Asr-ı Saadetteki Gibi Yaşamak

Tasavvuf, dünyayı bir kenara bırakıp ruhbanlığa yönelmek değildir. Dinden ayrı bir din değildir. Dine ilave bir sistem de değildir. Tasavvuf, asr-ı saadette hâl olarak yaşanan bir tezkiye ve terbiye disiplinidir.

İslâm, hem zâhir ve hem de bâtın yönüyle kâmil bir dindir. Onun hiçbir eksikliği söz konusu değildir. Bu hakikat, son inen âyetlerle Rabbimiz tarafından kıyamete kadar gelecek olan bütün insanlığa şöylece ilan edilir:

“Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim. Sizin üzerinize olan nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’dan râzı oldum.” (Mâide Sûresi, 3)

Evet, inen âyetler ve Allah Resûlünün beyanları ile tamamlanan İslâm dini, inanç dünyamızı; amel, davranış ve ahlâka dair değer ve prensiplerimizi; tüm varlıkla olması gereken ilişkiler sistemimizi en güzel bir şekilde belirlemiş ve önümüze Hakk’ın rızasına götürecek bir yol haritası sunmuştur. Hakikat bu şekilde beyan edildikten sonra, bunun hayat haline gelmesi, her bir mümin için en temel meselelerden biri olmuştur.

İRFAN MÜESSESELERİ 

İslâm her yönüyle kâmil bir dindir ve fakat bunu kabul eden Müslüman fert, aynı derecede kemâle ermiş bir kişiliğe sahip midir? İslâm ile Müslüman arasındaki açı farkı, nasıl kapatılacaktır? Tam da bu noktada Müslüman ferdin imanla, İslamla ve ihsan duygusu ile bütünleşme meselesi gündeme gelmektedir. İlmin irfana ve hâle dönüşme süreci, esasen ciddi bir süreçtir. İlim önemlidir ve fakat hiçbir zaman bilmek olmak değildir. İşte İslâm medeniyet tarihimizde bu konuyu gündemine alan ve bu alanda müesseseler kurarak engin bir tecrübe hazinesine sahip olan eğitim ocaklarına kültürümüzde “irfan müesseseleri” ya da daha genel bir ifadeyle “tasavvuf” adı verilmiştir.

Dini yaşama seviyeleri yani dindarlık kıvamı, tek bir seviye değildir. Her alanda derece derece farklı derinlikler ve ulvilikler söz konusudur. İşte tasavvuf, dinin inanç boyutu olan imanda; ibadet, muamelât ve ilişkiler alanı olan İslâm’da ve nihâyet ahlâk ve manevî hâl kıvamının oluşmasında müessir olan ihsan ve irfan duygusunda, kemâle erme yolculuğudur.

İmanda taklidden kurtulup yakîne ermek, diğer bir ifadeyle ilme’l-yakîn’den ayne’l-yakîn ve hatta hakka’l-yakîn kıvamına ulaşmak,

İbâdet, amel ve hizmetlerde ihlası elde etmek,

Muamelât ve her çeşit ilişkide ihsan, istikâmet ve nezaketi kazanmak,

Edeb ve ahlâkta Allah Resû­lü’nün sergilediği zâhir ve bâtın güzelliklerle bütünleşmek,

Kendi hakikatini (marifetü’n-nefs) ve Rabbini tanımak (marifetullah) yolunda mesafeler katetmek,

Şu âlemde kalp gözü körlüğü demek olan âmâlıktan kurtularak kalben dirilmek ve basiret üzere bir kulluğa erişmek,

Takvâ ile Hak katında mükerremiyet (şeref ve değer) kazanıp Yüce Rabbin yakınlığına (kurbiyyete) ve ilâhî muhabbete vâsıl olmak,

Şüphelerden arınmış mutmain bir nefisle, râziye ve marziyye kıvamına nâil olmak,

Her çeşit günah ve mâsivâ kirinden tertemiz olmuş bir kalb-i selîme erişmekle Hakk’ın makbulü olmak,

Her an Hakk’ı zikreden ve yalnız O’na bağlanıp teslim olan bir kul olarak şeytan ve avanesinin sultasından kurtulan kullar arasına girmek,

Kâinâtın ritmine uyup onunla çatışan ve savaşan değil, ülfet eden bir derya gönle sahip olmak,

Ve nihâyet Hak dostluğuna erişmiş ve O’nun rızasına nail olmuş bir güzel kul olmak, tasavvufî terbiyenin yegâne hedeflerindendir.

