'habibim' İltifatına Nail Olan Tek İnsan

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; yaratılanların en yücesi, en mümtâzıdır. O, ilâhî kudretin insanda tecellî eden bir sanat hârikasıdır. Cenâb-ı Hakk’ın «Habîbim» iltifatına nâil olan yegâne insandır.[1] Kur’ân-ı Kerîm, O’nun yüceliğinin îzâhı ve medhiyle doludur. Bâzı âyet-i kerîmeler, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i doğrudan medhederken bâzıları da işâreten medhetmektedir.

Cenâb-ı Hak, Habîb-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e öyle muazzam bir mevki lûtfetmiştir ki, insanlığın O’nun yüceliğini tam olarak idrâk etmesi mümkün değildir. Bu Azîz Peygamber’in fazl u kemâline yaklaşmak, O’nu kelimelerin mahdut imkânlarıyla kâmil mânâda anlatabilmek imkânsızdır. O’nun, bizim lisânımızdaki ifâdesi de ancak okyanustan terzi yüksüğü istiâbınca alınmış bir damla kabîlindendir…

Fahr-i Kâinât Efendimiz’in, Hak katındaki ulvî makâmına delâlet eden âyet-i kerîmelerin bir kısmı şöyledir:

(Rasûlüm!) Biz Sen’i ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (el-Enbiyâ, 107)

“Rasûl’e itaat eden Allâh’a itaat etmiş olur...” (en-Nisâ, 80)

(Rasûlüm!) De ki: Eğer Allâh’ı seviyorsanız bana tâbî olun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah Ğafûr ve Rahîm’dir (son derece bağışlayıcı ve merhamet edicidir). De ki: Allâh’a ve Rasûlü’ne itaat edin! Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez.” (Âl-i İmrân, 31-32)

(Rasûlüm) Muhakkak ki Sana bey’at edenler ancak Allâh’a bey’at etmektedirler…” (el-Fetih, 10)

PEYGAMBERİMİZE EDEP

İmâm Mâlik bin Enes g, Halîfe Ebû Câfer bin Mansûr’a şöyle demiştir:

“–Ey mü’minlerin emiri, bu Mescid-i Nebevî’de sesini yükseltme! Zira Allah Teâlâ bu hususta bir topluluğa edep öğreterek şöyle buyurmuştur:

«Ey îmân edenler! Seslerinizi Nebî’nin sesinin üstüne yükseltmeyin! Peygamber’in huzûrunda, birbirinize karşı yüksek sesle konuştuğunuz gibi konuşmayın; yoksa siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir.» (el-Hucurât, 2)

Başka bir topluluğu da şu ifâdelerle medhetmiştir:

«Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanında seslerini kısanlar var ya, işte onlar, Allâh’ın kalplerini takvâ ile imtihan ettiği kimselerdir. Onlara mağfiret ve büyük bir mükâfat vardır.» (el-Hucurât, 3)

Diğer bir topluluğu ise şu sözlerle zemmetmiştir:

«Odaların arkasından Sana nidâ eden o kimseler var ya, onların çoğunun aklı ermez.» (el-Hucurât, 4)

Vefâtından sonra Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e hürmet göstermek, aynen hayattayken hürmet göstermek gibidir.”

Ebû Câfer, bu sözler karşısında boynunu büktü ve:

“–Yâ İmâm! Kıbleye dönüp de mi duâ edeyim yoksa Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e yönelip de mi duâ edeyim?” diye sordu.

İmâm Mâlik Hazretleri şu karşılığı verdi:

“–Yüzünü neden O’ndan çevireceksin ki?! Zira O, hem senin, hem de atan Âdem -aleyhisselâm-’ın Allâh’a vesîlesidir. Bilâkis O’na yönel ve O’ndan şefâat iste! Allah O’nu sana şefâatçi kılar. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

«…Eğer onlar, kendilerine zulmettikleri zaman Sana gelip de Allah’tan mağfiret dileseler ve Rasûl de onlar için mağfiret talebinde bulunsaydı, Allâh’ı çok affedici ve merhametli bulurlardı.» (en-Nisâ, 64)”[2]

