Ebû Bekir Vâsitî Hazretleri’nin Sohbeti

Ebû Bekir Vâsitî (k.s.) nasıl sohbet ederdi? Ebû Bekir Vâsitî Hazretleri’nin sohbetini yazımızda okuyabilirsiniz.

Ebû Bekir Vâsitî -rahmetullâhi aleyh- şöyle sohbet ederdi:

ALLÂH’IN, HAKKINIZDAKİ İRÂDESİNİ MUHAFAZA EDİN

Kul, Allah ve Rahman müstesnâ, esmâ-i ilâhiyyeden her biriyle ahlaklanabilir.  Bu iki isim sâdece O’na âittir, bu yüzden onlarla hemhâl olunamaz. “Samediyyet” sıfatı da böyledir. O’nu da idrâk ve ihata etmek mümkün değildir. Nitekim Allah Teâlâ buyurur: “Onların ilmi bunu kapsayamaz.” (Tâhâ, 109)

Kendine baktığında ayrılırsın, Rabbına nazar edince bütünleşmiş olursun. Eğer sen bir başkası ile kâim isen ölü sayılırsın. O seni Kendisiyle inşâ etti. Seni kendisi için seçti. Bu anlayışa değer verene, nefsinin arzu ile yaptıkları şeyler sebebiyle güzelce ihtarda bulunulur. Bu uyarıya inâyet ve gayretle karşılık verene Allah, kendisinden bir hidâyet tekeffül eder.

O’nun yaratıklarla ilişkisi isim, vasıf ve sıfatları açısındandır. Yaratıklar, O’nun isimleriyle vasıflarından, vasıflarıyla sıfatlarından, sıfatlarıyla da zâtından perdelidir. Kul O’nun idaresini, yaratmasını, fazl ve ihsanını andığında O’nun vasıflarını hatırlamış ve O’nu sıfatlarıyla anmış olur. O’nun ilmini, kudretini, kelâmını ve dilemesini zikrettiğinde ise O’nun sıfatlarını zikretmiş, O’nu sıfatlarıyla vasıflandırmış olur.

Kul Allâh’ı tanırsa O’nu sever, O’nu sevince zikreder. Zikredince zikrin tadını alır. Zikrin tadını aldıktan sonra kulun başka şeylerle uğraşması mümkün değildir. “Bunlar îmân edenler ve kalpleri Allâh’ın zikriyle itmi’nâna erenlerdir.” (Rad, 28) âyeti mü’minin kalbinin ancak Allâh’ın zikriyle; ârifin kalbinin sadece Allah ile itminana ereceğini gösterir.

 Hz. Peygamber sallâllâhu aleyhi ve sellem mahlûkatın en güzel ve en yumuşak ahlâklısı idi, çünkü O’nun rûhu ilk önce yaratıldı ve temkin ve istikrâra arkadaş oldu. Hz. Peygamber’in: “Hz. Âdem rûh ile cesed arasında iken ben peygamberdim.” (Aclûnî, Keşfü’l-hafâ, II. 132) buyurduğunu görmüyor musun?

Yüce ahlâk, kimseyle mücadele ve münakaşa etmeyen ve kendisiyle münakaşa edilmeyen, geçim ehli kimselerin ahlâkına denir. “Sen yüce bir ahlâk üzeresin” (Kalem, 4) âyeti, “Senin vicdanında sırrını müşâhededen meydana gelen bir halâvet vardır; Sen, benim sana ihsan ettiğim ve Senden önceki nebîlere ve rasûllere ihsanımın en güzelini bu sâyede alabiliyorsun” mânâsınadır.

Hiç kimse, Peygamber Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem’in makamına ulaşamamıştır. Onun makamını geçtim veya geçerim diyen doğru yoldan ayrılmış olur. Zîra velîlerin en son dereceleri, Peygamberlerin ilk dereceleridir.

Bu ümmet içinde sûfiyye lisânıyla ve işâretle ilk konuşan Ebû Bekir radıyallâhu anh’tır. Onun işaretle konuşmasından idrâk sâhipleri, akıllı (olduklarını sanan)ları vesveseye düşürecek incelikler çıkarmışlardır.

Korku (havf) ve ümit (recâ), kul itaat hâlini bırakıp benlik sevdasına düşmesin diye, nefsi bağlayan iki yulardır. Korkunun bir takım zulmetleri vardır ki buna sahip olan onun altından çıkmayı arzu etmez. Ümit bütün ziyasıyla gelince kul, rahat ve genişlik bölgesine çıkar. Bu sefer de ona temenni hâli galebe çalar.

Nasıl ki kâinatın düzeni, gece ve gündüzün varlığında ise ve gündüzün güzelliği ancak gecenin karanlığı ile anlaşılabilirse korku ve ümit de öyledir. Kalp bazen korku karanlığının içine düşer, esir olur; bazen de ümit kapısını çalıp emir olur.