FERT VE TOPLUMUN OLGUNLAŞMASI

Tasavvuf bu yönüyle, Müslüman ferdin inşası bakımından vazgeçilmez bir müessesedir. Tarih boyunca bu ocaklardan nice güzel insanlar neşv ü nemâ bulmuş ve ârifler kervanına katılmışlardır.

Tarikatlar, farklı meşreplere göre oluşmuş tasavvuf içindeki muhtelif ekollerdir. Zamana, zemine ve ihtiyaca göre farklı usul ve üsluplarla ortaya çıkmış tarikatlerin her birinin talibi de olmuştur. Aynı hedefe farklı yollarla ulaşmaya çalışmışlardır. Önemli olan Kur’ân-ı Kerim ve sünnet-i seniyye çerçevesinin dışına taşmamış olmalarıdır. Ancak üzülerek ifade edelim ki bu müesseseler de kimi zaman yozlaşmış ve hatta bazıları yoldan çıkarak sapık akımlara da dönüşmüşlerdir. Umumiyetle ilmin ve idarenin zaafa uğradığı dönemlerde bu nevi tehlikeler daha çok zuhur etmiştir. Birçok müessesede olduğu gibi bu alanda da zaman zaman tecdid ve ıslahat girişimleri de olmuştur. Burada şu hususu da hemen ifade edelim ki, yanlış ve bâtıl örnekleri ortaya çıkıyor diye bu ve benzeri ocaklara tümüyle karşı çıkmak, hiç şüphesiz idrâk ve basiret körelmesinin açık bir tezahürüdür.

Tasavvuf, dünyayı bir kenara bırakıp ruhbanlığa yönelmek değildir. Dinden ayrı bir din değildir. Dine ilave bir sistem de değildir.

Tasavvuf, asr-ı saadette hâl olarak yaşanan bir tezkiye ve terbiye disiplinidir. Binaenaleyh dinde sonradan ortaya çıkmış bid’at bir mesele değildir. İçine bid’atler girmiş olan tasavvuf uygulamaları da elbette tarih içinde var olagelmiştir. Ancak müceddid ve müctehid âlim ve âriflerimiz, dönem dönem tasavvufî eğitim ocaklarını bu nevi yanlışlardan arındırmışlardır. Bu ihtiyaç, zamana ve mekâna göre her zaman için elbette söz konusu olabilecektir.

Nefs-i emmârenin hükümranlığına giren modern dünyanın tehditleri ve tehlikeleri karşısında gittikçe zayıflayan insanî değerlerin yeniden inşası, sığlaşan ve maddeye hapsedilen idrâkin, irfân ve hikmet semalarında özgürce kanat çırpması ve bayağılaşan ahlâkî yapının fazilet ufkunda yeniden doğması için bu irfan ocaklarına ihtiyaç, açık bir zarurettir. Fert ve toplumun olgunlaşması, hamlıktan kurtulması, îman, İslâm ve ihsan kıvamının hâl olarak yaşanmasına bağlıdır. İşte tasavvuf bunu sağlayacak istidada sahip bir medeniyet mektebidir. Elbette her mektep, ancak hocalarının kalitesi nispetinde bir mekteptir. İslâm ümmetine düşen vazife, diğer alanlarda olduğu gibi bu sahada da yüksek kalitede ustalar yetiştirebilmektir. Ne demişler: Marifet iltifata tâbidir; iltifatsız metâ zayidir.

Kaynak: Dr. Adem Ergül, Altınoluk Dergisi, 371. Sayı

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.