyerek Allâh’ın râzı olmadığı hâllere rızâ göstermek, kişiyi -Allah korusun- hak yoldan sapmaya sürükler. Şu hâdise, bu hakîkati ne güzel îzah eder: Sahâbeden Abdullah bin Mesʻûd -radıyallâhu anh- bir düğün yemeğine davet edilir. O güzîde sahâbî, düğün evine geldiğinde takvâ hassâsiyetiyle bağdaşmayan bir durumla karşılaşır ve içeri girmez. Ev sahibi; “‒Ne oldu, niçin girmiyorsunuz?” deyince de, İbn-i Mesʻûd -radıyallâhu anh- şu cevâbı verir: “‒Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in şöyle buyurduğunu işittim: «Kim bir kavmin sayısını artırırsa onlardandır. Kim bir kavmin yaptığı işten râzı olursa, o işi yapanlarla ortak olur.»” (Bkz. İbn-i Hacer, el-Metâlibü’l-Âliye, VIII, 319) Günümüzde, mânevî eğitim noksanlığı sebebiyle maalesef şer’î esaslara riâyet edilmeyen ortamlar çoğaldı. Bazı müslüman ailelerin düğünlerinde dahî kadın-erkek ihtilâtına, mahremiyete, helâl-haram hudutlarına lâyıkıyla dikkat edilmediğini üzülerek müşâhede ediyoruz. Tabi böyle tâvizlerle başlayan evliliklerde de huzur olmuyor. Ne hazindir ki son istatistiklere göre toplumda boşanmaların giderek arttığı bildiriliyor. Unutmayalım ki bizler Cenâb-ı Hakk’a ne kadar kul olabilirsek, o kadar ilâhî yardımlara mazhar olabiliriz.] Cenâb-ı Hak; ümmet-i Muhammed’e huzur, saâdet ve dirlik, milleti­mize de her dâim hak ve hayırda birlik ve beraberlik ihsân eylesin. Âmîn!.. Dipnotlar: [1] Bkz. Buhârî, Enbiyâ, 17; Müslim, Zühd, 40.  [2] Bkz. Buhârî, Salât 53, Enbiyâ 17, Tefsîr, 15/2; Müslim, Zühd 38-39. [3] Bkz. et-Tevbe, 100. Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altınoluk Dergisi, 2019 – Mart, Sayı: 397, Sayfa: 032

İslam ve İhsan

İMANLARI UĞRUNA BEDEL ÖDEYENLER

İmanları Uğruna Bedel Ödeyenler

SALİH VE SADIKLARLA OLMANIN MANEVİ BEREKETLERİ

Salih ve Sadıklarla Olmanın Manevi Bereketleri

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.