Alaaddin Attar Hazretleri Kimdir?

Altın Silsile’nin 16’ncı halkası, Şah-ı Nakşibend Hazretlerinin halifesi; Alaaddin Attar Hazretlerinin hayatı...

Alâüddîn Attâr -rahmetullâhi aleyh- (Altın Silsile 17) - Sesli Kitap

İsmi Muhammed bin Muhammed Buhârî’dir. Nesebinin, Yesevî şeyhi Seyyid Ata vâsıtasıyla Peygamber Efendimiz’e ulaştığı nakledilmektedir.[1]

Devamlı güzel koku kullandığı ya da sohbetine katılanlar o esnâda mânevî bir koku aldıkları için Attâr lâkabıyla meşhur olmuştur.[2]

Tüccar bir âilede doğup büyüyen Hâce Alâaddîn, ağabeyi ve kardeşinin aksine ticaretle meşgul olmayıp dînî ilimleri tahsil için medreseye gitti. Babasının vefâtından sonra mîrastan bir şey almayıp yine dînî ilimleri tahsile ve zühd hayatına devam etti. Bu dönemde Buhâra’daki birçok medrese talebesi gibi o da Bahâüddîn Nakşibend Hazretlerine intisâb etti.

Nakşibend Hazretleri, ilmin getirebileceği gurur ve kibri kırmak için ona çarşılarda elma satmasını tavsiye etti. Alaaddîn Attâr Hazretleri derhâl şeyhinin emrine itaat edip elma satmaya başladı. Ancak ağabeyi ve kardeşi bu durumdan rahatsız oldular. Varlıklı bir âileye mensup birinin, kendilerince basit bir iş yapması ağırlarına gittiği için, Hâce Alaaddîn’i kınamaya başladılar. Bunu duyan Bahâüddîn Nakşibend Hazretleri, Hâce Alaaddîn’e, gidip kardeşlerinin dükkânı önünde elma satmasını söyledi. Hâce Alaaddîn Hazretleri tenkitlere aldırmadan bunu da yaptı.[3]

Kulun bu ve benzeri usullerle tevâzû, mahviyet, yokluk ve “hiçlik” duygusuna ulaşması, tasavvufî terbiyenin en temel esaslarından biridir. Alâüddîn Attâr Hazretleri de bu şekilde hem ilmin verdiği gururdan korunuyor, hem de kınayanın kınamasından korkmayan[4] melâmet neşvesinde bir sûfî olarak yetiştiriliyordu.

Şâh-ı Nakşibend Hazretlerinin yanında tasavvufî eğitimine devam eden Alaaddîn Attâr Hazretleri, zamanla onun önde gelen mürîd ve halîfelerinden biri oldu.[5] Nakşibend Hazretleri, hayatta iken birçok mürîdinin terbiyesini ona havâle ediyor ve:

“–Alaaddîn bizim yükümüzü hayli yüklendi!” buyuruyordu.[6]

Bu dönemde Alaaddîn Attâr Hazretleri, Hârezm’e gidip Nakşibend Hazretlerinin halîfesi olarak orada da bir müddet tasavvufî sohbetlerle irşadda bulundu.[7]

Hârezm’de bulunduğu sırada, ru’yetullah (âhirette Allah Teâlâ’yı görme) hususunda ihtilâfa düşen âlimler, Alâüddîn Attâr Hazretlerini hakem tâyin etmişler, o da bunu inkâr edenlere üç gün sohbet ve mânevî teveccühte bulunmuş, sonunda hepsi ru’yetullâh’ı kabûl etmişlerdir.[8]

Bahâüddîn Nakşibend Hazretlerinin vefâtından sonra, birçok mürîdi gibi halîfesi Muhammed Pârsâ Hazretleri de Alâüddîn Attâr Hazretlerine intisâb ederek onun sohbetine devam etmiştir. Ayrıca Attâr Hazretlerinin bâzı söz ve sohbetlerinden notlar tutarak bir risâle kaleme almıştır.[9] (Reşahât, s. 167, 168)

Allâme Seyyid Şerif Cürcânî Hazretleri (v. 816/1413) ile arkadaşları da Attâr Hazretlerinin mürîdi olmuş, tam bir ihlâs, sadâkat, samimiyet ve teslîmiyetle onun hizmetinde bulunmuşlardır. Hattâ Seyyid Şerif Cürcânî Hazretleri sık sık şu sözü tekrar edermiş:

