Allah’a Muhabbet (muhabbetullah) İle İlgili Örnekler

Allah’a karşı muhabbet nasıl olur? Peygamber Efendimizin Allah sevgisi ve muhabbeti nasıldı? Allah’a muhabbet (Muhabbetullâh) ile ilgili örnekler.

İnsan, muhabbet duyduğu varlığın buna liyâkati nisbetinde bir netice elde eder. Bu sebeple insan kalbi, fıtrî olan sevme temâyülünü ancak Cenâb-ı Hakk’a yönelttiği takdirde muhabbette kemâle ulaşabilir. Zîrâ, hakîkî muhabbete lâyık yegâne varlık, bütün muhabbetlerin kaynağı olan Allah Teâlâ’dır. Çünkü:

- Her şeyi yaratan, canlılara rızıklarını ihsân eden, onları koruyup gözeten mutlak kemâl ve kudret sâhibi yalnız O’dur.

- O, kullarını çok sevmektedir. Âdem’i cennette en güzel sûrette ve büyük bir ihtimamla yaratmıştır. Kullarının da cennete girmesini arzu etmektedir. Muhabbetin karşılığı ise ancak muhabbettir.[1]

- Zâtına vuslat ve muhabbet yollarını kullarına kolaylaştırmıştır.

- Dünyâ ve âhiretin yegâne mâliki O’dur.

- İnsan, nihâyetinde Allah Teâlâ’nın huzûruna varacak ve O’ndan başka bir sığınak, barınak ve yardımcı bulamayacaktır. Âlemlerin Rabbi olan Allâh, ne güzel Mevlâ ve ne güzel yardımcıdır.

- Üzerimizdeki bunca ilâhî nîmetlere ilâveten, bizi en çok muhabbet duyduğu Peygamberi’ne ümmet kılması ve en mütekâmil kitâbı Kur’ân-ı Kerîm ile nasiplendirmesi sebebiyle de Cenâb-ı Hakk’a şükür borcumuz sonsuzdur.

Dolayısıyla muhabbeti Allah Teâlâ’ya tevcîh etmemiz, kulluğumuzun bir muktezâsıdır.

KALBİ SERMAYE

Hiç şüphesiz ki muhabbet, her Hak dostu âşık ve ârifte ayrı ayrı tecellî eder. Bu farklı tecellîler sebebiyle Hazret-i Mevlânâ, gönülleri yakıp kavuran sevdâ ateşiyle dolu engin kelâm okyanusunda, dilinden hikmetler fışkıran ve nâdide inciler saçan bir mânâ ve hikmet menbaı olmuştur. Hallâc-ı Mansûr, aşkın, seveni sevilende fânî kılan lâhûtî iklîminde ilâhî vuslata nâil olmuştur. Bahâüddîn Nakşibend Hazretleri, yıllarca, yaralı ve muzdarip hayvanlara bakmak, sokakların temizliği ile meşgul olmak ve herkesin uzaklaştığı hastaların şifâ bulması için onların ihtiyaçları ile ilgilenmek sûretiyle hizmet yollarında Allah’ta fânîleşmiş, tasarruf ve mârifetullâhta engin bir himmet deryâsı hâline gelmiştir. Usuller ayrı, fakat kalbî sermâye hep aynıdır: Aşk ve muhabbetullâh ile dopdolu olmak…

Cenâb-ı Hak, böyle farklı tecellîlere mazhar kıldığı cümle velîlerini, hakîkatte aşk ve mârifetullâh ilmi ile donatarak muhabbet iklîminin müstesnâ goncaları hâlinde bütün insanlığa armağan etmiştir.

Velhâsıl Hakk’ı seven bir mü’min, hakîkatte hiçbir şeye mâlik olmadığının idrak ve şuurunda olmalıdır. Zîrâ muhabbet, fedâkârlık gerektirdiği için mâlikiyet ile imtizâc etmez. Yâni sevenin, sevdiği uğruna her şeyden geçmesi îcâb eder. Muhabbet, gönülde tabiî olarak maddî ve mânevî bir ikram meyli doğurur. Bu da muhabbetin şiddeti nisbetinde gerçekleşir. Bu sebepledir ki, insanlar en büyük bedelleri, muhabbetleri mukâbilinde öderler. Bu, muhabbetin şiddetine bağlı olarak, sevilen uğruna hayat nîmetinden vazgeçmeye kadar varabilen bir fedâkârlık tablosu şeklinde tezâhür eder.