Cömertlik, Allâh’ın velî kullarının Allah için gönüllerinden hibe ettikleri şeylerdir. Huylarının güzelliği ise, ahlâklarının Allâh’ın idare ve tedbirlerine muvafık olmasındandır. Hayret, hayreti terkten doğan sükûndan daha değerlidir. Şevk, şevki gerektirir. Şevk ise samimi bir dostluğu gerektirir. Eğer bir kimsede şevk yoksa o sevginin ne olduğunu bilmez.

Ruh iki türlüdür; biri yaratıklara can veren ruh, diğeri kalpleri aydınlatan ruh. Allah Teâlâ’nın “İşte böylece sana da emrimizle rûhu vahyettik.” (Şûrâ, 52) buyurduğu âyetteki ruh, ikinci türden; yani gönülleri aydınlatan ruhtur. “İşte o zarar ve aldanma günüdür.” (Tegabün, 9) âyetindeki Hak ehlinin “tegabün” ve aldanması fenâ, rü’yet ve tecellîleri ölçüsünde olacaktır.

Her konuda teenni ile hareket etmek güzeldir. Ancak şu üç durum müstesnâ: Namaz vaktinde, ölü defninde ve günah işlediğinde tövbede. Önceki ümmetler bir günah işledikleri zaman bir helâl kendilerine haram kılınırdı. İçlerinden biri bir günah işlediğinde kapısının üzerinde veya alnında şöyle bir yazı olduğunu görürdü: “Falancanın oğlu falanca, şöyle bir günah işlemiş bulunuyor ki bu günahın tövbesi şudur.” Allah Teâlâ, “Kim bir kötülük eder yâhut nefsine zulmeder de sonra Allah’tan bunun bağışlanmasını dilerse, Allâh’ı çok bağışlayıcı ve esirgeyici bulacaktır.” (Nisâ,110) buyurarak bu konuda ümmet-i Muhammed’in işinin kolaylaştırmıştır.

 Önemli bir dini görev için bir yerde bulunuyordum. Başımın üzerinde bir kuş uçmaya başladı. Bir anlık gaflet eseri olarak kuşu yakaladım. O elimde iken, başka bir kuş, başımda uçmaya başladı. Elimdeki kuşun eşi veya annesi zannederek kuşu elimden bıraktığım anda, kuş öldü. Buna çok üzüldüm. O günden sonra bende bir sıkıntı başladı. Bu sıkıntı bir sene geçmedi. Bir gece Peygamber Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem’i rüyamda gördüm. “Ya Rasûlallah! Bir senedir, o kadar çok sıkıntının tesirinde kaldım ki, çok zayıfladım ve ayakta namaz kılamaz hâle geldim” deyince, buyurdular ki: “Bunun sebebi; bir serçenin, huzurda senden şikâyetçi olmuş bulunmasıdır.” Bunun üzerine af diledim ise de kabul olunmadı.

Bundan bir zaman sonra, evimizdeki kedi yavrulamıştı. Ben bu sıkıntı içinde düşünürken, bir yılanı, kedi yavrularından birisini yakalamaya çalışır hâlde gördüm. Hemen asamı yılanın kafasına attım, yılan kaçtı. Kedinin annesi gelip yavrusunu aldı ve götürdü. Ben, o andan itibaren iyi oldum, namazlarımı ayakta kılmaya başladım. O gece rüyamda yine Peygamber Efendimiz’i gördüm. “Ya Rasûlallah! Bugün sıhhat buldum” deyince, buyurdular ki: “Bunun sebebi; huzurda, bir kedinin senin için teşekkür etmesidir.”

Büyükler mahrum kalmaktan korkarlar, küçükler cezadan. Büyüklerin korkusu daha keskindir. Çünkü nefse âit bazı şeylerin nefiste varlığını sürdürmesi sahibini ihsan makamına ermekten alıkoyar. Böyle biri, her ne kadar teslimiyet ve tevekkül sahibi olsa da...

Tevekkülün aslı ihtiyaçtır, alçak gönüllülüktür ve yokluktur. Tevekkülün ideallerden koparılmaması, kişinin ömrü boyunca bir an bile gönlüyle tevekkülüne iltifat etmemesi gerekir.

İyi ahlâk; mârifetin kuvveti sebebiyle, kimseye düşman olmaman ve hiç bir kimsenin de sana düşman olmamasıdır. En kötü huy; takdir edilene, karşı durmaktır, ezelde takdir edileni, arzu ve duâ ile değiştirmeyi istemektir. Utanan kişinin alnından dökülen terler, ondaki faziletin eseridir.

Amellerin en üstünü sırrı gözetim altında tutmak, zahiri muhasebe, bâtını da murakabe ile imar etmektir. En büyük ibâdet, vaktini boş yere harcamamaktır. Yaptığı ibâdete güvenmek, Allah Teâlâ’nın ihsanını unutmaktandır. O’nun rızâsına kavuşmak için amel eden, sevap kazanır; verdiği nimetleri, yaptığınız ibâdetlerin karşılığı olarak bilenlerden olmayın.

