Neden Hep Müslümanlar Zulüm Altında?

Geçen günlerde bir dersimizde, Peygamber Efendimiz ve ashâbının nasıl işkencelere mâruz kaldığı konusunu işlerken, bir öğrencim dayanamayarak ayağa kalktı ve: “Hocam, ben dayanamıyorum, anlayamıyorum… Neden eskiden beri hep müslümanlar çile çekiyor? Neden hep müslümanlar zulüm altında? Neden hep müslümanlar fakir?! Düşündükçe çıldıracak gibi oluyorum…” diyerek gözyaşlarına boğuldu.

İlk insandan günümüze kadar her devirde yaşayan insanlar, karşılaştıkları zorlukları görünce, “Bundan daha zor günler olmamıştır herhâlde!” diye düşünmüştür. Her devrin zorluk ve imtihanı, onu yüklenenin tâkâti nisbetindedir.

Şüphesiz bizler de yaşadığımız şu günlere bakarak, bazen karamsarlığa düşüp:

“-Ne günlere kaldık?! Dünyanın her yerinde insanlar, insanlığını unutmuş!” diyoruz.

İSLAM COĞRAFYASININ PERİŞAN HÂLİ

Hele İslâm coğrafyasının perişan hâli yüreklerimizi dağlamakta… Evimizin bir odası mesabesinde olan Sûriye ve bilhassa Halep’ten yükselen feryatlar, vicdanlarımızı dağlamakta ve Arş-ı Âlâ’ya ulaşmakta… Düşman, elindeki her çeşit kitle imhâ silahını, ölenin kim olduğuna bakmaksızın, hiçbir tereddüt ve merhamet emâresi göstermeksizin mazlum kadınların, sabî çocukların ve çaresiz erkeklerin üzerine yağdırmakta… Nasıl bir suçsa Sûriye’de yaşayan insanların suçu(!), bütün herkes oturmuş, bu cürmü işleyen mâsumların hunharca katledilişini izlemekte…

Diğer bir acı coğrafyada, Myanmar’da insanlar sırf “farklı” olduğu için, “Müslüman” olduğu için öldürülmekte, yakılmakta, sürgüne mâruz bırakılmakta… Canını verip îmânını vermeyen 21. asrın yiğit Bilâlleri, Yâsirleri ve Sümeyyeleri; yanık beden kokuları arasından şehâdete doğru kanat çırpmakta… Açlıktan aklını yitirmiş yaşlı nineler ile aksakallı pîr-i fanîlerin dişsiz ağızlarından etrafa saçtıkları mâsum tebessümleri, biz çaresiz müslümanları göğsümüzün en hassas noktasından hançerler oldu.

Elimizden bir şeyin gelmeyişi, Ensar olmanın hakkını veremeyişimizin mahcûbiyeti, dünyada müslümanlar îmanlarının bedelini binbir çilelerle öderken bizlerin sıcak evlerimizde çeşit çeşit yiyeceklerle dolu sofralarımıza kurulup ahkâm kesmemiz, artık bizi bile utandırır oldu.

Geçen günlerde bir dersimizde, Peygamber Efendimiz ve ashâbının nasıl işkencelere mâruz kaldığı konusunu işlerken, bir öğrencim dayanamayarak ayağa kalktı ve:

“-Hocam, ben dayanamıyorum, anlayamıyorum… Neden eskiden beri hep müslümanlar çile çekiyor? Neden hep müslümanlar zulüm altında? Neden hep müslümanlar fakir?! Düşündükçe çıldıracak gibi oluyorum…” diyerek gözyaşlarına boğuldu.

Aslında bu dile getirilen cümleler, birçok öğrencim gibi, halkımızın da duygularına tercüman olmaktaydı. Benzer duygular içinde olan sınıftaki arkadaşları da bu soru üzerine, vereceğim cevaba dikkat kesildi. Herkes gönüllerine inşirah verecek bir cevap bekliyordu. Akıllarınca, “Dur, isyan etme!” diyecek, gönüllerine su serpecek bir cümlenin peşindeydiler.

