İslam’da Evlat Edinme

İslâmiyet, herkesin, kendisini dünyaya getiren anne ve babasının evlâdı olduğunu, evlât edinmenin kan bağı ve akrabalık meydana getirmediğini Peygamber Efendimi­z'in şahsında örneklendirmiştir. Peki, İslam'da evlat edinme var mıdır? 

Nesebi belli olsun olmasın başkasına ait bir çocuğu kendi çocuğu olarak kabul etme anlamındaki evlât edinme geçmişte ve günümüzde rastlanan sosyal ve hukukî bir vakıadır. Arapça’da evlât edinme karşılığında kullanılan tebennî, “oğul” anlamındaki ibn kelimesinden türemiş olup “oğul edinme” demektir. Evlât edinme kurumunun var olduğu hemen bütün toplumlarda görüldüğü gibi eski Arap toplumunda da sadece erkek çocuklar evlât edinildiğinden bu vâkıa tebennî kelimesiyle ifade edilmiştir. Kız çocuklarının evlât edinilmesi sonraki dönemlerde görülür.

CAHİLİYE DÖNEMİNDE EVLAT EDİNME

Evlâtlık kurumuna İslâmiyet öncesi Arap toplumunda rastlanmaktadır. Araplar’da çok evlilik ve ölen ağabeyin hanımı ile evlenme uygulaması mevcut olduğu halde onlar aynı Sâmî kökten gelen yahudiler gibi bu kurumu reddetmemişlerdir. Hz. Peygamber, nübüvvetten önce eşi Hatice’nin kendisine hediye ettiği Zeyd b. Hârise adlı köleyi ailesinin satın almak istemesi üzerine âzat etmiş, fakat Zeyd Resûl-i Ekrem’in yanında kalmayı tercih etmiş, bunun üzerine Resûlullah onu evlât edinmiştir. Câhiliye döneminde evlât edinenle evlâtlığın birbirlerine mirasçı oldukları anlaşılmaktadır.

İslâm’ın ilk yıllarında eski geleneğin devamı olarak bir süre muhafaza edilen evlâtlık kurumu Medine döneminde nâzil olan, “Allah evlâtlıklarınızı öz oğullarınız olarak tanımadı” (el-Ahzâb 33/4) meâlindeki âyetle kaldırılmış, ardından gelen âyette de evlâtlıkların evlât edinenlere değil asıl babalarına nisbet edilmesi emredilmiştir. Bu kurumun İslâm hukukunca benimsenmemesi, böyle bir uygulamaya sevkeden dinî telakkilerin bâtıl inançlardan kaynaklandığının ortaya konması, ayrıca karşıladığı bazı psikolojik ve sosyal ihtiyaçların İslâm’da farklı kurumlarla karşılanması ve esas itibariyle evlâtlık uygulamasının sunî oluşuyla izah edilebilir.

İSLAM TOPLUMUNDA EVLAT EDİNİLMEMESİ

İslâm dininde atalar kültüne özel bir önem ve değer verilmediğinden çocuğu bulunmayan ailelerin mutlaka bir evlâtlık edinerek ailelerini ve atalar kültünü devam ettirmelerine gerek görülmemiştir. Aileleri evlâtlık uygulamasına sevkeden âmillerin başında çocuklarının olmayışı gelir. Çocuksuz ailelerin bu ihtiyaçları, boşanmaya imkân tanınıp yeniden evlenmenin sağlanması ile ayrıca birden fazla evliliğe izin verilmekle giderilmeye çalışılmıştır. Esasen çok evliliğe izin veren diğer hukuk sistemlerinde de evlât edinme kurumuna genelde rastlanmamaktadır.

Evlâtlık kurumunu yaşatan etkenlerden biri de kimsesiz çocukların bakım ve gözetim ihtiyacıdır. Bunlara nesebi belli olmayan çocuklar da eklenebilir. I. ve II. Dünya savaşlarının doğurduğu sosyal problemler çerçevesinde Batı’da nesebi belli olmayan veya kimsesiz kalan çocukların sayısında büyük bir artış meydana gelmiş ve evlât edinme kurumunun tekrar hukuk sistemlerinin gündemine girmesinin önemli faktörünü oluşturmuştur.

