Hz. Ya’kub’un (as) Gözlerini Açan Gömlek

Hazret-i Yusuf’un- aleyhisselâm- bulunduğu makam ve mevki itibariyle, kendisini kuyuya atan kardeşlerine af ve merhamet sergilemesi bizler için “affede affede affolunma!” düsturunun müşahhas bir örneğidir.

 “(Kardeşleri):

«–Yoksa sen, gerçekten Yûsuf musun?» dediler.

O da:

«–(Evet) ben Yûsuf’um, bu da kardeşim!.. Allâh bize lutuflarda bulundu. Çünkü kim Allâh’tan korkar ve (belâlara katlanıp) sabrederse, şüphesiz Allâh güzel davrananların mükâfâtını zâyî etmez!» dedi.

(Kardeşleri) dediler ki:

«Allâh’a and olsun ki, hakîkaten Allâh Sen’i bize üstün kılmıştır. Gerçekten biz ise (size yaptıklarımızda) hatâ etmişiz.»

(Yûsuf) dedi ki:

«–Bugün size hiç başa kakma ve ayıplama yok; Allâh sizi affetsin! O, merhametlilerin en merhametlisidir.” (Yûsuf, 90-92)

Bu âyet-i kerîmeler, aynı zamanda terbiye metodlarının en güzellerinden birine işâret etmektedir ki, o da, kötülüğe karşı iyilikle mukâbele etmektir. Zîrâ böylesine bir âlicenaplık karşısında ekseriyetle düşman olanın düşmanlığı son bulur; ne dost ne de düşman olan ortadaki kimse dostluğa meyleder; dost olanın ise muhabbeti artıp daha da yakın bir hâle gelir.

Âyet-i kerîmede ne güzel buyrulur:

“İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir şekilde (iyilikle) önle! O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, bir de bakarsın ki, candan (samîmî) bir dost olmuş!” (Fussilet, 34)

Bu hususta Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den ibretli bir misâl arz edelim:

Ebû Süfyân, nübüvvetten evvel Peygamberimiz’in dostu idi. Nübüvvetten sonra ise, düşman kesilerek O’na hicviyeler yazdı. Peygamber şâiri Hassan bin Sâbit -radıyallâhu anh- da, bu hicviyelere cevap verirdi. Sonradan Ebû Süfyân, bu yaptıklarına pişmân oldu. Medîne-i Münevvere’ye doğru yola çıktı. Yolda Allâh Rasûlü’ne rast geldi. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Ebû Süfyân’ın yüzüne bakmadı. Ebû Süfyân, çok müteessir oldu. Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın öğrettiği: “Allâh’a and olsun ki, hakîkaten Allâh Sen’i bize üstün kılmıştır. Gerçekten biz ise (size yaptıklarımızda) hatâya düşmüşüz.” âyeti ile özür diledi.

Merhamet ve şefkat ummânı olan Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de Yûsuf Sûresi’nden:

“Bugün size karşı hiçbir başa kakma ve ayıplama yoktur. Allâh sizi bağışlasın! O merhametlilerin en merhametlisidir.” meâlindeki âyet-i kerîmeyi okuyarak, onun ve diğerlerinin eski ayıplarını affetti.

Ebû Süfyân, Müslüman olduktan sonra utancından başını kaldırıp Fahr-i Kâinât Efendimiz’in yüzüne bakamazdı. (Vâkıdî, Meğâzî, II, 810-811; İbn-i Hişâm, Sîret, IV, 20-24; İbn-i Abdilber, el-İstiâb, IV, 1674)

"BUGÜN SİZE AYIPLAMA YOKTUR!"

Âlemlere rahmet olarak gönderilen Rasûl-i Ekrem Efendimiz, Mekke’yi fethedip Kâbe’ye girince o sırada Kureyşliler Mescid-i Harâm’a dolmuşlar, Kâbe’nin çevresinde oturmuşlardı. Efendimiz’in ne yapacağını merakla bekliyorlardı.

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Ey Kureyş cemaati! Ey Mekkeliler! Ne dersiniz? Şimdi, hakkınızda benim ne yapacağımı sanırsınız?” diye sordu.

Kureyşliler:

“–Biz, Sen’in hayır ve iyilik yapacağını düşünür ve «Sen hayır yapacaksın!» deriz. Sen, kerem ve iyilik sâhibi bir kardeş; kerem ve iyilik sâhibi bir kardeşoğlusun! Güç ve kudrete kavuştun, bizlere iyi davran!” dediler.

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-:

“–Benim hâlimle sizin hâliniz, Yûsuf -aleyhisselâm- ile kardeşlerinin durumu gibi olacaktır. Yûsuf’un kardeşlerine dediği gibi, ben de: «Bugün size hiçbir başa kakma ve ayıplama yoktur! Allâh sizi bağışlasın! Çünkü O merhamet edenlerin en merhametlisidir!» (Yûsuf, 92) diyorum. Gidiniz, sizler, âzâd ve serbestsiniz!” buyurdu.

Yüce Allâh o Kureyş müşriklerini eline düşürmüş, kendisine boyun eğdirmiş, yıllarca mü’minlere çektirdikleri eziyetlerin intikâmını alabilecek kudret bahşetmiş iken O Rahmet Peygamberi onları bu şekilde affetmiş ve serbest bırakmıştır. Bunun içindir ki Mekkelilere «Tulekâ: Âzâd edilmişler» ismi verilmiştir. (İbn-i Hişâm, Sîret, IV, 32; Vâkıdî, Megâzî, II, 835; İbn-i Sa’d, Tabakât, II, 142-143)

Bu hâl, aynı zamanda Cenâb-ı Hakk’ın settâru’l-uyûb, yâni ayıpları örtücülük ve kusurları affedicilik sıfatının kulundaki kâmil bir tecellîsidir.