MÜSLÜMANLAR AÇISINDAN ZOR GÜNLER

Öncelikle Allah günleri insanlar arasında döndürüp dolaştırdığını haber vermiş. (Bkz: Âl-i İmrân, 140-141) Yani Müslümanlar açısından zor günler de var, mutlu-huzurlu günler de… Hattâ tarihe baktığımız zaman, “Allâh’ın rahmetinin gazabını geçtiğini”[1] ve Müslümanların refah ve bolluk dönemlerinin, sıkıntı dönemlerinden daha fazla olduğunu görüyoruz. Fakat maalesef son iki-üç yüz yıl, İslâm Âlemi olarak bâdireli bir dönemden geçtiğimiz de bir hakikat…

Şu anki hâlimizi anlamak üzere, Kur’ân-ı Kerîm’in asırları aydınlatan rehberliğine çevirdik gönüllerimizi… Dikkatimizi çeken âyet-i kerîmelerden bir tanesi şu:

“İnkâr edenlerin (refah içinde) diyar diyar gezip dolaşması, sakın seni aldatmasın! Onların az bir faydalanmadan sonra varacakları yer, Cehennemdir. O, ne kötü bir varış yeridir! Fakat Rab’lerine karşı gelmekten sakınanlar için, Allah tarafından bir ikrâm olarak, altlarından ırmaklar akan, ebedî kalacakları Cennetler vardır. Sâlih kimseler için Allah katındaki (nîmetler) daha hayırlıdır.” (Âl-i İmrân, 196-198) buyuruyordu Rabbimiz!..

Demek ki, her devirde benzer tipler olmuş. Şımarık, zengin, müreffeh tipler; kâfir oldukları hâlde, bu dünya hayatında zaman zaman rahatlık içinde yaşayıp gezip tozmuşlar. Mü’minlere tepeden bakmışlar. Bazen de Müslümanlar, onların bu dünyevî saâdetlerine iç geçirip imrenmişler. “Niye onlar, Müslümanlar zulüm ve isyan içindeyken bu kadar müreffeh bir hayat sürüyorlar?” diye düşünmüşler. Rabbimiz, bu düşüncenin temelinde bir yanlışlık olduğunu ifade buyuruyor öncelikle… Dünya hayatı ile âhiret hayatı bir olmaz diyor, ilk olarak… Birisi gelip geçici, birisi sonsuz bir hayat… Birisi, Allah’tan uzak, gerçeklikten uzak bir rüya âlemi… Diğeri, hayatın ta kendisi… Refahın, huzurun, ilâhî müjde ve mükâfâtlara nâil olma mutluluğunun dâimî yaşanacağı bir hayat… Peygamber Efendimizin lisânıyla, “Esas hayat, âhiret hayatı…”[2]

ESAS CEZA SONSUZ ÂLEMDE

İşte insan, biraz sonra uyanacağı acı dolu gerçek bir âlem var, ama o, rüyasında krallar gibi yaşıyor. O saltanatın, debdebenin ne anlamı var, gözlerini açınca bitecek olduktan sonra?! En kötü kâbusu görse insan rüyasında, eğer bilirse ki bu bir rüyadır, kâbusun ne ehemmiyeti var?! Ya kısacak bir rüyadaki güzellik uğruna, sonsuza kadar devam edecek bir âlemi insan mahvetmişse… İşte kâfir bu, zâlim bu…

Rabbimiz, dünyayı imtihan âlemi yapmış. Burada her suçlu, her zâlim, her kâfir yaptığı işin cezasını çekmiyor, çekemiyor. Zaten herkes inkâr ve isyanının cezasını hemen çekmiş olsa, kimse kötülük yapmaya cesaret edemez. İçindeki duygu ve düşüncelerini saklar, olduğundan farklı davranır. Gerçi “seriyyu’l-hisâb: hesapları çabuk gören” Rabbimiz, bazı suç ve günahların cezasını, ibret ve îkaz mahiyetinde bu dünyada da kesiyor; ama asıl hesap öbür âlemde… Mutlak adâlet orada tecellî edecek… Zira buradaki hesap, geçici ve eksik… İnsanlar çeşitli sebeplerle buradaki cezadan kurtulabiliyorlar. Fakat asıl ceza, sonsuz âlemde önlerine çıkacak… Orada kaçış, bahane, sahte deliller, sahte şâhitler yok… Ölüp kurtulmak da yok!.

Rabbimiz, kullarına imhâl ediyor (mühlet tanıyor), fakat kesinlikle kimseyi ihmal etmiyor. Allâh’ın kaderi, bir değirmen taşı gibi, yavaş yavaş ama öğüterek tecellî ediyor.