EFENDİMİZ'E OLAN İHTİMAM VE MUHABBET

Cenâb-ı Hak, Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e olan ihtimam ve muhabbetini gösteren diğer bir âyet-i kerîmede de şöyle buyurmuştur:

(Ey mü’minler!) Peygamber’i, kendi aranızda birbirinizi çağırır gibi çağırmayın!..” (en-Nûr, 63)

İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhumâ- bu âyetle alâkalı olarak şöyle buyurur:

“İnsanlar, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e, «Yâ Muhammed, Ey Ebû’l-Kâsım» diye hitâb ediyorlardı. Allah Teâlâ, Nebîsi’nin şerefini yüceltmek için onları böyle hitâb etmekten nehyetti. Bundan sonra insanlar, «Yâ Nebiyyallah, yâ Rasûlâllah!» diye hitâb ettiler.” (Ebû Nuaym, Delâil, I, 46)

Zâten Cenâb-ı Hak da Habîbi’ne, -diğer peygamberlerden farklı olarak- ismiyle hitâb etmemiş, Kur’ân-ı Kerîm’de “Ey Rasûl, ey Nebî!” gibi O’nun şan ve şerefini beyân eden hitaplarda bulunmuştur. Böylece kullarına bu istikâmette güzel bir edep dersi tâlim etmiştir.

Cenâb-ı Hakk’ın Peygamber Efendimiz’e olan ihsan ve ikramları bunlarla sınırlı olmayıp ebediyen devam edecektir. Zira bir âyet-i kerîmede şöyle buyrulmaktadır:

“Rabbin Sana mutlakâ verecek, Sen de râzı olacaksın!” (ed-Duhâ, 5)

Bir gün ashâb-ı kirâm kendi aralarında konuşuyorlardı. Allâh’ın, yarattığı insanlardan biri olan Hazret-i İbrahim’i halîl, yani dost edinmesine, Hazret-i Mûsâ ile konuşmasına, Hazret-i Îsâ’nın O’nun kelimesi ve rûhu olmasına ve Hazret-i Âdem’i seçmesine taaccüb etmişlerdi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz yanlarına gelip konuşmalarını işitti. Bunun üzerine:

“–Evet, bahsettiğiniz gibidir.” buyurduktan sonra kendi ulvî vasıflarını şöyle zikretti:

“Ben Rasûllerin efendisiyim, lâkin övünmek yok! Ben peygamberlerin sonuncusuyum, ancak övünmek yok! İlk şefâat edecek ve şefâati ilk olarak kabûl edilecek olan da benim, ancak (bunları aslâ) övünmek için söylemiyorum. (Dârimî, Mukaddime, 8)

“Kıyâmet günü, yer yarılıp açıldığında ilk defa (diriltilecek olan) benim, ancak övünmek için söylemiyorum. Hamd sancağı bana verilecek, ancak bununla da övünmüyorum! Ben kıyâmet gününde insanların efendisiyim, ancak övünmek yok! Kıyâmet günü cennete ilk girecek benim, ancak bunu da övünç vesîlesi yapmıyorum. (Dârimî, Mukaddime, 8. Ayrıca bkz. Tirmizî, Menâkıb, 1/3616)

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yüceliğini hakkıyla idrâk edebilmek mümkün değildir. Cenâb-ı Hak O’nu sevmiş ve bütün üstünlükleri O’na lûtfeylemiştir.

İbnü’l-Emin Mahmud Kemâl, bir naatinde şu güzel beyti terennüm eder:

Dünyâda yere düşmedi sâyen fakat ey Nûr!

Ukbâda ruûs-i beşere sâye-resânsın.

“Ey baştan ayağa nûr olan Efendim! Cenâb-ı Hak, Sana husûsî bir ikramda bulunarak dünyada gölgeni yere düşürmedi. Ancak âhiretin o şiddetli gününde Sen’in gölgen bütün insanların başı üzerine düşecek, şefâatin herkese yetişecektir.”

[1] Bkz. Tirmizî, Menâkıb, 1/3616; Dârimî, Mukaddime, 8; Ahmed, VI, 241; Heysemî, IX, 29; Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, XI, 406/31893.

[2] Kādî Iyâz, Şifâ, II, 41.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altın Silsile, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.