Ne mutlu o mü’minlere ki, Allâh ve Rasûlü’nün muhabbetini her şeyin üstünde tutarlar ve yabânî bahçelerin sahte çiçeklerine aldanmazlar!..

ALLAH’A MUHABBET (MUHABBETULLAH) HAKKINDA ÖRNEKLER

Allâh’a muhabbet mevzuunda zirve şahsiyet, hiç şüphesiz Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’dir. O, duâlarında Allah Teâlâ’nın muhabbetini talep ederek, Dâvûd -aleyhisselâm-’ın şu niyâzını tekrâr ederdi:

“Allâh’ım! Sen’den muhabbetini, Sen’i sevenlerin muhabbetini ve Sen’in sevgine ulaştıracak ameli talep ediyorum. Allâh’ım! Sen’in muhabbetini bana nefsimden, âilemden, malımdan ve soğuk sudan daha sevgili kıl!” (Tirmizî, Deavât, 72/3490)

Peygamber Efendimiz’in bu husustaki diğer bir duâsı da şöyledir:

“Allâh’ım! Beni, Sen’in muhabbetinle ve sevgisi Sen’in katında fayda verecek olan kimsenin muhabbetiyle rızıklandır. Allâh’ım! Bana ihsân ettiğin ve benim de kendilerini sevdiğim nîmetleri, Sen’in sevdiğin ve râzı olduğun amelleri işleyebilmem husûsunda bir kuvvet kıl. Allâh’ım! İstediğim hâlde bana vermediğin şeyleri de, zihnimi Sen’in sevdiğin şeylerle meşgul etmeme ve tamâmen Sen’in tâatine yönelmeme bir sebep kıl.” (Tirmizî, Deavât, 73/3491)

“Seven sevdiğini dilinden düşürmez, dâimâ onu düşünür.” kâidesince, Peygamber Efendimiz de her hâlükârda Allâh’ı zikir üzere bulunur, dâimâ O’nun sıfatları, kudret ve azamet tecellîleri ve lûtfettiği nîmetleri üzerinde tefekkür ederek her hareketinde Rabbine duâ ederdi. Nitekim bir yere girerken, oradan çıkarken, otururken, kalkarken, bir işe başlarken, onu bitirirken, muhtelif zaman ve mekânlarda yaptığı duâlar, ashâb-ı kirâmın ezberlemekten neredeyse âciz kalacağı miktarlara ulaşmış ve Efendimiz’den kısa ve öz duâlar talep etmelerine sebep olmuştur.

  • Peygamber Efendimizin Allah’a Muhabbeti

Bütün ömrünü Allah Teâlâ’nın muhabbet ve iştiyâkı ile geçiren Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Rabbine vuslat ânını da bir şeb-i arûs (düğün gecesi) heyecânı ile karşılamıştır. Âişe vâlidemiz şöyle anlatır:

“Allah Rasûlü son anlarını yaşarken, mübârek başı benim göğsüme yaslı bulunuyordu. Ben; «–Ey insanların Rabbi! Hastalığı gider! Gerçek hekim, hakîki şifâ verici, ancak Sen’sin!» diyerek şifâ diliyordum. Peygamber Efendimiz ise:

«–Hayır! Allâh’ım beni Refîk-ı A’lâ’ya kavuştur. Ey Allâh’ım! Bana mağfiret et! Bana rahmetini ihsân et! Beni Refîk-ı A’lâ’ya (en yüce Dost’a) kavuştur!» diyerek duâya devâm ediyordu.” (Ahmed, VI, 108, 231)

Diğer bir rivâyette Âişe vâlidemiz hâdisenin devâmını şöyle anlatır:

“Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sağlıklı günlerinde birçok defâ:

«Hiçbir peygamber, cennetteki makâmını görmedikçe, rûhu kabzolunmaz! Sonra, dünyâda kalmak ile makâmına gitmek arasında muhayyer bırakılır!» buyurmuştu. Kendisi hastalanıp vefâtı yaklaşınca, başı benim dizimde bulunduğu hâlde, üzerine bir baygınlık geldi. Ayılınca gözünü evin tavanına çevirdi ve:

«Allâh’ım! Refîk-ı A’lâ!» dedi. Ben o zaman:

«Rasûlullâh bizi tercih etmiyor!» dedim. Anladım ki Efendimiz’in bu temennîsi, sıhhatli zamanlarında bize söyleyip durduğu bir haberin, kendisinde tahakkuk ettiğinin bir işâretidir!” (Buhârî, Megâzî, 84; Ahmed, VI, 89)

  • Hz. İbrahim ile Cebrail Aleyhisselam

Allâh’a muhabbet husûsunda diğer peygamberlerden de pek çok misaller verilebilir. Bunlardan bir kısmını şöylece zikredebiliriz:

Allah Teâlâ, Hazret-i İbrâhîm’e sayılamayacak kadar koyun sürüleri ihsân etmişti. Cebrâîl -aleyhisselâm-, insan sûretinde gelerek sordu:

“–Bu sürüler kimin? Bana sürülerden birini satar mısın?”

İbrâhim -aleyhisselâm-:

“–Bu sürüler Rabbimindir. Şu anda benim elimde emânet olarak bulunuyor. Bir kere zikredersen, üçte birini; üç kere zikredersen hepsini al, götür!” dedi.

Cebrâîl -aleyhisselâm- üç defâ:

“Bizim Rabbimiz, Rûh’un ve melâike-i kirâmın Rabbi, bütün kusurlardan münezzeh, cümle eksikliklerden pâk ve yücedir.” diye zikredince İbrâhim -aleyhisselâm-:

“–Al hepsi senin olsun, al götür!” dedi. Cebrâîl -aleyhisselâm-:

“–Ben insan değil, meleğim, alamam.” dedi. İbrâhim -aleyhisselâm-:

“–Sen meleksen, ben de Halîl’im (Allâh’ın dostuyum). Verdiğimi geri almak bana yakışmaz.” diyerek karşılık verdi.

Nihâyet İbrâhim -aleyhisselâm-, sürülerinin hepsini sattı. Mülk alıp vakfetti.

İbrâhim -aleyhisselâm-, canı, evlâdı ve malı ile ağır bir imtihan geçirdi. Hepsinde de Rabbine büyük bir teslîmiyet ve muhabbetle râm oldu. Halîlullâh (Allâh’ın dostu) olarak kulluğun zirvesine erişti.

  • İlahi Muhabbet

Gönlündeki ilâhî muhabbeti, kelâmullâh vesîlesiyle izhâr eden bir sahâbînin hikâyesi şöyledir:

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- o sahâbîyi bir seriyyenin başında kumandan olarak göndermişti. O mübârek sahâbî, arkadaşlarına namaz kıldırıyor, ancak kıraatini her defâsında İhlâs Sûresi ile bitiriyordu. Medîne-i Münevvere’ye döndüklerinde, durumu Allah Rasûlü’ne haber verdiler. Efendimiz:

“–Ona, niçin böyle yaptığını sorun!” buyurdu. Arkadaşları bunun sebebini sorduklarında sahâbî:

“–Bu sûre, Rahmân’ın vasıflarını anlatmaktadır. Bu yüzden, onu okumayı seviyorum.” cevâbını verdi.

Bunu öğrenen Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu:

“–Ona söyleyin, Allah Teâlâ da onu seviyor.” (Buhârî, Tevhîd, 1)

  • Sahabenin Allah’a Olan Muhabbeti

Ammar bin Yâsir -radıyallâhu anh-, bir savaşa iştirâk etmek üzere Fırat Nehri’nin kıyısında yürürken, Allâh’a olan muhabbetini şöyle dile getiriyordu:

“Ey Allâh’ım! Kendimi şu dağdan atarak aşağıya yuvarlanmamın, Sen’in benden daha fazla hoşnut kalmana vesîle olacağını bilsem, bunu hemen yaparım. Büyük bir ateş yakarak içine atlamamın, Sen’in benden daha çok râzı olmana vesîle olacağını bilsem, onu derhâl yaparım. Yâ Rabbi! Kendimi suya atıp boğulmamın, Sen’in daha ziyâde hoşnutluğunu celbedeceğini bilsem, onu da hemen yaparım. Ey Allâh’ım! Ben sırf Sen’in rızân için savaşıyorum, beni zarara uğratmamanı diliyorum, ben Sen’i istiyorum.” (İbn-i Sa’d, III, 258)

Abdullâh ibn-i Ömer -radıyallâhu anh-, ashâb-ı kirâmın ileri gelen zenginlerinden biriydi. Servetinin fazla birikmesine meydan vermez, eline geçeni yoksullara dağıtırdı. Sâhip olduğu şeyler içinde en çok beğendiklerini, Allâh yolunda sarf edilmek üzere ayırırdı. İyi hâlini gördüğü ve bilhassa namaz kıldığını öğrendiği bütün kölelerini âzâd etmeye başlamıştı. Dostlarından biri, onu îkâz etti ve; kölelerinden bir kısmının Allâh rızâsı için değil de, sırf âzâd edilmek maksadıyla câmiye geldiğini söyledi. Hazret-i Abdullâh, kalbindeki Allâh muhabbetini yansıtan şu güzel cevâbı verdi:

“–Bizi Allâh ile aldatmak isteyenlere aldanmaya râzıyız!” (İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, III, 343)

  • Allah Sevgisi ve Korkusuyla Ağlayan Abide

Fudayl bin Iyâz Hazretleri, ârif, fâzıl, Allâh korkusu sebebiyle çok ağlayan bir zât idi. Aynı zamanda güvenilir bir hadis râvîsiydi. Bu zât yine o devirde yaşayan âbide, zâhide, Allâh sevgisi ve korkusuyla çok ağlayan Şi’vâne Hâtun ile karşılaşmıştı. Fudayl ona:

“–Bana duâ et.” dedi. Şi’vâne Hâtun şu cevâbı verdi:

“–Fudayl! Allâh ile aranda, duâ ettiğin zaman duânı kabul edeceği bir yakınlık yok mu ki benden duâ istiyorsun.”

Bu muhteşem sözü duyan Fudayl hıçkırıklara boğularak kendinden geçti. (İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-Safve, IV, 56)

  • Hallâc-ı Mansûr’un İdam Edilmeden Önce Yaptığı Dua

Rivâyet edildiğine göre Hallâc-ı Mansûr’un, îdâm edilmeden önce yaptığı şu duâ, onun Allâh’a duyduğu muhabbetin seviyesini ve ihlâsını ne güzel sergilemektedir:

“Allâh’ım! Sen’in kulların, Sana olan yakınlıklarından ve dinlerine bağlılıklarından dolayı beni öldürmek için toplandılar. Onları bağışla. Çünkü Sen, bana lûtfettiğin sırları, onlara da nasîb etseydin, hakkımda böyle düşünmeyeceklerdi. Şâyet onlardan gizlediğin şeyleri, benden de gizlemiş olsaydın, böyle ifşaatta bulunmayacaktım. Yâ Rabbi onları affet! Çünkü onlar, beni Sana kavuşturuyorlar.”

Hallâc’ın hâlini mânâ âleminde seyredenlerden nakledilir ki, onu darağacında astıkları vakit iblis yanına geldi ve:

“–Bir «ene»[2] sen dedin, bir «ene» de ben dedim. Nasıl oluyor da bu yüzden senin üzerine rahmet, benim üzerime ise lânet yağıyor!” diye sordu.

Hallâc, iblise şöyle cevap verdi:

“–Sen, «ene» demekle kendini Âdem’den üstün görmüş, kibrini ortaya koymuştun. Ben ise «Ene’l-Hak» diyerek kendimi Hak’ta ifnâ ettim. Benliği ortaya koymak olan kibir, cehennem alâmetidir. Benliği ortadan kaldırmak, yâni Hak’ta fânî olmak ise «hîç»liğin ifâdesidir. Bu sebepten bana rahmet, sana ise lânet ve zillet indi.”

