Bedr'in Arslanları

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- şöyle demiştir:

“Biz Bedir’de Allâh Rasûlü’ne sığınıyorduk. O gün kendileri, düşmana en yakın duranımız, insanların en cesur ve metânetli olanı idi.” (Ahmed, I, 86)

Habîb-i Ekrem’in cesâreti husûsunda Berâ -radıyallâhu anh- da:

“Vallâhi, biz savaş kızıştı mı Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e sığınırdık. Bizim en cesûrumuz, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’le aynı hizâda durabilendi.” demiştir. (Müslim, Cihâd, 79)

Ashâb-ı kirâm, bu gazvede çok büyük fedâkârlık ve kahramanlıklar gösterdi. Bilhassa Allâh’ın Arslanı Hazret-i Hamza -radıyallâhu anh- büyük bir şecaat ve cengâverlik numûnesi sergiledi. Nitekim müşriklerin ileri gelenlerinden Ümeyye bin Halef, ashâbdan Abdurrahmân bin Avf’a:

“–Savaşta alâmet olarak sadrına deve kuşu kanadı takan zât kimdi?” diye sormuş:

“–O, Hamza bin Abdulmuttalib’dir!” cevâbını alınca da:

“–İşte bize ne yapıldıysa hep o yaptı!” demişti. (İbn-i Hişâm, II, 272)

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- da amcası Hamza gibi kahramanlık göstermiş, müşriklerin başlarını vurup vurup yere düşürmüştü.

Ebû Cehil, at üzerinde recezler söyleyerek kendisinden hiçbir savaşta intikam alınamayacağını iddiâ ediyor ve:

“Anam beni bu gibi işler için doğurdu!” diyerek övünüp duruyordu. (İbn-i Hişâm, II, 275)

Abdurrahmân bin Avf -radıyallâhu anh- der ki:

“Bedir günü sağıma soluma baktım, Ensâr’dan iki gencin arasında olduğumu gördüm. Oysaki daha kuvvetli kimseler arasında bulunmak isterdim. Onlardan biri diğerine duyurmadan bana:

«–Ey amca! Sen Ebû Cehil’i tanır mısın?» diye sordu. Ben de:

«–Evet, tanırım! Ne yapacaksın onu?» dedim. Genç:

«–Duyduğuma göre o Rasûlullâh’a sövermiş! Varlığım kudret elinde olan Allâh’a yemin ederim ki, onu bir görürsem, ikimizden eceli gelmiş olan biri ölmedikçe ondan ayrılmayacağım!» dedi.

Gencin bu sözüne şaştım. Öbür genç de aynı şeyleri söyledi. Bu iki gencin arasında olduğum için büyük bir sürûr duydum. Az sonra Ebû Cehil’i harp meydanında dönüp dururken gördüm ve:

«–Bakın işte sorduğunuz adam!» dedim.

Gençler hemen kılıçlarını sıyırdılar. Ebû Cehil’e doğru koştular ve onu kılıçtan geçirdiler. Bu gençler, Muâz bin Afrâ ile Muâz bin Amr idi.” (Buhârî, Meğâzî, 10; Müslim, Cihâd, 42)

Muâz bin Amr şöyle anlatır:

“Ebû Cehil’i kılıçtan geçirdiğimde onun oğlu İkrime de bana bir kılıç vurup kolumu kesti. Elim derime asılı kaldı! Gün boyunca elim arkamda sürünerek savaşmaya devâm ettim. Bu hâldeyken çarpışmakta zorlanıyordum. Beni iyice rahatsız edince de üzerine ayağımla bastım ve onu koparıp attım!” (İbn-i Hişâm, II, 275-276)

Bir ara Peygamber Efendimiz:

“−Acaba Ebû Cehil ne yapıyor? Kim gidip bakar?” buyurdu. Abdullâh bin Mes’ûd -radıyallâhu anh- aramaya gitti ve onu yerde buldu. Hâdisenin devâmını kendisi şöyle anlatır:

Ben onu son dakikalarını yaşarken buldum ve tanıdım, boynuna ayağımla bastım:

“–Ey Allâh’ın düşmanı! Allâh seni zelîl ve hakîr kıldı değil mi?” dedim.