Müslümanlığın evlenmeyi kolaylaştırıp özendirmesi, boşanmaya cevaz vermesi, gayri meşrû birleşmelere ağır cezalar tertip etmesi İslâm toplumunda evlilik dışı çocukların sayısını çok azaltmıştır. Öte yandan çocukların bakımı İslâmiyet’in özen gösterdiği konuların başında gelir. Kur’ân-ı Kerîm’in muhtelif âyetleri (meselâ bk. el-Bakara 2/220; en-Nisâ 4/8-10; ed-Duhâ 93/9) kimsesizleri koruyup gözetme ve onlara iyi davranma mecburiyetini getirirken savaş ganimetlerinin paylaşımını konu alan âyetler de (el-Enfâl 8/41; el-Haşr 59/8) bu mallardan yetimlere pay ayırarak devleti kimsesizlere sahip çıkma hususunda sorumlu tutmuştur.

Ayrıca terkedilmiş çocuklarla ilgili olarak getirilen esaslar (bk. LAKĪT) veya çocukların bakımı ve gözetimi konusunda akrabaya, belirli kurum ve kuruluşlara yüklenilen ödevler (bk. HİDÂNE), evlât edinme kurumunun karşılamış olduğu ihtiyaçlara cevap verecek bir nitelik taşımaktadır.

Toplumda belli bir fonksiyon ifa etmekle birlikte evlât edinme uygulamasının sunî bir özellik taşıması ve kötüye kullanılmaya müsait bulunuşu da İslâm hukukunun bu kuruma müsbet gözle bakmamasında rol oynamıştır.

EVLATLIK KURUMUNUN SUNİLİĞİ

Küçükken evlâtlık alınıp büyütülen kimselerle evlâtlık edinenler arasında genelde bir sevgi ve saygı bağı oluşmaktaysa da bu durum evlâtlık kurumunun sunîliğini ortadan kaldırmamaktadır. Esasen bu müesseseyi benimseyen hukuk sistemleri de bu sunîliği zımnen itiraf etmektedir. Bunun sonucu olarak tarafların anlaşmaları halinde, bazı durumlarda ise bir tarafın isteği üzerine evlâtlık ilişkisinin sona ermesini kabul etmektedir. Hatta evlâtlık edinenle evlâtlık arasında var olan evlenme yasağı bu ilişkinin sona ermesinden sonra kalkmakta ve taraflar evlenebilmektedirler.

Türk pozitif hukukunda evlâtlık ilişkisi devam ederken böyle bir alâkanın farkına varılmadan gerçekleştirilen evlendirme işleminin iptal edilmediği, bunun yerine evlâtlık ilişkisinin sona ermiş sayıldığı dikkate alınırsa, söz konusu kurumu benimseyen hukuk sistemlerinin bile onu sunî bir uygulama olarak değerlendirdiği anlaşılır. Öte yandan bu kurumun zaman zaman kötüye kullanıldığı, evlâtlıkların ucuz iş gücü ihtiyacını giderme amacına yönelik olarak istihdam edildiği de görülmüştür.

İSLAM HUKUKUNDA EVLATLIK KURUMU

İslâm hukukunun evlâtlık kurumunu onaylamamasının tabii bir sonucu olarak evlâtlığın nesebi evlât edinene bağlanmaz, aralarında mahremiyet meydana gelmez ve mirasçılık ilişkisi doğmaz. Nitekim Hz. Peygamber eski evlâtlığı Zeyd b. Hârise’nin boşadığı eşi Zeyneb’le evlenmiş ve böylece evlâtlık kurumunun bütün sonuçlarıyla geçerliliğini yitirdiğini göstermiştir.

Bu tür bir uygulamanın Câhiliye alışkanlığının etkisiyle yadırganabileceği veya istismar edilebileceği ihtimali karşısında, “Muhammed sizin erkeklerinizden -Zeyd b. Hârise dahil- herhangi birinin babası değildir” (el-Ahzâb 33/40) meâlindeki âyet nâzil olmuştur.