Hallâc’ın, kendisini ziyaret eden İbrâhim bin Fâtik’e şöyle dediği nakledilir:

“–Ey oğlum! Bâzı insanlar benim küfre düştüğüme inanıyorlar, bâzıları da velî olduğum kanaatindeler. Allâh katında ve benim nazarımda, küfrümü îlân edenler, velî olduğumu söyleyenlerden daha sevimlidir.”

“–Efendim, niçin böyle söylüyorsunuz?” denildiğinde ise:

“–Velî olduğuma inananlar, bana olan hüsn-i zanlarından dolayı; küfrüme kâil olanlar ise, dinlerine olan bağlılıkları sebebiyle böyle yapıyorlar. Dînine sadâkat gösteren kimse, sâdece hüsn-i zan besleyenden Allâh katında daha sevimlidir.” buyurmuştur.

  • İlahi Aşkla Yanıp Tutuşmak

Hazret-i Mevlânâ, fenâ-fillâh ve bekà-billâh hâlinde ilâhî aşkla kavruluşunu ve rûhunda yanan bu ateşin ölümle bile sönmeyeceğini ne güzel ifâdelendirir:

“Vefâtımdan sonra benim kabrimi aç ve içimin ateşi sebebiyle kefenimden nasıl dumanlar yükseldiğini gör! Ölümü korkutucu kılan, şu ten kafesidir. Teni bir sedef gibi «aşk»la kırdığın zaman, ölümün bir inciye benzediğini sen de göreceksin!..”

Allâh dostlarının en mühim husûsiyetlerinden birisi de, ilâhî aşkla yanıp kavrulmalarıdır. Yine Hazret-i Mevlânâ, yukarıdaki sözlerle dile getirdiği aşk hâli içinde ömür boyu hep bu şekilde yanan gerçek âşıkları aramıştır. Bu arzusunu şu şekilde ifâde eder:

“Bana öyle bir âşık gerek ki, içindeki alevden kıyâmetler kopmalı, gönlünün harâreti ile ateşleri bile kül etmeli!..”

  • Hak Dostunu İbadete Yönelten Şey

Dostlarından biri, Mârûf-i Kerhî Hazretleri’ne:

“–Ey Mârûf! Seni bu derece ibâdete sevk eden nedir?” diye sormuştu.

Hazret sükût etti. Arkadaşı ısrâr ederek:

“–Ölümü hatırlamak mı?” dedi.

Mârûf-i Kerhî cevap verdi:

“–Ölüm dediğin nedir ki?”

“–Kabir ve âlem-i berzahı düşünmek mi?”

“–Kabir dediğin nedir ki?”

Arkadaşı yine ısrâr ederek:

“–Cehennem korkusu veya Cennet ümîdi mi?” diye sordu. Bunun üzerine Mârûf-i Kerhî Hazretleri şu muhteşem cevâbı verdi:

“–Bunlar da nedir ki?!. Bu saydığın şeylerin hepsini elinde tutan Zât-ı Kibriyâ öyle yüce bir Rab’dır ki, eğer O’na karşı derin bir muhabbet ve iştiyâka sâhip olabilirsen, bu dediklerinin hepsini sana unutturur. Allâh ile aranda bir mârifet, bir muhabbet meydana gelir ve bu sâyede O, saydıklarının hepsinden seni kurtarır!”[3]

  • Mecnun’un Allah’a Muhabbeti

Mecnûn’un şu hâli de Allâh muhabbetine nâil olanların hâlini aksettirmesi bakımından câlib-i dikkattir:

Bir gün Mecnûn, Leylâ’dan ayrı kalmanın derdinden ansızın hastalanıp yatağa düştü. Tedâvî için bir doktor çağırdılar. Doktor:

“–Damardan kan almaktan başka çâre yok!” diyerek hacamat yapmak için Mecnûn’un kolunu bağladı. Tam neşteri eline almıştı ki, Mecnûn:

“–Ey doktor, hacamat etmeyi bırak! Ücretini al ve git! Bu hastalıktan ölürsem öleyim, ziyânı yok. Bu köhneleşmiş beden varsın ölsün, ne çıkar?!” dedi.