“–Allâh beni ne ile zelîl ve hakîr kıldı, kavminin öldürdüğü adamlar içinde benden daha üstün kim var? Ey koyun çobanı! Sen çetin ve erişilmesi çok güç olan bir yere çıkmışsın! Sen onu bırak da bana haber ver, bugün devran kimindir?” dedi.

“–Allâh ve Rasûlü’nündür!” dedim. Onu kendi kılıcıyla öldürdükten sonra Rasûlullâh -aleyhissalâtü vesselâm-’ın yanına vardım:

“–Ebû Cehil’i öldürdüm!” dedim. Allâh’a hamd ü senâ etti ve:

“–O, bu ümmetin Firavun’u idi.” buyurdu. (Buhârî, Meğâzî, 12; Ahmed, I, 444; İbn-i Hişâm, II, 277; Vâkıdî, I, 89-90)

Ümmü Hârise’nin oğlu, Bedir Gazvesi’nde düşman tarafından rastgele atılan bir okla şehîd edilmişti. Bunun üzerine annesi Allâh Rasûlü’nün huzûruna gelerek:

“−Yâ Rasûlallâh! Eğer oğlum Hârise cennette ise sabreder sevâbını beklerim, aksi takdirde onun için var gücümle ağlarım.” dedi.

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ona şu müjdeli haberi verdi:

“−Ey Ümmü Hârise, cennette birçok dereceler vardır. Oğlun bunlardan (en yüksek derece olan) Firdevs-i A’lâ’ya erişti.” (Buhârî, Cihâd, 14; Ahmed, III, 272)

Bu müjde üzerine Hârise’nin annesi tebessüm ederek dönüp giderken kendi kendine:

“–Bak hele! Bak hele senin şu yüce nasîbine ey Hârise!” diyordu. (İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, I, 426)

Bedir Gazvesi, aynı zamanda İslâm ve îmânın varoluş mücâdelesi olması sebebiyle de, bu ilk büyük cihâda iştirâk eden ashâb-ı güzîn, müslümanların en fazîletlileri olma şerefine nâil oldular. Hak Teâlâ, bu savaşta melekler ordusunu da seferber etti. Bedir’deki ulvî heyecan şerâresine iştirâk eden melekler de diğer meleklere göre daha büyük bir izzet kazandılar. Nitekim Cebrâîl -aleyhisselâm-, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e:

“–Yâ Rasûlallâh! Bedir harbine katılanlar hakkında ne düşünüyorsunuz?” diye sorduğunda, Varlık Nûru Efendimiz:

“–Onları, müslümanların en fazîletlileri sayıyoruz.” cevâbını verdiler.

Cebrâîl -aleyhisselâm- da şu mukâbelede bulundu:

“–Biz de meleklerden Bedir Harbi’ne iştirâk edenleri, aynı şekilde meleklerin en hayırlıları sayıyoruz.” (Buhârî, Meğâzî, 11)

***

O gün öğleye doğru savaş mü’minlerin galebesiyle nihâyete erdi. On dört müslüman şehîd olmuş, buna mukâbil Ebû Cehil de dâhil olmak üzere yetmiş müşrik öldürülmüş, yetmiş kadar da esir alınmıştı. Böylece bedbaht müşrikler, gerçi Bedr’e gelmekle yiğitlik gösterdiler, ama arzu ettikleri zafer şarabı yerine ecel kadehlerinden ölümü yudumladılar. Câriyeleri, şarkı söylemek yerine ağlaşarak yas tuttular. Kendi saflarındaki Arapların karınlarını doyurmak yerine, onları acıkmış cehennem çukurlarına doldurdular.

