İnsan Fıtratı Değişir mi?

Fıt­rat, ya­ra­tı­lış, ta­bi­at demektir. Fıtratımızı nefsin azgınlığına düşmeden nasıl koruruz? Fıtratın ihtiyaçlarını ihmal etmeden, nefis ile nasıl mücadele edeceğiz? 

Allah Teâlâ insanoğlunu özel olarak yaratmış, onu yarattığı tüm canlılara üstün kılmış, bu âlemdeki varlıkları hizmetine vermiştir. Bu üstünlük insana Allah’tan nefh olan ruhu sebebi ile ihsan edilmiştir. Eğer insan topraktan gelen bedenini aklı ve ruhu ile yönetmez ise Ahsen-i takvim makamından bel hüm adal çukuruna yuvarlanır. Zira ruhumuz bizi ulvi âlemlere çekerken, topraktan yaratılan bedenimiz ayağımıza bağ olur, bizi hayvani isteklerimizi tatmine çağırır durur. Ne var ki bedenimizin de bizim üzerimizde bazı hakları vardır, onları ödemek gerekir. Burada problem olan, nefsin ölçüsüz istekleri ile fıtri ihtiyaçlarının ölçüsünü kimin koyacağıdır. Müslümanlara göre bu çizgiyi Kuran ve Sünnet belirlerken, dinlerin zaafa uğradığı başka coğrafyalarda, bu ihtiyaçları nefs-i emmare sahibi gruplar tespit etmeye kalkışmışlardır.

İLİM VE BİLİMİN İLERLEMESİ

Son birkaç asırda ilmin ve bilimin ilerlemesi, maddi sahalardaki başarılar insanlığın dengesini iyice bozmuştur. Teknoloji sahasında önemli atılımlar yapan insanoğlu; aya ayak basmış, akıllı makineler yapmış, pek çok hastalıklara tedavi bulmuş, insan bedeninin sırları belli oranda çözülmüştür. Bu gelişmelerle başı dönen bazı okumuş kesimler, artık insanların dine ihtiyacı kalmadığını, ruhi/ahlaki meseleleri de insanın kendi aklına göre çözebileceğini iddia etmişlerdir. Geçenlerde insanımızın hak ve hukuklarını savunacağını düşündüğümüz bazılarının, Diyanet İşleri Başkan’ımızın lûtîlik ile ilgili uyarılarına “çağlar öncesinden gelen ses” şeklinde hakaret etmeye çalışması bu aldanmışlığın bir göstergesidir. Tıbben, ahlaken ve aklen çok çirkin bir sefihliğin, hukuk nosyonuna sahip(!) bu kişilerce sanki bir fazilet gibi gösterilmesi, saf aklın yetersizliğini - insanlığın vahye olan ihtiyacını- göstermesi açısından çok önemlidir. Zira sadece aklı otorite gören ve vahye inanmayan kesimler, insanın biyolojisinin gerekleri adı altında içki, zina, lûtîlik gibi en kötü ahlaksızlıkları süsleyip püsleyerek bizlere güzel gösterebilmektedir. Sufilere göre haramları normalleştirme gayretlerinin ardında onları gölge varlık dediği nefs-i emmare yatar, nefs-i emmare sahipleri bu gölgeyi asıl benlikleri zannederler, de onun peşinden helake doğru dörtnala koşarlar.

SAHTE BENLİK NEFİS

Sufilere göre esas benliğimiz ruhumuzdur, Koca Yunus bu hakikati “Bir ben vardır bende benden içerü” şeklinde ifade eder. Ne var ki ruh öte âlemlerden bu bedene misafir olarak geldiğinden sesi az çıkmaktadır. Onun sesinin güçlenmesi ancak Peygamberin (sav) ve onun varisi olan âlim ve ariflerin terbiyesi ile mümkün olur. Ruhtan haberi olmayan gafil güruhlar, haram işleme duygularının insanın doğasında/biyolojik yapısında bulunmasına bakarak bu arzuların fıtri olduğu vehmine kapılmışlardır. Aslında haram edilen zararlı şeylere karşı her insanda belli bir istek vardır, zira nefisin hamuru haramlar ile mayalanmıştır. Bu bizim kolayca anlayamayacağımız bir imtihan sırrıdır.  Zira insan nefsin aşırı isteklerine dur diyerek imtihanı kazanacak ve Cennete gidecektir.