 Doktor şaşkın bir şekilde Mecnûn’a sordu:

“–Sen çöllerde kükremiş arslanlardan korkmuyorsun da, kan aldırmaktan mı korkuyorsun?”

Mecnûn’un cevabı şöyle oldu:

“–Benim korkum neşterden değil... Cümle âlem bilir ki, benim sabır ve tahammülüm, kayalardan meydana gelmiş olan bir dağdan bile fazladır! Ben hiçbir şeyden korkmayan ve dünyâya âit bir samanlığı dahî olmayan bir insanım; şu fânî tenim yaralanmazsa rahat etmez! Yaralar aşkımın merhemidir; bunun için yaralanmaya koşa koşa giderim...

Lâkin benim vücûdum Leylâ ile dolu; içimde Leylâ’dan başka bir varlık yok! Bu sadef gibi olan bedenim, o incinin sıfatları ile dolmuştur. Dolayısıyla ey doktor; beni hacamat ederken neşteri ansızın Leylâ’ya vurur, onu yaralarsın da incitirsin diye korkuyorum...

Zîrâ Allâh’ın has kulları iyi bilir ki, Leylâ ile benim aramda fark yoktur.”

Leylâ, seneler sonra Mecnûn’un yanına gelir. Mecnûn onunla alâkadar olmaz. Leylâ:

“–Benim için çöllere düşen sen değil miydin?” der. Mecnûn:

“–İzâfî ve gölge olan Leylâ eridi ve aradan çıktı.” diye karşılık verir.

Bir zamanlar Mecnûn’un hayâtının gâyesi olan Leylâ, ilâhî muhabbete bir basamak teşkil etmiştir. Mecnûn, hakîkatini aradığı ilâhî muhabbet âleminde yerini bulunca, hayâtındaki Leylâ’nın rolü bitmiştir.

Mesnevî hikâyelerinde geçen Leylâ, sonunda ilâhî muhabbete dönen ve kişiliğini Hak’ta fânî kılan ilâhî aşkın sembolüdür. Diğer bir ifâdeyle Leylâ, gönülleri mecnûn eden ve fizikî irâdeyi sıfırlayan ilâhî bir aşk ufkudur. Bu bakımdan Leylâlar ile başlayan muhabbet mâcerâsı, Mevlâ’da sükûn bulursa, ulvî bir kıymet kazanır.

  • Mecnun’a Köpeği Sevdiren Muhabbet

Leylâ’sı uğrunda ve onun aşkı ile çöllere düşen Mecnun, tüyleri dökülmüş, ağzından salyalar akan bir köpeği seviyor, okşuyor ve gözlerinden öpüyordu. Onun bu hâlini gören birisi dayanamayıp:

“–Ey ham Mecnun! Yaptığın bu çılgınlık nedir? Bu hayvanı, niye sarılmış öpüyorsun?” dedi. Mecnun cevap verdi:

“–Sen baştanbaşa bir sûret, şekil ve bedenden ibâretken, benim yaptığım işten ne anlarsın?! İçeriye gir, yâni rûh âlemime dal da ona bir de benim gözümle bak! Bu köpeğin ne meziyeti var biliyor musun?! Bu köpekte senin çözemeyeceğin ilâhî bir sır var. Allâh, onun gönlünde sâhibine karşı duyduğu muhabbet ve vefânın hazinesini gizlemiştir. Hem baksana o, bu kadar köyün içinde gitmiş de Leylâ’nın köyünü yurt edinmiş ve o köye bekçi olmuş!..

Köpek deyip geçme, sen onun himmetine nazar et. O benim gönül dünyâmın mübârek yüzlü Kıtmîr’idir. Benim sürûr ve hüzün ortağımdır. Bunun bir kılını arslanlara değişmem. Gönlüne, canına, irfânına dikkat et ki, onun fazîletini göresin!.. Leylâ’nın köyünü yurt tutan köpeğin ayağının bastığı toprak bile benim için azîzdir...”

Allâh muhabbetiyle kavrulan bir gönül, bu muhabbet sebebiyle O’nun bütün mahlûkâtını da sever. Allâh’ı hatırlatan her şey, O’na yakınlık derecelerine göre, kendisi için paha biçilmez bir kıymet arz eder.