Diğer taraftan kâfir ve zâlimlerin, bu dünyada karşılaştıkları refah ve ikramlar, onların kendi iç dünyalarında veya çevrelerinde yapmış oldukları iyiliklerin karşılığının bu dünyada kendilerine ödenmesi kabîlinden… Meselâ sırf insanî bir duyguyla, bir kediye-köpeğe su veren veya insanlara az-çok iyilik ve merhamet gösteren kâfirler; o iyiliklerin bedelini bu dünyada peşinen almış oluyorlar. Böylece âhirete sadece “kötülükleri ve inkârları” kalıyor.

Rahat bir hayat, savaş olmayan ülkelerde yaşamak, emekli olup sırtına çantasını takıp dünyayı gezmek, sıhhatli ömür sürmek vs… Yani bu dünyada Müslümanlara nazaran refah bir hayat yaşıyorlar. Kıyamet kopup hesap defteri açıldığında, îmansız olmaları hasebiyle Cehennemlik olduklarını öğrendiklerinde:

“-Rabbimiz, bizim dünyada insanlık îcâbı yaptığımız az-çok iyiliklerimiz vardı, onların ecri nerede?” diye sorduklarında Cenâb-ı Hak:

“-Siz yaptığınız bütün iyiliklerin ecrini, dünyada müreffeh bir hayat yaşamakla, Benim mülkümde yaşayıp Benim nîmetlerimle nîmetlenerek aldınız. Sizin nasibiniz dünyada iken ödendi!” buyuracak... Ve onlar, ebedî Cehennemin vârisleri olacaklar.

Müslümanlar ise dünyada iken zorluk, sıkıntı, hastalık, fakirlik, zulme uğrama, savaş vb. imtihanlara mâruz kaldığında bu zorluk ve sıkıntılar, onların var olan günahlarına kefaret olacak! Günâhı yoksa makamlarının yücelmesine vesîle olacak... Mâsum insanlar zulme uğrayarak öldüklerinde, peygamberlikten sonra en yüce makam olan şehitlik makamına ulaşacaklar ve hiç ölmeyecekler, ölüm acısını hiç duymayacaklar.

Mâsumâne ölen yavrular, Cennetin kapısında anne-babalarına rehberlik edecekler. Onların hâmîsi İbrahim -aleyhisselâm- olacak... Zira bir hadîs-i şerîfte Peygamber Efendimiz şöyle buyuruyor:

“Müslümana, vücuduna batacak bir dikene varıncaya kadar yorgunluk, hastalık, istikballe ilgili endişe, geçmişe dair üzüntüler, başkalarından gelen ezâ ve cefâlar, gönül sıkıntısı isabet ederse, Allah, başına gelen bu musîbetler sebebiyle o müslümanın günahlarından bir kısmını kefâret eder ve örter.” (Buhârî, Merdâ, 1,3; Müslim, Birr, 49)

MÜSLÜMANLARIN BAŞINA GELENLER

O hâlde müslümanın başına gelen en küçüğünden en büyüğüne bütün felâketler, onun ebedî hayatta işini kolaylaştıracak ve hayrına olacak!..

Müslümanların bu dünyada çile çekmelerinin bir diğer sebebi ise, insanların iç âlemlerinin ortaya dökülmesi; samimiyet, ihlâs, nifak ve küfrün belli olmasıdır. Zorlukla karşılaşmadıkça îman ve küfür noktasındaki sebat, gayret, azim ve fedâkârlıklar sâbit olmaz. Bu husus, pek çok âyet-i kerîmede ortaya konmuştur:

“İnsanlar imtihandan geçirilmeden, sâdece «Îmân ettik» demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar? Andolsun ki, Biz, onlardan evvelkileri de imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya çıkaracaktır.” (el-Ankebût, 2-3)

“Yoksa Allah, içinizden cihâd edenleri belli etmeden, sabredenleri ortaya çıkarmadan Cennete gireceğinizi mi sandınız?” (Âl-i İmrân, 142)

(Ey îmân edenler!) Yoksa siz, sizden önce gelip geçenlerin başına gelenler size de gelmeden Cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluklar, öyle sıkıntılar dokundu ve öyle sarsıldılar ki, hattâ peygamber ve beraberindeki îmân edenler: «Allâh’ın yardımı ne zaman?» derlerdi. Bak işte! Gerçekten Allâh’ın yardımı yakındır.” (el-Bakara, 214)