Nefislerinin peşinden giderek bazı haramları normal ve doğal göstermeye çalışanlara o zaman biz de şunu soralım: Bugün pek çok insan az bir kızgınlık ile adam öldürebilmekte, aile içi şiddete başvurabilmekte, ihtiyacım var bahanesi ile başkalarının malını çalabilmektedir. Tüm bu yasak işleri yapma duygusu hemen herkesin içinde olduğuna göre o zaman bu suçları fıtratımızın gereği sayarak hoş mu görelim? Katilleri, hırsızları, ırz düşmanlarını cezalandırmayalım mı? Hele masum kadın ve çocukları öldürenlere “ne yapalım erkek doğasının gereği” mi diyelim? Hâlbuki nice fazilet erbabı insanlar çok daha zor şartlarda nefislerini dizginlemekte, biyolojik doğalarını kontrol altına alabilmektedirler.

Demek ki haram işleme arzusu fıtri bir ihtiyaç değil nefsin taşkınlığıdır. Nefs-i emmare sadece haramları işlemekle yetinmez, bir yandan da vahiyle terbiye edilmemiş aklı kullanarak, bu kötülükleri aklî, fıtrî ve güzel göstermeye gayret eder. Nefis uygun fırsatı bulursa firavunlaşır, on binlerce insanı kendine köle yapmaktan, öldürmekten ve istismar etmekten zerre kadar acı duymaz. Biz bu tür insanlara kalpsiz deriz, zira onlar ruhlarını tamamen öldürmüşlerdir. İnsan fıtratını tanımada üstad olan sufilerden Mevlana, nefsin bu azgınlığını şöyle ifade eder: “Bu nefis öyle bir cehennemdir ki, denizler bile onun ateşini söndüremez… Bütün bir âlemi, bir lokma edip yutar da, midesi hâlâ; „Daha yok mu?“ diye bas bas bağırır.“ (c.1,1375-80)

FITRATIMIZI NEFSİN AZGINLIĞINA DÜŞMEDEN NASIL KORURUZ? 

Peki, o zaman fıtratımızı nefsin azgınlığına düşmeden nasıl koruruz?  Bu sorunun cevabını İslam münevverleri arasında özellikle Peygamber varisi olan sufiler, Kuran ve Sünnet çerçevesinde insanın lüzumlu ve lüzumsuz ihtiyaçlarını, iyi ve kötü duygularını belirleyerek bunlardan kötü olanları zikir, fikir, ibadet, halvet ve sohbet yolu ile tezkiye etmeye gayret ederek cevaplarlar. Fıtratın ihtiyaçlarını ihmal etmeden, nefis ile nasıl mücadele edileceğini bizlere öğretirler. Onlar dinin emirlerinin insan tabiatı açısından bir ceza değil rahmet olduğunu anlamış ve bize bu hakikati öğretmişlerdir. Mesela İmam Rabbani bu hususta şöyle der:

“Şeriat-ı Muhammedî’nin getirdiği ibadetlerin edasının amacı kulların menfaatini ve maslahatını korumaktır. Yoksa ibadetlerin, şânı yüce olan Cenab-ı Hakk’a bir yararı yoktur. O halde kul bu ibadetleri sonsuz bir şükran duygusu ve minnettarlık içinde yerine getirmelidir. Allah Teâlâ mutlak surette hiçbir şeye muhtaç olmadığı halde emirler ve yasaklar koymakla kullarına ikramda bulunmuştur. Öyleyse bu büyük nimete layıkıyla şükretmemiz ve şeriatın hükümlerini minnettarlık içinde yerine getirmemiz gerekmektedir.” (73. Mektup)  

İslam dini bazılarının zannettiği gibi sırf kullara eziyet olsun diye güzel ve faydalı şeyleri yasaklamış değildir.  Aksine yasaklanan şeyler, dışı balla kaplanmış zehir gibi zararlı şeylerdir. İnsana getirilen yasaklar makasid-i şeriayı (dinin hedeflerini) sağlamak içindir ki, bunlar insanın canını, malını, aklını, nesebini ve namusunu korumaktır. Bir örnek vermek gerekir ise, bir Müslüman hiçbir şey bulamadığı zaruret anında dinimizin yasakladığı içki ve domuz etini bile ölmeyecek kadar tüketmek durumundadır, zira can korunmaz ise din korunamaz. Bazı mürekkep yalamış kişilerin, insanlığa zulmeden muharref dinlere bakarak, İslam’ı onlarla eşit göstermeleri ya cahillikten ya da kötü niyettendir.

Bu yanlış anlaşılmanın arkasında İslam dışındaki dinlerin insan fıtratı konusundaki aşırlıkları sebep olmuştur. Zira Hıristiyanlığın, Budizmin vb. dinlerin rahipleri, insanın fıtratını yanlış tanımlamış, maneviyat adına insanın en tabii ihtiyaçları olan evlenip aile kurmayı, çalışıp kazanmayı ve mülk sahibi olmayı gayrimeşru göstermişlerdir. Fıtri ihtiyaçlarını helal yoldan karşılayamayan muharref dinlerin salikleri, bir süre sonra tatmin edilmeyen ihtiyaçların seli önünde boğulup gitmiş, her tür haramı, özellikle de cinsel sapıklıkları korkusuzca işler olmuştur. Hatta bu dinlerin rahipleri sapık ilişkilerin devamını sağlamak için müstakil kiliseler bile kurmuşlardır. Ferdi günahlar kurumsal hale gelmiştir.