Şâir Ziyâ Paşa, Yûsuf -aleyhisselâm- ile kardeşleri arasındaki bu hâdiseyi şu şekilde mısrâlara dökmüştür:

Zâlimlere birgün dedirir kudret-i Mevlâ:

Tallâhi lekad âserakellâhu aleynâ [1]

"SİZİN SAYENİZDE ŞEREF KAZANDIM"

Yûsuf -aleyhisselâm- kardeşlerine sabah-akşam ziyâfet veriyordu. Kardeşleri ise daha önce O’na yaptıklarını hatırlayarak onun bu izzet ü ikrâmı karşısında son derece mahcûb oluyorlardı. Hazret-i Yûsuf’a bir adam göndererek dediler ki:

“–Sen, bizi sabah-akşam ziyâfete dâvet ediyorsun! Fakat biz, sana karşı yaptıklarımızdan dolayı Sen’den utanıyoruz!”

Yûsuf -aleyhisselâm- da onlara şöyle cevap verdi:

“–Mısırlılar, şimdiye kadar bana hep ilk gördükleri gözlerle bakıyorlar ve «–Yirmi dirheme satılmış bir köleyi bu mertebeye yükselten Allâh’ı tenzîh ederiz!» diyorlardı. Şimdi ise sizin sâyenizde şeref kazandım. Çünkü benim, sizin kardeşiniz ve İbrâhîm -aleyhisselâm- gibi büyük bir peygamberin torunu olduğumu anladılar.”

Yûsuf -aleyhisselâm- bu sözlerini fahretmek için değil, kardeşlerinin gönlünü almak, onları rahatlatmak ve mahcûbiyetlerini hafifletmek için söylüyordu. Bu hâl, O’nun affedicilik ve kerem sıfatlarının enginliğini ortaya koymaktaydı.

HAZRET-İ YA’KÛB’UN GÖZLERİNİN AÇILMASI

Kardeşlerini böylesine engin bir merhametle affeden Hazret-i Yûsuf -aleyhisselâm-, babasının gözlerinin şifâ bulması için ona gömleğini gönderirken kardeşlerine şöyle dedi:

“Benim şu gömleğimi götürün de babamın yüzüne sürün! O artık rahatlıkla görmeye başlar. Sonra da bütün âilenizi bana getirin!” (Yûsuf, 93)

“Kâfile (gömleği götürmek üzere Mısır’dan) ayrılınca, babaları (yanındakilere: )

«–Eğer bana bunamış demezseniz, inanın ki şimdi Yûsuf’un kokusunu alıyorum!» dedi.

(Onlar da):

«–Vallâhi sen hâlâ eski şaşkınlığındasın!» dediler.” (Yûsuf, 94-95)

(Fakat) müjdeci gelip de gömleği onun yüzüne koyar koymaz derhal eskisi gibi görmeye başladı.

(O zaman Ya’kûb):

«–Ben size, sizin bilemeyeceğiniz şeyleri Allâh tarafından (vahiy ile) muhakkak biliyorum, demedim mi?» dedi.” (Yûsuf, 96)

Gömleği getiren bu müjdeci Yehûda idi. Onun:

“–Kanlı gömleği babama ben götürmüş ve onu kedere boğmuştum. Şimdi de bu gömleği yine ben götüreyim de sevincine sebep olayım!” diyerek Mısır’dan Kenan iline kadar büyük bir heyecan içinde, başaçık, yalınayak yürüdüğü rivâyet edilir.

Bu gömlek, İbrâhîm -aleyhisselâm- ateşe atılacağı zaman Cebrâîl -aleyhisselâm- tarafından cennetten getirilmiş olan gömlekti.

HAZRET-İ MEVLÂNÂ'YA GÖRE HZ. YAKUB İLE HZ. YUSUF

Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh-, yukarıdaki mevzû ile alâkalı olarak; şöyle buyurur:

“Ya’kûb’un, Yûsuf’un yüzünde gördüğü fevkalâdelik, kendine mahsûs idi. O nûru görmek Yûsuf’un birâderlerine nasîb olmamıştı. Kardeşlerinin gönül âlemi Yûsuf’u (hakîkî vechesiyle) görmekten ve anlamaktan uzak idi.”

“Ya’kûb, kendi husûsiyetlerini Yûsuf’ta görünce gönlü O’na kaymıştı.”

“Ya’kûb’da Yûsuf’un bir câzibesi vardı. Bundan dolayı Yûsuf’un gömleğinin kokusu O’na çok uzak bir yerden dahî ulaştı. Gömleği taşıyan kardeşi ise o kokuyu duymaktan mahrûm idi.”

“Çünkü Yûsuf’un gömleği, kardeşinin elinde bir emânet idi. Kardeşi, gömleği götürüp Hazret-i Ya’kûb’a teslîm ile mükellefti. Yâni o gömlek, kardeşinin elinde, köle tüccarı elinde bulunan mûtenâ bir câriye gibiydi. Köle tüccarının nefsi için değildi. Satıcıdan başkasına âitti.”

“Çok âlim vardır ki, irfândan nasîbi yoktur. İlim hâfızı olmuştur da, Allâh’ın habîbi olamamıştır.”

Yûsuf -aleyhisselâm-’ın gömleği ile Ya’kûb -aleyhisselâm-’ın gözlerinin açılması, eşyâ ile olan teberrük ve istiâneye bir misâl niteliğindedir.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Nebiler Silsilesi 2, Erkam Yayınları


Dipnot: [1]Yemîn ederiz ki Allâh, Sen’i hakîkaten bizden üstün kılmıştır.” (Yûsuf, 91)

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.