Ancak İslâm ve özellikle Türk hukuk tarihinde evlâtlık kurumu zaman zaman koruyucu aile tarzında, bazan da hukukî sonuçlarından mahrum fiilî bir evlâtlık şeklinde sınırlı olarak varlığını sürdürmüştür. Daha çok mahrem sayılabilen yakın akraba çerçevesinde yürütülen bu uygulamada evlât edinen, evlât edindiği kimsenin bakım yükümlülüğünü üstlenmektedir.

Zaman zaman bu yükümlülük Allah rızâsı için yerine getirilmekte ve karşılığında bir şey istenmemektedir. Bu durumda evlâtlık için mahkemeye başvurup bir nafaka takdiri cihetine gidilmemiştir (Kurt, II, 564).

Bazan da evlât edinen, evlâtlığının sonradan elinden alınmasına karşı bir tedbir olmak üzere onun için nafaka takdir ettirmekte ve evlâtlığın ailesi tarafından geri istenmesi durumunda yapmış olduğu masrafları talep etmeyi garanti altına almaktadır. Osmanlı şer‘iyye sicillerinde bu tür tebennî kayıtlarına rastlanmaktadır (Aydın, s. 102; Kurt, II, 560-567).

Böyle bir evlâtlık uygulamasını, İslâmiyet öncesi Türk hukuk teamülünün sonraki dönemlerde de devam ettirilmesi şeklinde yorumlamak mümkündür. Ancak bu uygulamada kanunî bir mirasçılık söz konusu olmayıp sadece vasiyet imkânı vardır. Evlât edinen kişi başka mirasçısı yoksa mallarının tamamını, varsa üçte birini evlâtlığına vasiyet edebilir. Üçte biri aşan kısım için mirasçılarının rızâsı şarttır. [1]

PEYGAMBER EFENDİMİZ'İN EVLAT EDİNMESİ

Zeyd bin Hârise, Peygamber Efendimizin âzatlı kölesidir. Aslın­da hür bir âilenin çocuğu iken sonradan esir alınarak köleleştirilmiş­tir. Hikâyesi şöyledir:

Zeyd bin Hârise, bir gün annesi ile Ma’n bin Tayy kabilesindeki akrabalarını ziyarete giderken, kervanları baskına uğramış ve yakalanan Zeyd, Arap panayırlarında köle diye satışa çıkarılmış. Daha sekiz yaşın­daki Zeyd’i, Mekke’de Hâkim bin Hizam, halası Hazret-i Hatîce -radıyallâhu anhâ- adına 400 dirheme satın almış ve getirip ona teslim etmiş. Hazret-i Hatîce Annemiz, bu köleyi çok sev­miş ve en sevdiği kimse olan İki Cihan Seyyidi’ne hediye etmiştir.

Peygamber Efendimiz, Zeyd’i, on yaşına geldiğinde âzâd etmek istemişti. Zeyd buna râzı olmadı. Bu arada Zeyd’in âilesi, çocukları­nın izini bulmuş ve Zeyd’in babası Hârise ve amcası Kâ’b, Mekke’ye gelerek oğullarını memleketlerine götürmek üzere Peygamber Efendimizden ricada bulunmuşlardı. Oğullarının fidyesini de getirmiş ve onu sahibinden satın almak istemişlerdi. Peygamber Efendimiz, onla­ra, bu husûsu Zeyd’e sormalarını teklif etti:

“-Eğer Zeyd isterse, sizinle dönebilir; üstelik ücret vermenize bi­le gerek yok!..” dedi.

Amcası ile babası bu teklife çok sevindiler. Zira Zeyd’in kendileriyle gelme­ye can atacağını düşünüyorlardı. Fakat umdukları gibi olmadı. Zeyd, babasını değil, kendisine daha peygamberlik vazifesi verilmemiş olan Hazret-i Muhammed’in yanında kalmayı seçmişti. Babası çok şaşırdı:

“-Sen köleliği, babanın yanında bulunmaya mı tercih ediyor­sun?!” dedi. Zeyd:

“-Ben, O’nda öyle bir şey gördüm ki, kendisinden ebediyyen ay­rılmam mümkün değil!..” diye karşılık verdi.