“Ben Zeyneddîn Ali Kelâ’nın sohbetine erişinceye kadar endişe, vesvese ve yanlış tasavvurlardan (Râfızîlikten) kurtulamadım. Alaaddîn Attâr Hazretlerinin hizmetine yüz sürünceye kadar da Hak Teâlâ’yı tanıyamadım!”[10]

Seyyid Şerif Cürcânî Hazretleri daha sonra Attâr Hazretlerinin önde gelen halîfelerinden biri olmuştur.[11]

SAY U GAYRET

Alâüddîn Attâr Hazretleri şöyle buyurmuştur:

“Büyük Hak dostları, Allâh’ın yardımının ve muvaffakıyetin ancak gayretle mümkün olduğunu ifâde etmişlerdir. Yani çalışıp gayret eden muvaffak olur. Aynı şekilde mürşidin rûhâniyetinin tâlibe yardımı, onun mürşidinin emirlerini yapma hususundaki gayreti nisbetindedir. Sa‘y u gayret olmazsa fazla bir netice alınamaz. Mürşidin tâlibe teveccühünün tesiri birkaç günlüktür. Devamlı tesiri olmaz. Mâlûmdur ki mürşidin müridlerine teveccühü, hep Hak Teâlâ’nın lûtfetmesi iledir... Biz Bahâüddîn Nakşibend Hazretlerinin yanında bütün vakitlerimizi mânevî yoldaki sa‘y u gayretle geçirirdik.”[12]

Alaaddîn Attâr Hazretleri ayrıca müridlerinin ilim ve zâhirî amellerle meşgul olarak mânevî hâllerini gizlemelerini isterdi ki halkın teveccühleri sebebiyle kalplerine bir ucub / kendini beğenme hâli gelmesin![13]

ZİKİR VE MURAKABE

Alâüddîn Attâr Hazretleri zikrin şuurla ve belli usullerle yapılmasına ehemmiyet verirdi. Gafletle yapılan zikri tasvib etmezdi. Hattâ tarîkate yeni bir usûl de ilâve etmiştir. Onun geliştirdiği bu usûl, Allah ile beraberlik şuurunun (maiyyet-i zâtiyye) meydana getirdiği cezb ve istiğrak ile müridleri terbiye etmekti. Bu usûl ile seyr u sülûkte bulunmanın, maksada ulaştıran en kısa yol olduğu ifâde edilmektedir.[14]

  • Yolların En Kısası

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri şöyle buyurur:

“Hâce Alaaddîn Hazretleri, mâneviyatta büyük merhaleler katetmiştir… Aynı zamanda bu ulvî mertebelerde mesâfe alabilmek için güzel bir yol ve usûl de tespit etmiştir. Onun halîfeleri bu yolu; «Yolların en kısası Hâce Alâüddîn’in yoludur.» diye ifâde etmişlerdir. Gerçekten de, nihâyetin nihâyetine ulaşmak için bu yol, yolların en kısa ve kestirme olanıdır. Büyük velîlerden bile çok az bir kısmı bu nîmete ulaşmışlardır, nerede kaldı ki o yüce makâma ulaşmak için bir yol ortaya koysunlar?..

Hâce Attâr Hazretleri bu silsiledeki en bereketli zâtlardandır. Bugüne kadar, Cenâb-ı Hakk’ın inâyetiyle bu tarîkatte bulunmuş olanlar -ister Attâriyye koluna mensub olsunlar, ister Ahrâriyye koluna- hepsi o zâtın hidâyet nûru ile doğru yolu bulmuşlardır.”[15]

ALAADDİN ATTAR HAZRETLERİNİN SOHBETİ

Alaaddîn Attâr Hazretleri, sohbet meclislerinde tekrar tekrar:

“–Birbirinizle sohbet edin! Sohbet, sünnet-i müekkededir.” îkâzında bulunurlardı.

Bu hususta Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

“Rabbinin nîmetini minnet ve şükranla devamlı anlat!” (ed-Duhâ, 11)

Bütün nîmetlerin hakîkî sahibi olan Allah, bu âyet-i kerîmede Peygamber Efendimiz’e şunu emrediyor:

“Sana lâyık görülen hidâyet nîmetini ve inâyetimizi anlat ve Rubûbiyet lûtuflarını beyân et!”