  • Allah’a Duyulan Muhabbetin Semeresi

Bir Hak dostu, Allâh’a duyulan muhabbetin semeresini gösteren şu hâdiseyi nakleder:

Geniş ve ıssız bir ovadan geçiyordum. Garip bir çobana rastladım. Gördüm ki, derin bir huşû içinde namaz kılıyor, sürüsünü de kurtlar koruyordu. Taaccüb ettim. Merakla namazını bitirmesini bekledim ve:

“–Ey çoban! Kurtlar nasıl oldu da koyunlarınla dost oldu? Onlardaki düşmanlık ve cânîlik rûhu, nasıl oldu da yerini sulh ve muhabbete terk etti?” diye sordum.

Allâh’a secdeden dolayı sîmâsı nûra bürünmüş olan sâlih çoban, şöyle cevap verdi:

“–Ey garip yolcu! Kurtların kuzularla olan şu dostluğundaki sır; çobanın, sürünün ve kurtların asıl sâhibine olan dostluğuna bağlıdır. Yâni bu hâl, muhabbetteki bir sırdır.”

***

Seven, sevdiği uğruna her şeyini fedâ eder. Molla Câmî -kuddise sirruh-’un anlattığı şu hâdise bu kabîldendir:

Pîrimiz Mevlânâ Sâdeddîn Kaşgarî’nin sohbet halkasında bir genç vardı. Bu genç, riyâzat, halvet ve aşkta en ileri derecede idi. O da benim gibi, bir fânî güzele tutulmuştu. Böylece gönlünde biriktirdiği kıymeti bir lahzada o tarafa devretmişti.

Altından ve pırlantadan çok kıymetli bir hediye alıp, o güzelin geçeceği yola bırakmış ve oradan geçenlerden birinin onu almaması için de bir kenara gizlenmişti. Fikrince sevgilisi oradan geçecek ve hediyeyi görüp alacaktı. Fakat kimden ve nasıl geldiğini bilmeyecekti. Ben vaziyeti öğrenince ona dedim ki:

“–Ne garip bir iş işlemektesin! Türlü zahmetlerle elde ettiğin şeyi onun yolu üzerine bırakıyorsun! Bulsa, görse, alsa bile, kimden ve niçin olduğunu bilmeyecek. Bâri bir şey yap ki, senden geldiğini bilsin!”

Genç, gözyaşları ile sarsılarak cevap verdi:

“–Sen ne diyorsun? Yaptığım işin tuhaflığını ben bilmiyor muyum sanıyorsun! Bu işi yaparken hiçbir karşılık beklemiyorum ki. Zîrâ hediyelerimden dolayı onun bana karşı bir minnet altına girmesini istemiyorum!”

Bu cevaptan titredim. Bir fânîye olan mecâzî muhabbet, böylesine bir derinlik, incelik, zarâfet ve gönül güzelliği sergiler ise, kim bilir “zâtî muhabbet”e nâil olanlar ne ulvî tecellîlere mâkes olurlar.

  • Allah Güzeldir, Güzelliği Sever

Hâsılı, Peygamber Efendimiz:

“Allâh güzeldir, güzelliği sever! (Müslim, Îmân, 147) buyurmaktadır.

Buna göre bütün güzelliklerin sâhibi olan Allâh, aynı zamanda hakîkî muhabbetin de kaynağıdır. Çünkü O, Vedûd’dur.[4] Bu ism-i şerîf, “çok seven” mânâsına geldiği gibi “çok sevilen” mânâsına da gelir.[5] Bu sebeple mü’minin vazîfesi, ilâhî muhabbeti gönüllere aşılayan bir rahmet kapısı olmaktır. Zîrâ mü’min, Rabbine olan sevgisini (muhabbetullâhı), Allah’tan gayrı her şeye duyulan sevgi ve bağlılığın üstüne çıkarmadıkça “Sırât-ı Müstakîm”e lâyıkıyla ulaşamaz. Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede:

“…Mü’minlerin Allâh’a olan muhabbetleri ise her şeyden daha ileri ve daha kuvvetlidir…” (el-Bakara, 165) buyurmaktadır.