Yapacak fazla bir şey yoktu. Babası ve amcası, o üzüntüyle eli boş olarak memleketlerine geri döndüler.

Zeyd’in Peygamberimizi seçmesi üzerine, “sâhibu’l-vefâ” olan Peygamber Efendimiz, o günün âdetlerine uyarak, onu Kureyşli bir kalabalığın içinde, bir taşın üzerine çıkarmış ve yüksek sesle:

“-Zeyd, bundan sonra benim kölem değil, evlâtlığımdır!..” diye­rek çevresindekilerin şehâdetiyle onu evlât edinmiştir.

İşte Zeyd, o günden sonra Allah Rasûlü’nün yanından ayrılma­mış ve ilk davetle birlikte Peygamber Efendimize ilk îmân eden bahtiyarlardan biri ol­muştur. Peygamber Efendimiz, Hazret-i Hamza’nın müslüman olma­sından sonra, Zeyd’i onunla kardeş yapmıştır.

Zeyd, Tâif’te Peygam­ber Efendimize atılan taşlara kendisini siper etmiş ve her fırsatta Al­lah Rasûlü’ne olan muhabbetini izhâr etmiştir. Allah Rasûlü de onu bir baba gibi bağrına basmış ve onu hayatı boyunca himâye etmiştir. Daha sonraki yıllar da Peygamber Efendimiz bir gün:

“–Kim cennetlik bir kadınla evlenmek isterse, annemden sonra annem olan Ümmü Eymen ile evlensin!..” buyurması üzerine Zeyd, Ümmü Eymen’e tâlib olmuş ve nikâhları gerçekleşmiştir. Bu evlilik­ten meşhur kumandan Üsâme bin Zeyd dünyaya gelmiştir.

HAZRET-İ ZEYD’İN, HAZRET-İ ZEYNEB İLE EVLİLİĞİ

Evliliklerinin ilerleyen zamanlarında genç Zeyd, yaşlı hanımı Ümmü Eymen’den, başka biriyle evlenmek üzere izin istemiştir. Ümmü Eymen de kendisini, Peygamber Efendimize yönlendirmiş ve:

“–Senin için en hayırlısını, O daha iyi bilir!..” demişti.

Bunun üzerine Zeyd, niyetini Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e açmıştı. O da, kendisini halasının kızı Zeyneb binti Cahş ile evlendirmek üzere te­şebbüs etti.

İSLÂM’DA, İNSANLAR ARASINDAKİ EŞİTLİK

Fakat Zeyneb Vâlidemiz ve âilesi, o dönemin örf ve âdetlerinin tesiriyle, önceden köle olan Zeyd’in, hür ve asil olan Zeyneb’le ev­liliğinin mümkün olamayacağını bildirmişlerdi. Hâlbuki Peygamber Efendimizin gâyesi, bu evlilikle İslâm’da bütün insanların “bir tarağın dişleri gibi eşit olduğunu” fiilen göstermekti. Zira o yüce dînin öl­çüsü:

“…Allah katında en şerefliniz, takvaca en üstün olanınızdır…” (el-Hucurât, 13) âyet-i kerîmesi ile tespit edilmişti.

Başka bir ifadeyle; “Acem’in Arab’a, kırmızının siyaha, siyahın kırmızıya herhangi bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük, ancak takvâ iledir.” (Ahmed bin Hanbel, 5/411)

İslâm, insan olmak bakımından zengin ile fakir, asil ile köle ara­sındaki farkı kaldırmış ve insanlar arasında “mutlak eşitliği” getirmiş bir dindir. Bu yüzden Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, asil bir soydan gelen halasının kızı Zeyneb ile âzâd edilmiş evlâtlığı Zeyd’in evliliğinin gerçekleşmesi­ni çok istiyordu. Bu evlilikte, başka bir murâd-ı ilâhî daha vardı ki, o da zamanla ortaya çıkacaktı.