Tevhîd mücâdelesi yolunda çetin imtihanlarla karşılaşmak, sünnetullah îcâbıdır. Bütün peygamberler ve sâdık kullar, hep meşakkat çekmiş, eziyete mâruz kalmış, hattâ bir kısmı da bu uğurda şehîd edilmiştir. Bu sebeple bir müslümanın, meşakkat veya zorluklarla karşılaştığında ümitsizliğe kapılması doğru değildir. Bilâkis mü’minler, Allâh’ın emrini gerçekleştirme husûsunda zarar ve musîbetlere ne kadar çok tahammül gösterirlerse, Allâh’ın rızâsına ve muvaffakıyyete o nisbette çabuk nâil olacaklarını bilmelidirler.

Bizler, bizden öncekilerin îmanlarından ve îmanları uğrunda taviz vermeyişlerinden ibret alarak, öncelikle îmânımızı muhafaza etmeli, dînimizi tâvizsiz yaşayıp gelecek nesillere tâviz verilmemiş bir dîn ve îmân ile örnek olmalıyız. Ve hâlimizden şikâyet etmek yerine, kul olarak elimizdeki nîmetleri Allah yolunda kullanmanın yollarını aramalıyız. Nerede hata ediyoruz ki, bu musibetler devam ediyor diye düşünmeli ve İslâm dâvâsında gayretimizi artırmalıyız. Zira şikâyet etmek bir çâre ve çözüm yolu olsaydı, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbına, kendilerinden daha zor durumda îman mücâdelesi veren geçmiş ümmetlerin hâlini anlatmazdı.

KAFİRLERİN DÜNYADA YAPTIKLARI ZULÜMLER YANLARINA KÂR KALMAYACAK

Habbâb -radıyallâhu anh- der ki:

Bir gün Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Kâbe’nin gölgesinde iken, yanına varıp kendi­sine müşriklerden gördüğümüz işkenceleri şikâyet tarzında anlattık. O da bize şöyle buyurdu:

“Sizden evvelki nesiller arasında, yakalanıp bir çukura konan, sonra testere ile baştan aşağı ikiye bölünen, demir taraklarla etleri tırmıklanan ve yine de dîninden dön­meyen mü’minler olmuştur. Allâh’a andolsun ki, Allah Teâlâ bu dîni tamamlayacak, hâ­kim kılacaktır. O derecede ki, bir kişi, Allah’tan ve koyunlarına kurt saldırması endişesinden başka bir korku duymaksızın, San’a’dan Hadramevt’e gidip gelecektir. Ne var ki siz sabırsızlanıyorsunuz!..” (Buhârî, Menâkıbu’l- Ensâr, 29)

Bu hadîs-i şerîfte verilen müjdelerin bir bir gerçekleştiğine tarih şâhiddir. O hâlde Firavunlar, Nemrutlar ve onların devamı mâhiyetinde insanların üzerine bombalar yağdıran o zâlim ve kâfirler gürûhu bilmelidir ki, bu dünyada yaptıkları zulüm, hiçbir zaman yanlarına kâr kalmamıştır, kalmayacaktır. Tarihteki zorbaların bir zamanlar dünyayı titrettikleri saraylarının vîrânelerini şu an köpekler şenlendirmektedir. Kendilerinin, sonsuz bir hayatta olduğunu düşünüp kibirle tahtlarına kurulanların vücudu, toprağın altında çürüyüp gitmiş; isimleri yüzyıllar boyunca hep lânet ve bedduâlarla anılmıştır. Onların bu dünyada başlarına gelenler bunlardır. Âhiretteki hâllerini ise, hadîs-i şerîfler şöyle haber verir:

“Kıyamet günü mü’minler (Sırât’tan geçerek) ateşten kurtulduktan sonra Cennet’le Cehennem arasındaki bir köprü üzerinde durdurulurlar. Dünyada iken birbirlerine yaptıkları (küçük) haksızlıklar kısas edilir. Haksızlıklardan güzelce temizlenip pâk oldukları zaman Cennet’e girmelerine izin verilir. Muhammed’in nefsi elinde bulunan Allâh’a yemin ederim ki, onların her biri Cennet’teki menzilini, dünyadaki meskeninden çok daha kolay bulur.” (Buhârî, Rikâk 48)