Bu husus, bir rivâyette de şöyle açıklanmıştır:

“Allah Hz. Dâvud’a (a.s.) hitâb ederek:

«–Biz’i dost edin, Biz’im dostlarımızı da dost edin ve Biz’im kullarımızı Biz’e dost eyle!» buyurdu. Dâvud u:

“–Ey Allâh’ım! Sen’in yüce zâtını dost edinirim. Sana dost olanları dost edinmeye de gücüm yeter. Lâkin Sen’in muhabbetini kullarının kalbine yerleştirmeye kudretim yetmez!” diyerek aczini îtirâf etti. Bunun üzerine Hak Teâlâ Hazretleri şöyle buyurdu:

“–Ey Dâvud! Her ne vakit nîmetlerimizi şevk ve muhabbetle kullarımıza hatırlatır ve anlatırsan, işte o zaman Biz’im muhabbetimizi onların kalplerine yerleştirebilirsin!”[16]

Bu sebeple tasavvufî sohbetlerde Cenâb-ı Hakk’ın üzerimizdeki maddî ve mânevî nîmetleri hatırlatılır; O’nun sıfatlarından, kullarına vaad ettiği mükâfat ve cezâlardan bahsedilir ve O’nun en güzel isimleri zikredilir. Böylece ilâhî muhabbet kalplere nakşedilmeye çalışılır.

Alâüddîn Attâr Hazretleri sohbet hususunda şöyle buyururlardı:

“Dâimâ ehlullâh ile beraber olmak, akl-ı meâdın (âhirete ehemmiyet verip oraya hazırlanan aklın) ziyâdeleşmesine vesîle olur.”[17]

“Sohbet, sünnet-i müekkededir. Her gün veya iki günde bir, Hak dostlarıyla sohbet edip, bunların âdâbına hakkıyla riâyet etmek gerekir. Eğer zâhirî uzaklık vâkî olursa, sâlikin ayda bir veya iki ayda bir, zâhir ve bâtınla alâkalı hâllerini mektup yazarak açıkça ve işaretle şeyhine bildirmesi gerekir. Ayrıca bulunduğu her yerde şeyhiyle meşgul olmalı (râbıta ile kalbî irtibâtını devam ettirmeli) ki mürşidiyle arasındaki bağ tamamen kesilmesin!”[18]

Alaaddîn Attâr Hazretleri vefâtına yakın zamanlarda, halîfelerinden Yâkub Çerhî Hazretlerine halkı irşâd etmesini söylemiştir.[19]

ALAADDİN ATTAR HAZRETLERİNİN VASİYETİ

Muhammed Pârsâ Hazretleri şöyle anlatır:

“Hâce Alâüddîn Attâr Hazretleri son hastalıkları esnâsında müridlerine şöyle buyurdu:

«–Dostlar ve azizler bu dünyadan gittiler! Ebediyet yurduna yapılan bu seferler hiç durmadan devam ediyor. Elbette o âlem, bu âlemden daha hayırlıdır!»

Bu sözleri esnâsında mübârek nazarları bir yeşilliğe takılıp kalmıştı. Oradakilerden biri:

«–Ne güzel yeşillik!» dedi. Hâce Alaaddîn Hazretleri:

«–Toprak da güzeldir! Bu âleme karşı içimde hiç meyil kalmadı. Sadece dostların gelip bizi bulamayınca hasret içinde ve gönülleri kırık vaziyette dönüp gidecek olmalarına üzülüyorum!» buyurdu.

Yine son hastalıklarında talebelerine şöyle buyurdular:

«Dîne sonradan giren yanlış telâkkîlerden kendinizi muhâfaza ediniz! Halkın âdet edindiği çirkin işlerin zıddını yapınız! Nebî’nin gönderilmesi, beşeriyetin çirkin âdetlerini kaldırmak içindir. Birbirinizle irtibatlı ve ittifak hâlinde olunuz! Birbirinizin himâyesine sığının! Benliğinizi yok ederek kardeşinizi kendinizden üstün tutunuz! Îsar hâlinde yaşayınız! Her işte azîmetle amel edip mümkün oldukça takvâdan ayrılmayınız! Sohbet, sünnet-i müekkededir. Bu mübârek sünnete devam edip gerek fert, gerekse cemaat olarak kesinlikle sohbeti terk etmeyiniz! Eğer bu söylenen şeyler üzere istikâmetten ayrılmazsanız, benim bütün ömrüm boyunca kazandığımı sizler bir nefeste, yani çok daha kolay bir şekilde elde edersiniz ve ahvâliniz dâimâ terakkî hâlinde olur. Şayet bu vasiyetleri terk ederseniz elbette perişan olursunuz.»