Rızâ senin cehdin ve gayretinle olsun. Kendini rızânın seni yönlendirmesine bırakma! Kendini rızâya bırakıverirsen, rızânın tadıyla ve rızâ gerçeğini görerek perdelenirsin.

Varlığıyla bütün iyiliklerin tam olmasına, yokluğuyla ise tüm iyiliklerin
kötülüğe dönüşmesine sebep olan haslet, nefsin nasiplerinden seni alıkoyan
ve nasibin olacak şeylerin kapısını sana açan istikamettir.

Feraset kalplerde parıldayan bir ışıktan ve sırlarda yerleşmiş bir mârifetten ibaret olup bu mârifet o sırları, gaybdan gayba taşır; bu suretle sahihi eşyayı, Allah Teâlâ’nın gösterdiği gibi görür ve bunun neticesi olarak halkın iç yüzünü keşfeder.

Sûfiler zümresinin, önceleri işaretleri vardı, sonraları hareketleri oldu. Şimdilerde ise elleri sadece böğürlerinde kaldı.

Yüce ahlak, mârifetin kuvveti sebebiyle hiç kimseye hasım olmaman ve hiç kimsenin de sana hasım olmamasıdır. Taatlerin en faziletlisi vakitleri muhafaza etmektir. Muamele yoluna dair söz söylemek güzel bir şeydir. Lakin söz, hakîkatler bahsinde şirk çölünden esen bir rüzgâr, beşeriyet âleminden zahir olan bir inkâr ve tanınma halidir.

Bütün semaların, lâ ilâhe illallah ve sübhânallah diyen dilleri vardır. Ancak (bunu duyabilen) kalp lazımdır. Kalp, Hz. Âdem aleyhisselâm ile zürriyetinden başkasında bulunmayan bir manadır. Kalp odur ki arzu, nimet, zaruret ve ihtiyar yolunu sana kapatıp senin rehberin olur. Zata davet eden, kâl dili değil kalp dili olmalıdır. Er, “dilsiz konuşan” olmalıdır, “konuşan dilsiz” değil, (meramını söz dili ile değil hal dili ile ifade etmelidir). Er, gömleği içinde bulunan mâbudu (ve eneyi) kahretmeli, kendini ezmek için çabalamalıdır, yoksa şeytana lânet yağdırmakla erlik olmaz.

Ezelde takdir olunanı tercih etmek, zamana karşı durmaktan ve hal ile çekişmekten daha iyidir. Kısmetler dağıtılmış, sıfatlar peyda olmuştur. Kısmetler dağıtılınca çalışıp çabalama ile nasıl elde edilebilir? Yüce Yaratıcının lütfu senin çalışmana karşılık değildir ve o yüzden kazanılmış bir şey değildir. Çünkü çalışarak elde edilen her şeyin bir karşılığı vardır. Hâlbuki lütfun olduğu yerde karşılık söz konusu değildir.

Muhabbet müstesna bütün sıfatlarda rahmet vardır. Muhabbette hiç rahmet ve merhamet yoktur, muhabbet sahasında can alırlar, hem de canı alınandan diyet isterler.

Ubûdiyyet, sana ait olan hareket ve sükûn, fiil ve terk haline itimat etme halinin ortadan kalkmasıdır. Bu iki sıfattan kurtulunca kişi hakîki ubûdiyyete ulaşır. En şerefli nispet, ubudiyetle aradığın nispettir.

Tövbe, günah işlemeden evvel makbûl olan şeyin kabul edilmesinden ibarettir. Nasûh tövbesi odur ki sahibi üzerinde gizli açık günahtan eser kalmaz. Tövbe-i nasûha sahip olan bir kimse, gündüzü ve gecesi nasıl olursa olsun hiç korkmaz. Takva, kendini takvadan korumandır.

Yüzünü nefsine döndüren, sırtını dine döndürmüş olur. Yüzünü dine döndüren sırtını nefsine döndürmüş olur. Nefsinin istediği işlere değil, nefse aykırı olan işlere gönül ver. Seni kabul hazinesine göndermeleri için ayağını sağlam bas, şeklen taatin olmasa ile bu takdirde bu dereceye ulaşırsın. Zîra: “Allah böylelerinin günahlarını sevaba dönüştürür.” (Furkan, 70)

Kenef kadar kıymeti olmayan dünyayı terk etmeye ne zaman ulaşacaksınız? Allah katında sivrisinek kanadı kadar kıymet ifade etmeyen dünyadan yüz çevirmeyi ne zaman yapacaksınız?

“Bize tavsiyede bulun” diyenlere şu nasihati yaptı: “Hak Teâlâ’nın irâdesini nefsinizde muhafaza ediniz.” Son anlarında, “bize vasiyette bulun” dediler, “Vaktin edebine ve nefeslerine dikkat ediniz” dedi.

Kaynak: Mehmet Lütfi Arslan, Marifet Meclisleri, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

EBU BEKR EL VASITİ (K.S) KİMDİR?

Ebu Bekr El Vasıti (k.s) Kimdir?

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.