DÜNYEVİ SIKINTI VE BELALAR

“Zâlim kıyamet günü gelir, öyle ki, Cehennem köprüsünün üzerinde, zâlimlerle engebeli yol arasında kaldığında mazlumlarla karşılaşılır. Mazlum onu tanır. Kendisine ne ile zulüm yapıldığını bilir. Zulmedenler hâlâ oradadır. Nihayet, onun elindeki iyilikleri söker alırlar. Eğer onun iyiliklerini bulamazlarsa, zulmettiği kadar kötülüklerinden ona verirler. Böylece zâlimler, Cehennemin en alçak seviyesine ulaştırılır.” (Heysemî, X, 354)

Dünyevî sıkıntı ve belâların hepsi, Allâh’ın göndermiş olduğu “cezalar” değildir. Aksine bu belâ ve musîbetler, biraz önce de ifade ettiğimiz gibi, mü’minlerin hata ve günahlarını temizlemek, Allah katındaki makamlarını yükseltmek içindir.

Ashâb-ı kirâmdan Sa’d -radıyallâu anh- şöyle demiştir:

“–Yâ Rasûlâllah, insanların en fazla belâya uğrayanı kimlerdir?” diye sordum. Şöyle buyurdular:

“–Peygamberler, sonra derece derece sâlih ve faziletli insanlardır. Kişi dindarlığı nisbetinde belayı uğratılır. Dininde sağlam ise belâsı ağırlaştırılır. Dininde gevşek ise dindarlığı nisbetinde belâya uğratılır. Belâ, kulun peşini bırakmaz; sonunda kul uğradığı belalarla üzerinde günah kalmayıncaya kadar günahlarından temizlenmiş olur.” (Tirmizî, Zühd, 57/2398; İbn Mâce, Fiten, 23)

Zaten Peygamber Efendimizin ve ashâbının yaşamış olduğu çile dolu hayat da ortadadır. O, Allâh’ın en sevdiği kul olmasına rağmen yarı aç, yarı tok yaşamış; doya doya uyumamış, hayatı binbir dert ve belâ ile geçmiştir. Lâkin O -sallâllâhu aleyhi ve sellem, bütün bu imtihanlar içinde bile îtidal ve huzurunu kaybetmemiş; Allâh’a büyük bir sabır, teslimiyet ve şükür içinde kulluk hayatına devam etmiştir. Unutulmamalıdır ki, imtihan ne kadar zorsa, ecir ve mükâfâtı da o nisbette büyüktür. Sonsuz bir saâdet yurdu olan Cennete kavuşmanın da bir bedeli olmalıdır. Bu bedel, muhtelif âyet-i kerîmelerde, karşılığında can ve mal verilen bir alışveriş olarak vasıflandırılmıştır. (Bkz: et-Tevbe, 20, 111)

Biz de “kendisine nîmet verilen” peygamberlerin, sıddîkların, sâlihlerin ve şehidlerin[3] yolundan giderken elbette onların çektiği sıkıntılara benzer bâdirelerden geçeceğiz. Mühim olan, bu dert ve musîbetler karşısındaki kalbî kıvamımızdır. Âyet-i kerîmede:

“Andolsun ki sizi biraz korku ve açlık; mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azaltma (fakirlik) ile deneriz. (Ey Rasûlüm!) Sabredenleri müjdele!” (el-Bakara, 155) buyrulmaktadır.

NİMETLERDEN HESABA ÇEKİLECEĞİZ

“Ümmet-i Muhammed” olarak, ilâhî çile imtihanlarından payımıza düşeni biz de çekeceğiz. Yani Peygamber Efendimizi seven, O’na tâbî olan, O’nun uğrunda baş koyan mü’minler olarak, sıkıntı ve belâlara hazır olacağız. O, kendisini gönülden seven ashâbını da bu belâ ve musîbetlerle müjdelemiştir. (Bkz. Tirmizî, Zühd, 36)

Şüphesiz hayat kısa bir yolculuk; o hayat içinde gelecek her türlü dert ve belâ da birer konaklama menzilidir. Yol kısa olduğu gibi, musîbetler de gelip geçicidir. Mühim olan, türlü türlü musîbet ve insanı üzen imtihanlar karşısında, “kulluk istikâmetinden”, “Kur’ân ve Sünnet çizgisinden” sapmamaktır. Ufak sürçmelerde bile hemen îtidâli korumak, pişmanlık ve tevbe ile yola revân olmaktır.