ALAADDİN ATTAR HAZRETLERİNİN SON SÖZLERİ

Sözlerine ara veren Alaaddîn Attâr Hazretleri bu esnâda kelime-i tevhîdi sesli olarak söylemeye başladı.

Son hastalıklarında beliğ ve fasih lisanları bâzen rızâ, vecd ve muhabbete; bâzen aşk, şevk ve meveddete; bâzen nasihat ve hikmete dâir inciler saçıyor, bâzen de insanlara hayır duâlar ediyordu. Hastalıkları iyice şiddetlenince ilticâsı da ziyâdeleşti ve, «O gün cehenneme; “Doldun mu?” deriz, o da; “Daha var mı?” der!» (Kāf, 30) âyet-i kerîmesini çokça okumaya başladı.”[20]

ALAADDİN ATTAR HAZRETLERİNİN VEFATI

Alaaddîn Attâr Hazretleri hicrî 802 senesinin Receb ayı başında hastalandı, aynı ayın yirmisinde çarşamba gecesi vefât etti. (17 Mart 1400)

ALAADDİN ATTÂR HAZRETLERİNİN KABRİ NEREDE?

Kabr-i şerîfleri, bugün Özbekistan’ın Tacikistan sınırına yakın bölgesindeki Dihnev (Denov) şehrinin 12 km güneyinde bir ziyâretgâh olup halk arasında Şeyh Attâr-ı Velî diye bilinmektedir.[21]

Muhammed Pârsâ Hazretlerinin ifâdesine göre, dervişlerden biri, âhirete intikallerinden tahminen kırk gün sonra Alaaddîn Attâr Hazretlerini vâkıasında (mânevî âlemde) görür. Hazret der ki:

“–Hak Sübhânehû ve Teâlâ’nın bize olan ihsânı, sevenlerimizin tahminlerinin çok ötesindedir. Ben, vefât etmeden evvel her hususta size lüzumlu tavsiyelerde bulundum!”

Önlerinde yerde bir iğne varmış. O iğneyi ellerine alıp ayaklarının altına koyarak şöyle buyurmuşlar:

“–Bu mânânın zuhûru o kişinin hakkıdır ki, bu iğnenin üstünde dosdoğru durup, hiçbir yana meyletmeye!”[22]

Yani kim takvâ üzere yaşayıp istikâmetten kıl kadar ayrılmazsa, o, pek çok mânevî lûtuflara mazhar olur.

ALAADDİN ATTAR HAZRETLERİNİN HİKMETLİ SÖZLERİ

  • “İlim ve takvâya îtinâ göstermek, mahviyet içinde bulunarak elde edilen mânevî hâlleri gizlemek lâzımdır. Tarîkat ehlinin her birine kendi mertebesine göre tavsiyelerde bulunmak îcâb eder. Kalbe gelen havâtıra/düşüncelere dikkat ederek ona mukayyed olup, gönül ehlini incitmekten sakınmak gerekir.”[23]
  • “Bu yola samimiyetle bağlanan ve usullerine dikkat eden kişinin taklitten tahkîke erişeceğine ben kefilim! Hâce Bahâüddîn g bana kendilerini taklit etmemi emretti. Her hususta onları taklit ettim. Şu anda da taklit üzereyim. Elbette onun eser ve hâllerini üzerimde müşâhede etmekteyim.”[24]
  • “Zâhir ve bâtın hâllerinin en fazîletlisi ve en mükemmeli, hâle uygun olarak tefvîze[25] çalışmaktır. Yani rızâ hâlinde yaşayarak işleri Allâh’a havâle etmektir. Bütün peygamberler ve velîler son âna kadar bu hâl üzerinde olmuşlardır. Kula lâzım olan, zâhir ve bâtın hâllerinin gerektirdiği üzere her an kalbiyle Hakk’a tefvîz etmesidir. Kendisinden her ne çeşit ihtiyâr/tercih zuhûr ederse, hemen tefvîze sarılarak onu bertaraf etmesidir. Kul şunu çok iyi bilmeli ve anlamalı ki Hak Teâlâ’nın kendisi için seçip lâyık gördüğü şey, elbette kendi tercihlerinden daha faydalı ve hayırlıdır.”[26]
  • “Bâtında Allâh’a, zâhirde ise Allâh’ın ipine sarılmak îcâb eder. Kemâle ermek, bu iki sıfatı bir araya getirmekle olur.”