Mü’minler için bu hâlin zarûrî olduğu, diğer bir âyet-i kerîmede şöyle ifâde edilir:

“De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabânız, kazandığınız mallar, kesâda uğramasından korktuğunuz ticâret, hoşlandığınız meskenler, size Allah’tan, Rasûlü’nden ve Allâh yolunda cihâd etmekten daha sevgili ise, artık Allâh emrini getirinceye kadar bekleyin. Allâh, fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez.” (et-Tevbe, 24)

Muhabbetullâhı temin edebilmek için de, Allâh’ı kalpte tanıyabilmek, yâni O’nun güzel isimlerinin, yâni Esmâ-i Hüsnâ’nın tecellîlerine mazhar olabilmek zarûrîdir.

Cenâb-ı Hakk’ı zikretmek de, muhabbetullâh istikâmetinde bir terakkîye vesîle olur. Ancak bu terakkî, zikrin keyfiyeti, yâni kalpteki hissediliş seviyesi nisbetinde gerçekleşir.

  • Allah’ı Sevmenin Alâmeti

Fahr-i Kâinât Efendimiz şöyle buyurmaktadır:

“Allâh’ı sevmenin alâmeti, Allah Teâlâ’nın zikrini sevmektir.” (Süyûtî, II, 52)

Allâh’a muhabbet istikâmetinde ilerleyebilmek için, kalbin ona tahammül edecek bir liyâkat ve kifâyet kazanması lâzımdır. Bu ise, beşerî muhabbet temrinleriyle elde edilebilir. Bu yüzden, kalp için bir hazırlık teşkîl etmesi sebebiyle, meşrû ölçüler dâhilindeki beşerî aşka müsâmaha nazarıyla bakılır ve o, “aşk-ı mecâzî” adıyla yâd olunur. Tıpkı bir kişinin âilesine olan muhabbeti gibi…

Bu hâl üzere devâm ederek muhabbetullâha ulaşmak, insanoğlunun yaratılış gâyesini gerçekleştirmesi, Allâh’ın rızâsına nâil olması demektir. Zîrâ İslâm’da insana sunulan ilâhî tekliflerin zirvesi ve nihâî hedefi, “vâsıl-ı ilallâh” olmaktır. Bunun da en mühim sermâyesi muhabbettir. Diğer ameller, bu muhabbetin bir tezâhürüdür.

Mârifetullâh ve muhabbetullâha eren bir mü’min, nefsinin şerrinden ve şeytanın desîselerinden uzaklaşır ve yalnız Hakk’ın rızâsını talep ederek yaşar. Kâinât kitabının sayfaları kendisine aralanır ve bütün mahlûkât ile dost olur. Yâni Hâlık’ın nazarıyla mahlûkâta bakabilme istîdâdı kazanır. Cihandaki ilâhî hikmet ve esrar akışlarını ibretle seyre dalar. Allâh’ın farz ve mecbûrî kıldığı asgarî kulluk vazîfelerini büyük bir huşû içinde îfâ ettikten sonra, zarûrî olmadığı hâlde, sırf gönülden gelen aşk ve muhabbet sebebiyle nâfile ibâdetleri ve hayırlı amelleri de kemâl-i edep, tâzîm ve şevk ile artırmaya çalışır. Cümle nefsânî lezzetleri ifnâ ederek gerçek lezzetin sırrını îmanda bulur.

Dipnotlar:

[1] Bkz. el-Mâide, 54.

[2] Ene: Arapçada “ben” mânâsındaki şahıs zamiri.

[3] Babanzâde Ahmed Naîm, İslâm Ahlâkının Esasları, İstanbul 1963, s. 66.

[4] Bkz. el-Burûc, 14.

[5] Fahruddin Râzî, Mefâtihu’l-Gayb (et-Tefsîru’l-Kebîr), Beyrut 1990, XXXI, 112.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Faziletler Medeniyeti 1, Erkam Yayınları

ALLAH'IN MAĞFİRETİ VE MUHABBETİNE GÖTÜREN VESİLE

ALLAH'IN MAĞFİRETİ VE MUHABBETİNE GÖTÜREN VESİLE

SEVGİ VE MUHABBET NEDİR, KİME KARŞI, NASIL OLMALIDIR?

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.