Rabbimiz, bize ihsan ettiği nîmetlerden de bizi hesaba çekeceğini haber vermiştir. (Bkz: et-Tekâsür, 8) O hâlde bazen rahmet içinde gazab, bazen de gazab içinde rahmet olabilir. Zira Allah hayırla da, şerle de kulunu imtihan eder. (Bkz: el-A’râf, 168; el-Enbiyâ, 35) Hangi nîmet ve hangi sıkıntının ne mâhiyette olduğu; bizim onunla karşılaştığımızdaki hâlimize göre şekillenecektir. Görünüşteki nîmet bizi şımartıp şaşırtıyorsa, aslında nîmet olmaktan çıkmış demektir. Yine dert ve belâ, bizi Allâh’a yaklaştırıyorsa, başlı başına rahmete dönüşmüş demektir. O hâlde mü’minin ruh âlemi, hayatın bütün gel-gitleri içinde sabır-şükür dengesini korur ve kulluk istikametinden sapmaz. İnsan, bu dünyada başına gelen her hâlin bir imtihan olduğunu fark ettiği anda, bütün mesele çözülmüş demektir.

Bizler, bugün ülke olarak, millet olarak, yoklukla, savaşla imtihan olmuyoruz. Bizler varlıkla ve dünyanın imkânları ile imtihan oluyoruz. Bu zor günler, bu imkânlarımızı Allah yolunda seferber etmenin tam vaktidir. Âyet-i kerîmede Rabbimiz, zorluk zamanlarında infak ve hicretin ecrinin, bolluk ve refah ânındakiyle bir olmadığını haber vermiştir. (Bkz: el-Hadîd, 10)

Ümmet-i Muhammed olarak, büyük bir fethin arefesindeyiz. Her tarafta meydana gelen ağrı ve sızılar, büyük bir fecrin doğuşunun habercisidir. Bugün Allah yolunda atılan bir adım, büyük bir fetih ve refah döneminde atılan yüzlerce adımdan daha değerlidir. Mahrumiyet zammından pay almak istiyorsak, bugün tam zamanı!.. Sızlanmakla, anlık üzülmelerle, akıllı telefonlarda savaş fotoğrafları paylaşmakla, timsah gözyaşları döküp, “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın!” düşüncesi ile vakit kaybetmemeliyiz.

Hele hele dünyada mazlumların âhı Arş’ı çınlatırken hiçbir şey yokmuş gibi gezme-tozma, çeşit çeşit ziyafet adresleri ve moda-kıyafet derdine düşmüş gafillerden olmayalım. Aksi hâlde bu büyük bir vebal ve acı bir pişmanlık sebebi olarak yarın karşımıza çıkacaktır.

Rabbimiz, cümlemizi dünya nimetlerini, kendi rızası yolunda kullanarak “asrın ensârları” olmanın hakkını veren ve geçici dünya imtihanından yüklü bir âhiret sermayesi ile çıkan kullarından eylesin. Âmin.

[1] Bkz: Buhârî, Tevhîd, 55.

[2] Bkz. Buhârî, Cihâd 33, 110, Menâkıbu’l-Ensâr 9, Megâzî 29, Rikâk 1; Müslim, Cihâd 126.

[3] Bkz: en-Nisâ, 69.

Kaynak: Halime Demireşik, Şebnem Dergisi, 143. Sayı

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

  • “-Rabbimiz, bizim dünyada insanlık îcâbı yaptığımız az-çok iyiliklerimiz vardı, onların ecri nerede?” diye sorduklarında Cenâb-ı Hak: “-Siz yaptığınız bütün iyiliklerin ecrini, dünyada müreffeh bir hayat yaşamakla, Benim mülkümde yaşayıp Benim nîmetlerimle nîmetlenerek aldınız. Sizin nasibiniz dünyada iken ödendi!” buyuracak… Ve onlar, ebedî Cehennemin vârisleri olacaklar. EĞER AYET İSE LÜTFEN AYET NUMARASINI YAZINIZ. İNSANLAR HEM KUR'AN ALIŞKANLIĞINI ELDE ETMİŞ OLUR.

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.