Yani tâlibin bâtınî kıblesi Cenâb-ı Hakk’ın zâtı olmalı ve gönül gözü O’nun cemâlinden hiç ayrılmamalıdır. Ve iki cihanda Hak’tan başka murâdı olmamalıdır. Her neyi varsa Hakk’a fedâ etmelidir.[27]

  • “Sâdık tâlibe lâzım olan; dâimâ cismiyle şerîatte, akıl ve rûhuyla tarîkat ve hakîkatte, sırrı ile de keyfiyetsiz bir şekilde vuslatta olmasıdır.”[28]
  • “Allah dostlarının kabirlerini ziyaretten maksat, Cenâb-ı Hakk’a teveccüh olmalıdır. O velînin rûhâniyeti, teveccühün en güzel şekilde yapılabilmesi için vesîle ittihâz edilmelidir. Bunun gibi, kişinin halka karşı tevâzû ve hürmet gösterirken de, her ne kadar teveccühü zâhiren halka ise de hakîkatte murâdı Hakk’a teveccüh olmalıdır. Zira halka gösterilen tevâzû ve hürmet, Hak Teâlâ için olduğu zaman güzel ve makbûl olur. Halkı, Hak Teâlâ’nın kudret ve hikmet eserlerinin tezâhür yeri olarak görmek gerekir. Eğer halka gösterilen tevâzû ve hürmet bu niyetle olmazsa, o bir aldatmadan ibâret olur.”[29]
  • Sâdeddîn Kâşgarî Hazretleri buyurur:

“Zâhirî ilimlere takılıp kalmak ve bu mevzularda tartışmak, kalbi karartır. Bu hususta Alaaddîn Attâr Hazretleri şöyle buyurmuştur:

«Talebenin, ilmî münâzara ve münâkaşalardan sonra yirmi kere istiğfâr etmesi îcâb eder.»”[30]

  • “Allah ile sohbet, Dost’ta fânî olduktan sonra gerçekleşir.”[31]
  • “Kur’ân-ı Kerîm’in neredeyse tamamı, tevâzû ve hiçliğe işaret eder.”[32]
  • “Şayet (Hakk’ın) cemâli olmasaydı, celâli cihânı yakardı. Celâli olmasaydı bu sefer cihânı cemâl nûruyla yakardı.”[33]

[1] Lâhûrî, Hazînetü’l-Asfiyâ, I, 624; Nâsıruddîn Buhârî, Tuhfetü’z-Zâirîn, s. 55.

[2] Nâsıruddîn Buhârî, a.g.e, s. 55.

[3] Reşahât, s. 163-164.

[4] Bkz. el-Mâide, 54.

[5] Reşahât’ta Alaaddîn Attâr Hazretlerinin Bahâüddîn Nakşibend Hazretlerine dâmat olduğu kaydedilmiş ise de (s. 163-164) doğrusu, oğlu Hasan’ın Nakşibend Hazretlerine dâmat olduğudur. (Mevlânâ Şeyh, Menâkıb-ı Hâce Ubeydullâh-ı Ahrâr, Beyazıt Devlet Ktp., Beyazıt blm., nr. 3624, vr. 70b-71a; Dârâ Şükûh, Sefînetü’l-Evliyâ, s. 80; Hârezmî, Silsile-i Nakşbendiyye, vr. 126a)

[6] Reşahât, s. 165.

[7] Ebû’l-Kâsım, er-Risâletü’l-Bahâiyye, vr. 74a; Reşahât, s. 181.

[8] Çerhî, Risâle-i Abdâliyye, s. 12; Reşahât, s. 166.

[9] Muhammed Pârsâ, Makāmât-ı Alâeddîn-i Attâr (drl. Ebû’l-Kâsım Buhârî), Özb. FAŞE Ktp., nr. 11399, vr. 152b-172a; nr. 2520, vr. 53a-65b, 89b-94a. Bu risâlelerdeki bilgilerin küçük bir kısmı Nefahât’ta, büyük bir kısmı da Reşahât’ta nakledilmiştir.

[10] Câmî, Nefahât, s. 541.