İnsan fıtratına aykırı bu tür sınırlamaların hiç birinin İslam’da yeri yoktur. Bizim dinimiz evliliği teşvik etmiş, zekâtını vermek şartı ile helalinden kazanmayı yasaklamamış, bunun gibi her tür fıtri ihtiyacımızı gidermemizi de bir çeşit ibadet olarak kabul etmiştir. Bu sebeple de haramlar ferden işlense bile hiçbir zaman diğer kültürlerde olduğu gibi kurumsal çatı altında işlenmemiştir: zira insanı bu haramları işlemeye itecek bir bahane yoktur. Fıtrata aykırı olan dini uygulamaların ve engellemelerin insanı doğru yoldan sapıttıracağını,  İmam Rabbani uzak doğu mistiklerinin aşırı riyazetleri ile bilinen yogacıların örneğinde şöyle açıklar:

“Peygamberlerin gönderilmesinde ve şer’i sorumlulukların arkasında yatan hikmet bu nefs-i emmâreyi aciz bırakmak ve terbiye etmektir. İslam’a uyuldukça, nefsin istekleri kırılır. Bunun içindir ki, şeriatın bir emrini yapmak, nefsin isteklerini yok etmede, salikin kendi aklına  göre yaptığı binlerce senelik riyazet ve mücâhededen daha kuvvetli etki eder. Eğer bu riyazet ve ibadetler şeriata uygun değilse nefsani arzuları daha da azdırır. Hindistan’daki Brehmen papazları ve cûkiyye ismindeki sihirbazlar, riyazet ve mücâhedede çok ileri gitmişlerdir. Buna rağmen eğitimleri şeriata uygun olmadığından bunun faydasını asla görmezler: sonunda bunların ellerine nefislerinin daha da azgınlaşmasından başka bir şey geçmez...”

İNSAN FITRATINA AYKIRI OLAN İŞLERİ YASAKLAMIŞTIR

Nitekim Peygamber Efendimiz (sav) ashabı arasında insan fıtratına aykırı olan işleri yasaklamıştır, daha dindar olmak için tüm geceyi namazla geçireceğini, daima oruç tutacağını, kadınlardan uzak durup evlenemeyeceğini, söyleyen üç sahabesini şu şekilde uyarmıştır: “Allah’a yemin ederim ki, ben sizin Allah’tan en çok korkanınız ve en çok sakınanınızım. Bununla beraber ben bazen oruç tutarım, bazen oruç tutmam. (Gecenin bir kısmında) nafile namaz kılar, (bir kısmındaysa) uyurum. Ben, kadınlarla da evlenirim. Kim benim sünnetimden yüz çevirirse, o benden değildir. (Buhari, Nikah, 1)

Başka bir benzer hadisede ise Peygamberimizin sütkardeşi olan Osman b. Maz’ûn , dünyadan el etek çekmeye karar vermişti. Kendisini oruç ve namaza öylesine vermişti ki, eşi Havle’yi bile gözü görmez olmuştu. Havle’nin dağınık ve mutsuz görünümü Peygamber Efendimizin (sav) dikkatini celbetmiş, işin aslını Hz. Âişe’den öğrenince de Osman’ı (r.a) yanına çağırarak,“Yoksa benim sünnetimden yüz mü çevirdin?”diye çıkışmış, sonra, onu dengeli bir hayata çağıran şu tavsiyelerde bulunmuştur: “Ben hem uyurum, hem namaz kılarım. Bazen oruç tutarım, bazen de tutmam. Kadınlarla da evlenirim. Allah’tan kork ey Osman! Bilesin ki, ailenin senin üzerinde hakkı var, misafirinin senin üzerinde hakkı var, vücudunun senin üzerinde hakkı var. Bazen oruç tut, bazen tutma, biraz namaz kıl biraz da uyu!” (İbn Hanbel, VI, 267)

Her konuda mükemmel ölçülere sahip bir Peygambere ve dine sahip olduğumuz için Rabbimize hamd olsun. Allah Teâlâ dengeli bir maneviyat hayatı yaşamayı cümlemize nasip etsin, hepimizi tembellikten ve aşırlıktan korusun. Âmin.

Kaynak: Süleyman Derin, Altınoluk Dergisi, Haziran 2020, Sayı:412

 

İslam ve İhsan

FITRATIMIZ NEREDEN GELİYOR?

Fıtratımız Nereden Geliyor?

FITRATIN NEYE MEYYALSE ONA MEFTUNSUN

Fıtratın Neye Meyyalse Ona Meftunsun

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.