Bu hâdise vesîlesiyle bir husûsa işaret edelim ki, Peygamber Efendimizin tebliğ metotlarından biri de, Allah tarafından gelen emir ve yasakları, öncelikle bizzat kendisinde veya yakın akrabaların­da tatbik etmesiydi.

ALLAH VE RASÛLÜ BİR ŞEYE HÜKMETTİĞİNDE

Peygamber Efendimiz, Zeyneb ve âilesine ısrarla Zeyd’in İslâm’daki ve kendi nezdindeki kıymetinden bahsedip onun aslen soy­lu bir âileye mensup olduğunu söylediyse de, âilesi ve Zeyneb, Pey­gamberimize olan muhabbetlerine rağmen Zeyd’i bir türlü kabul edemiyorlardı. Bunun üzerine:

“Allah ve Rasûlü bir işe karar verip hükmettiği zaman, mü’min bir erkekle, mü’min bir kadın için işlerinde muhayyerlik (seç­me) hakları yoktur. Kim Allâh’a ve Rasûl’üne isyan ederse, mu­hakkak ki o, apaçık bir sapıklık etmiş olur.” (el-Ahzâb, 36) âyet-i kerîmesi nâzil oldu.

Bu âyet-i kerîme nâzil olunca, Zeyneb binti Cahş ısrarından vaz­geçerek, Allah ve Rasûlü’nün emrine itaat etmek üzere Zeyd’le ev­lenmeye râzı oldu.

Kalplere sevgi ve ülfeti yerleştiren ve “el-Vedûd” olan Rabbimiz, Zeyd ile Zeyneb arasına mükemmel bir sevgi ve ülfet koyabilirdi, ama murâd-ı ilâhî gereği bu nasib olmadı. Yaklaşık bir yıl kadar süren ev­lilikleri, onlara huzur ve mutluluk getirmedi. Aradaki farklar, sık sık gündeme geliyor ve huzursuzluk çıkıyordu. Her iki taraf da birbirine karşı sinirli davranıyor ve sürekli kırıcı sözler sarf ediyorlardı.

Bir gün Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Zeyd bin Hârise’nin âilesine karşı göster­diği bu tutumu değiştirmek maksadıyla bizzat evine gidip ziyaret et­mek istediyse de, Zeyd’i evde bulamadı. Zeyneb binti Cahş’ın içeriye buyur etmesine rağmen, kapıdan dönüp gitti. Ve Zeyneb’in bu evde­ki mazlum hâline bakarak:

“–Kalpleri bir hâlden diğer bir hâle çeviren Allah ne yücedir!..” dedi.

Muhammed Hamidullah, Allah Rasûlü’nün bu sözü ile ilgili şu değerlendirmeyi yapmaktadır:

“Daha evvel bir siyâhî olan ve kendisinden de yaşlı durum­daki zevcesi Ümmü Eymen ile mes’ut bir evlilik hayatı sürdüren Zeyd’in, böylesine güzel ve câzibeli, iyi bir âileden gelen ve pek seçkin huy ve şahsiyete sahip bir zevce ile uyuşamamış olmasını hayretle karşılamış ve bu kalp uyuşmazlığının Allah’tan gelen bir hâl olduğunu kendi kendine îtiraf etmiştir.”

ZEVCENİ TUT

Zeyd, her fırsatta Hazret-i Peygamber’e mürâcaat ederek hanımını boşamak istediğini bildiriyor, Allah Rasûlü de her defasında Zeyd’e:

“Allah’tan kork, zevceni yanında tut! Onu boşama!..” bu­yuruyordu.

Zeyd, daha fazla dayanamayarak Hazret-i Zeyneb’i, Allah Rasûlü’ne haber vermeden boşadı. Oysa Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bu sırada gelen bir vahiyle, Zeyd’in Zeyneb’i boşadığını ve Allah tarafından iddeti tamamlandıktan sonra Zeyneb’in kendisine bir zevce olarak takdir edildiğini öğrenmiş bulunuyor, ama bunu insanlara açıklamaktan çekiniyordu.

Ancak murâd-ı ilâhînin ilk kısmı tezâhür etmiş, insanlar arasın­da takvâ dışında bir seviye ve sınıf farklılığı olamayacağı ispat edilmiş bulunuyordu.