[11] Risâle-i Şevkıyye ve Risâle-i Vücûdiyye (Süleymaniye Ktp., Cârullah, nr. 1006, vr. 1b-14a) gibi Farsça tasavvufî eserleri bulunan Cürcânî, Ta‘rîfât isimli eserinde de bâzı tasavvufî ıstılahların îzâhına yer vermiştir. Cürcânî’nin ayrıca Bahâüddîn Nakşibend ve Alaaddîn Attâr Hazretlerini medheden Arapça küçük bir eseri mevcuttur: Terâcimu Hâce Bahâeddîn Nakşibend ve Hâce Alâeddîn Attâr, Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, nr. 3597, vr. 18b-21a.

[12] Reşahât, s. 169-170.

[13] Reşahât, s. 176.

[14] Bkz. İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât, no: 290.

[15] İmâm-ı Rabbânî, Mükâşefât-ı Gaybiyye, s. 20-21.

[16] Salâhaddîn bin Mübârek el-Buhârî, Enîsü’t-Tâlibîn, s. 82-83.

[17] Reşahât, s. 184.

[18] Reşahât, s. 184.

[19] Muîneddîn Nakşbendî, Kenzü’s-Saâde, s. 727.

[20] Reşahât, s. 187-189.

[21] Bkz. Pârsâ, Makāmât-ı Alâeddîn-i Attâr (drl. Ebû’l-Kâsım Buhârî), vr. 168b; Câmî, Nefahât, s. 543; Reşahât, s. 190.

[22] Reşahât, s. 190.

[23] Reşahât, s. 176.

[24] Reşahât, s. 185.

[25] Tefvîz: Kulun irâdesini Hakk’ın irâdesine râm ederek kâmil mânâda teslîm olması ve neticeden râzı olabilmesidir. Böylece gam, keder ve kaygılardan kurtulmuş olur. Şu hâdise bu hususu ne güzel îzah eder:

On dokuzuncu asrın meşhur mutasavvıflarından Şeyh Muhammed Nûru’l-Arabî’nin, “beşerî irâde”yi, yani “cüz’î irâde”yi inkâr ettiği yolunda bir dedikodu yayılır. Bunu duyan Sultan Abdülmecid Han, Hazret-i Pîr’in huzur derslerine çağrılmasını ve orada kendisine bu meselenin sorulmasını irâde buyurur. Kendisine meselenin keyfiyeti suâl edildiğinde Hazret şöyle cevap verir:

“–Ben umûmî mânâda cüz’î irâde yoktur deyip onu inkâr etmedim. Ancak bâzı insanlar için onun âdeta yok hükmünde olduğunu söyledim. Çünkü evliyâullâh’ın büyükleri, dâimâ huzûr-i ilâhîde oldukları idrâkiyle yaşadıkları için, cüz’î irâdelerinin tezâhür imkânı yok denilecek kadar azdır. Bu sebeple her hâlükârda kendi irâdelerine değil, mülkünde bulundukları Cenâb-ı Hakk’ın irâdesine tâbî olarak hareket ederler. Aksi hâlde, edebe mugâyir davranmış ve kusur işlemiş olurlar. Meselâ bizler şimdi pâdişâhın huzûrundayız. «Gel» denilir geliriz; «git» denilir gideriz. İrâdemizi, bizi kuşatan pâdişah irâdesine rağmen isteğimize göre kullanmamız mümkün değildir. Hâlbuki bir de dışarıdaki gâfillere ve diğer mahlûkâta bakın; gâyet serbest ve irâdelerinde hürdürler.”

Bu îzâhı çok beğenen pâdişah, Şeyh Muhammed Nûru’l-Arabî’ye ihsan ve ikramda bulunur. İşte Allah Teâlâ’nın her zaman ve mekânda hâzır ve nâzır olduğunun şuur ve idrâki içinde yaşayan ihsân ehli has kullar, tefvîz-i umûr/işlerini Allâh’a havâle ederek kendi arzuları yerine her hâlükârda ilâhî irâdeye râm olurlar...

[26] Reşahât, s. 177-178.

[27] Reşahât, s. 179.

[28] Reşahât, s. 180.

[29] Reşahât, s. 181.

[30] Reşahât, s. 326-327.

[31] Yâkub Çerhî, Risâle-i Ünsiyye [Ney-Nâme içinde], s. 105.

[32] Yâkub Çerhî, a.g.e, s. 117.

[33] Çerhî, Şerh-i Esmâ-i Hüsnâ, s. 26; Çerhî, Cemâliyye-Havrâiyye, s. 34.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altın Silsile, Erkam Yayınları

 

İslam ve İhsan

ALTIN SİLSİLE

Altın Silsile

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.