Hayır Da Şer De Allah'tandır

Cenâb-ı Hak, kullarını hayır ve şer, sürur ve keder, saâdet ve musibet tecellîleriyle sürekli imtihan etmektedir. Kul bunların bilincinde olarak hayrın ve şerrin Allah'tan (c.c) geldiğini bilmelidir.

Abdülkâdir Geylânî Hazretleri buyurur:

“Menfaat düşünceleriyle dâimâ insanlara yönelmek, Cenâb-ı Hak’tan tamamen yüz çevirmek demektir. Kalbinden Allâh’a ortak yaptıklarını çıkarıp atmadıkça, sebeplere dayanıp güvenmekten sıyrılmadıkça, faydanın da zararın da insanlardan geldiği görüşünü terk etmedikçe, senin için kurtuluş yoktur…”

Cenâb-ı Hak, kullarını hayır ve şer, sürur ve keder, saâdet ve musibet tecellîleriyle sürekli imtihan etmektedir. Lâkin sebepler âleminde yaşadığımız için, bütün bunları mahlûkâtı vâsıtasıyla gerçekleştirmektedir.

Mü’min; acı-tatlı, iyi-kötü, karşılaştığı bütün ahvâlde, bunların ilâhî bir imtihan olduğunu bilip, bu imtihanlardan kazançlı çıkmaya gayret etmelidir. Bunun içindir ki evvelâ, her oluşun sebepleri ardındaki asıl sebep olan murâd-ı ilâhîye dikkat etmelidir. Nitekim ârif zâtlar;

Ne kahrı dest-i âdâdan, ne lûtfu âşinâdan bil,

Umûrun Hakk’a tefvîz et, Cenâb-ı Kibriyâ’dan bil.

Yani “Ne kahrı düşman elinden, ne de lûtfu dostundan bil. İşlerini Allâh’a ısmarla, kahrın da lûtfun da O’nun birer imtihanı olduğunu iyi bil.” demişlerdir.

Mü’min düşünecek ki, bütün insanlar bir araya gelip mânî olmaya kalksalar, Allâh’ın takdîr ettiği bir hayrı, kendisinden uzaklaştıramazlar. Yine bütün insanlar birlik olsalar, Allâh’ın takdîr ettiği bir şerri de kendisinden savamazlar. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur:

“Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa, onu yine O’ndan başka giderecek yoktur. Eğer sana bir hayır dilerse, O’nun keremini geri çevirecek de yoktur. O, hayrını kullarından dilediğine eriştirir. Ve O çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Yûnus, 107)

Dolayısıyla, nîmetin de külfetin de Cenâb-ı Hakk’ın kudret elinde olduğunu bilen bir mü’min, onların sebep ve vâsıtaları hükmünde olan fânî varlıklara takılıp kalmaz. Nîmetin kendisine ulaşmasına vesîle olana teşekkür eder, lâkin nîmetin asıl sahibinin Allah olduğunu bilip O’na hamd ve şükreder. Rızka takılıp Rezzâk’ı unutmaz.

Şahsına karşı bir hatâ veya kusur işlendiğinde, onları da Allah için hoş görür. Allâhʼın kullarını affede affede, ilâhî affa lâyık hâle gelmeye çalışır. Hangi musîbetle imtihan edilirse edilsin, isyana düşmek yerine, her hâlükârda sabır ve rızâ göstererek;

“–Bu bana Rabbimden gelen bir imtihandır, ben O’nun takdîrine râzıyım, yeter ki O da benden râzı olsun.” der.

Böylece sebeplere takılmanın mânevî kayıplarından kurtulduğu gibi, her hâlükârda Cenâb-ı Hakk’a yönelmenin de ecrine nâil olur. Yani hayırdan da kazanır, şerden de… Tıpkı şu hadîs-i şerîfte buyrulduğu gibi:

“Mü’minin durumu gerçekten gıpta edilmeye ve hayranlığa değer. Çünkü her hâli kendisi için bir hayır vesîlesidir. Böylesi bir haslet, sadece mü’minde vardır: Mü’min, sevinecek olsa şükreder; bu onun için hayır olur. Başına bir belâ gelecek olsa sabreder; bu da onun için hayır olur.” (Müslim, Zühd, 64)

Demek ki herhangi bir nîmet veya muvaffakıyete eriştiğimizde şımarmayacağız. Kulluğumuzu, hiçliğimizi ve âcizliğimizi unutmayacağız. Gurur, kibir ve enâniyete kapılmayacağız. Haddimizi aşmayacağız, ilâhî hudutların dışına taşmayacağız.

Buna mukâbil, bir belâ ve musibetle imtihan edildiğimiz zaman da ümitsizlik ve karamsarlığa kapılmak yerine, bunun bir tezkiye ve terfî-i derecât, yani günahlara kefâret ve Hak katındaki derecenin yükselmesine vesîle olduğunu düşüneceğiz.

Nitekim hayat rehberimiz olan Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; muvaffakıyette de mahrûmiyette de, sevinçte de ıztırapta da, saâdette de felâkette de dâimâ;

“Allâh’ım! Esas hayat, âhiret hayatıdır.” (Buhârî, Rikāk, 1)  niyâzında bulunurdu. Böylece ümmetini, zor zamanlarda bedbinlik ve isyana düşmekten, rahatlık zamanlarında da gaflet ve rehâvete kapılmaktan îkaz buyururdu. Dünyevî safâların da cefâların da geçici olduğunu hatırlatıp bunlara aldanmamak gerektiğini telkin ederdi. 

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altınoluk Dergisi, 2019 – Eylül, Sayı: 403, Sayfa: 032

İslam ve İhsan

HAYIR VE ŞER ALLAH’TANDIR NE DEMEK?

Hayır ve Şer Allah’tandır Ne Demek?

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.