EVLÂT EDİNMENİN KALDIRILIŞI

Bu merhaleden sonra ilâhî takdir, başka bir câhiliye âdetinin daha kaldırılmasına hükmetmişti. “Tebennî”, yani evlât edinme… Câhiliye Araplarında, aynı soydan gelmeyen bir çocuk, herhangi bir sebeple evlât edinilir ve bu herkese ilân edilirdi. Bundan sonra, başka bir anne-babadan dünyaya gelmiş bu çocuk, evlât edinilen âilenin ço­cuklarıyla aynı hak ve salâhiyetlere sahip olurdu. Arada kan bağı ol­madığı hâlde, o babanın ismiyle anılır, mirasta eşit hak sahibi olur ve mahremiyet ölçüleri açısından da öz evlât muâmelesi görürdü.

Ancak İslâmiyet, bunu doğru bulmamış ve herkesin, kendisini dünyaya getiren anne ve babasının evlâdı olduğunu, evlât edinmenin kan bağı ve akrabalık meydana getirmediğini Peygamber Efendimi­zin şahsında örneklendirmiştir. Şöyle ki:

HAZRET-İ ZEYNEB’İN PEYGAMBER EFENDİMİZ’LE EVLİLİĞİ

Zeyd bin Hârise, Peygamber Efendimizin tekrar eden ikazlarına rağmen, hanımını Peygamber Efendimize haber vermeden boşamış­tı. Bu durum, vahiyle Peygamber Efendimize bildirilmiş ve iddeti ta­mamlanan Zeyneb binti Cahş ile evlenmesi de yine vahiyle emredilmişti. Böylece onun nikâhı, Kur’ân-ı Kerîm’in açık beyânıyla şâhitsiz, velîsiz ve mehirsiz olarak Allah katında kıyılmıştır.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kendisine gelen bu vahyi, münâfıkların dedikodularından çekinerek bir müddet gizlemeyi düşünmüştü. An­cak ikinci bir vahiy, hem bu işin kesinliğini ortaya koymakta, hem de Peygamber Efendimizi bir itâb âyetiyle uyararak, evlât edinmeyi ta­mamen kaldırmaktaydı:

(Ey Rasulüm!) Hani Allâh’ın nîmet verdiği, Senin de kendisi­ne iyilik ettiğin kimseye, «Zevceni yanında tut, Allah’tan kork!» diyordun. Allâh’ın açığa vuracağı şeyi, insanlardan çekine­rek içinde gizliyordun. Oysa asıl korkmana lâyık olan Allah’tır. Zeyd, o kadından alâkasını kesince, Biz onu Sana nikâhladık ki, evlâtlıkları, hanımlarıyla alâkasını kestiklerinde (o kadınlarla ev­lenmek isterlerse) mü’minlere bir güçlük olmasın. Allâh’ın emri yerine getirilmiştir.” (el-Ahzâb, 37)

Görüldüğü üzere, âyet-i kerîmede üç husus çok net olarak belir­tilmiştir:

1- Peygamber Efendimizin, Zeyd’e hanımıyla evliliğini devam et­tirmesi noktasındaki ısrarı…

2- Peygamber Efendimizin, daha önceden Allah Teâlâ’nın ken­disine Zeyneb binti Cahş ile evleneceğini bildirdiği hâlde, bunu var olan “evlâtlık âdetleri” sebebiyle insanların nasıl karşılayacakları husûsundaki tereddütleri ve bu sebeple “itâb”a mâruz kalması…

3- Zeyd’in kendi iradesiyle hanımından ayrılmasından sonra, Peygamber Efendimizin Zeyneb’le nikâhlanmasının maksadının ne olduğu, yani evlâtlık edinilen kimselerin hanımlarının, öz evlâdın ha­nımı gibi mahrem olmaması… [2]

Kaynak: [1] Mehmet Akif Aydın, Diyanet İslam Ansiklopedisi

[2] Halime Demireşik, Şebnem Dergisi, Sayı: 158

Evlatlık Edinmek Caiz midir?

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.