Peygamber Efendimiz, zırhı üzerinde olduğu hâlde:

سَيُهْزَمُ الْجَمْعُ وَيُوَلُّونَ الدُّبُرَ

“O topluluk yakında hezîmete uğrayacak ve arkalarını dönüp kaçacaklardır.” (el-Kamer, 45) âyetini okuyarak çadırından çıktı. (Buhârî, Cihâd, 89)

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- şöyle der:

“Bu âyet Mekke’de nâzil olduğu zaman kendi kendime; «Acabâ hangi cemaat bozguna uğratılacak? Kime galebe çalınacak?» demiştim. Bedir günü gelip de Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu âyeti okuduğunu duyunca, hezîmete uğrayacağı bildirilen topluluğun Kureyş müşrikleri olduğunu anladım. Âyetin tefsîrini o gün öğrendim.” (İbn-i Sa’d, II, 25; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 312)

İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ-;

اَلَمْ تَرَ اِلَى الَّذِينَ بَدَّلُوا نِعْمَةَ اللهِ كُفْرًا وَاَحَلُّوا قَوْمَهُمْ دَارَ الْبَوَارِ

“Allâh’ın nîmetine nankörlükle karşılık veren ve sonunda kavimlerini helâk yurduna sürükleyenleri görmedin mi?” (İbrâhîm, 28) âyetini tefsîr ederken:

“Vallâhi onlar, Kureyş kâfirleridir. Nankörlükle karşılanan nîmet, Muhammed -aleyhissalâtü vesselâm-’dır. Kavimlerini helâk yurduna sürüklemeleri ise, Bedir günü kavimlerini ateşe götürmeleridir.” demiştir. (Buhârî, Meğâzî, 8; Tefsîr, 14/3)

İslâm’ın ve îmânın zaferi ile netîcelenen Bedir Gazvesi, Allâh’ın samîmî, ihlâslı ve müttakî kullarına yardımını gösteren büyük mûcizeler ve onlardan alınacak pek çok ibretlerle doludur.

Bu muazzam zaferden sonra Cenâb-ı Hak, müslümanlara bir ucub (kendini beğenme) hâli gelmemesi için şu âyet-i kerîmeyi inzâl etti:

فَلَمْ تَقْتُلُوهُمْ وَلَكِنَّ اللهَ قَتَلَهُمْ وَمَا رَمَيْتَ اِذْ رَمَيْتَ وَلَكِنَّ اللهَ رَمَى وَلِيُبْلِىَ الْمُؤْمِنِينَ مِنْهُ بَلاَءً حَسَنًا اِنَّ اللهَ سَمِيعٌ عَلِيمٌ

“(Ey Peygamber!) Onları siz öldürmediniz, fakat Allâh öldürdü. Attığın zaman da Sen atmadın, fakat Allâh attı. Ve bunu, mü’minleri güzel bir imtihanla denemek için (yaptı). Şüphesiz Allâh, işitendir, bilendir.” (el-Enfâl, 17)

İnsanın sâhip olduğu kuvvet ve kudret, ilâhî takdîr çerçevesi içindedir. Bundan dolayıdır ki;

لاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ اِلاَّ بِاللهِ الْعَلِيِّ الْعَظِيمِ

“Azîm ve yüce Allâh’tan başka (kimsede) güç ve kuvvet yoktur.” buyrulmuştur. Çünkü ezelde yok olduğu hâlde, ancak Allâh’ın lutuf ve keremi sâyesinde var olan bütün mahlûkâtın sâhip olduğu her şey, Allâh Teâlâ’dandır. Bu sebeple küllî irâde, bütün vak’aları, hâdiseleri ve mahlûkâtı ihâta ve ihtivâ eder. Bu, irâde ve gücün aslı Yaratan’a âit demektir. Ancak insan bu dünyâya imtihan için gönderildiğinden, ona cüz’î bir irâde verilmiş ve hayra da şerre de istîdatlı kılınmıştır. Bu gücü kullanma ise, onun irâdesine bırakılmıştır.

KAYNAK: Osman Nuri TOPBAŞ, Hazret-i Muhammed Mustafa-1, Erkam Yayınları, İstanbul

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.