Manevi Yolda Firaset

Nefsi tezkiye ve kalbi tasfiye etmeyi hedefleyen mâneviyat yolu, peygamberlerin ve evliyâullâh’ın yoludur. Dolayısıyla büyük bir titizlik, hassâsiyet ve firâset ister. Âdeta mayın tarlasında yürür gibi âzamî derecede dikkatli olmayı gerektirir.

Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de Bel’am bin Bâûrâ’yı ibret olarak bildiriyor. Onun, dünyevî menfaatleri uğruna yoldan çıkınca ne hazin bir âkıbete dûçâr olduğunu haber veriyor.

MANEVİYAT YOLU FİRASET İSTEYEN BİR YOLDUR

Yine ashâb-ı kirâmdan Sâlebe’nin âkıbeti de aynı nefsânî aldanışın diğer bir ibret misâli:

Sâlebe, önceleri ibâdete düşkün fakir bir sahâbî iken, zengin olunca câmiden ve cemaatten uzaklaşmış, hattâ zekât vermek kendisine ağır gelmeye başlamıştır. Böylece dünyayı tercih ederek âhiretini mahvetmesi sebebiyle, ölümü esnâsında çok büyük bir pişmanlık duymuş, fakat bu son pişmanlığın bir faydası olmamıştır.

Yine Rabbimiz Kur’ân-ı Kerîm’inde İblis’in hâlini misal veriyor… İblis, “Ben” dedi, enâniyete kapıldı, kendisini mânen uçurumdan aşağıya attı.

Velhâsıl bu yol, çok büyük bir hassâsiyet ve firâset isteyen bir yoldur. Aksi hâlde en yüce zirvelerden en derin çukurlara düşüvermek bir anlık meseledir.

Bu yüzden vazifesinin ehemmiyetinin farkında olan firâset sahibi bir sohbetçi de, dünyaya aldanmaz, dâimâ âhireti tercih eder. Zira bu dünyaya, âhireti kazanmak için geldiğinin şuurunda olur.

Firâset, peygamberlerin beş sıfatından biri olup, ince bir zekâ ile muhâtabın akıl seviyesine, hâlet-i rûhiyesine ve içinde bulunduğu şartlara göre davranmaktır. Zira bir kişiyi sevindiren bir davranış, diğerini üzebilir. Dolayısıyla insan terbiyesinde, kişinin psikolojik durumunu tespit edebilmek ve hâdiselerin iki-üç merhale sonrasını hesap edebilmek şarttır.

Bu hususta da emsalsiz örnek şahsiyet Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in hayatını dikkatle gözden geçirmek îcâb eder.

Kureyşliler, Allah Rasûlü’nün nübüvvetinden beş sene önce Kâbe’yi tâmir etmişlerdi. Sıra Hacer-i Esved’i yerine koymaya geldiğinde, her kabîle bu şerefli vazifeyi kendisi yapmak istediği için büyük bir anlaşmazlık çıktı. Birbirleriyle ölünceye kadar çarpışmak üzere and içtiler, yeminlerini sağlamlaştırmak için de -o zamanın âdetleri gereği- ellerini kanla dolu çanağa batırdılar. Lâkin daha sonra Mescid-i Harâm’ın Benî Şeybe kapısından ilk gelecek zâtı aralarında hakem tâyin edip hükmüne râzı olmaya karar verdiler. Tam o esnâda Âlemlerin Efendisi, Harem kapısında göründü. Herkesin yüzünü tatlı bir tebessüm kapladı:

“–İşte el-Emîn! O’nun aramızda hakem olmasına hepimiz râzıyız!” dediler.

Meseleyi kendisine anlattılar. O da, her kabîleden bir kişi seçti ve ridâsını yere serip Hacer-i Esved’i üzerine koydurdu. Seçtiği kişilerin her biri bir ucundan tutup kaldırdı. Allah Rasûlü r de Hacer-i Esved’i kendi elleriyle yerine yerleştirdi. Böylece Efendimiz r, bu firâsetli davranışıyla kabîleler arasında çıkabilecek muhtemel bir savaşa mânî oldu. (İbn-i Hişâm, I, 209-214; Abdürrezzâk, V, 319)

Yine Allah Rasûlü’nün İslâm yolunda yaptığı muhârebelerde gösterdiği dirâyet, barış antlaşmalarında ve bilhassa Hudeybiye’de ortaya koyduğu firâset, Mekke’nin fethinde, Huneyn’de, Tâif’te izlediği hârikulâde ince siyâset ve gösterdiği fazîlet, hiçbir beşerin ulaşamayacağı kadar yüce olmuş ve on binlerce insanın müslüman olmasını sağlamıştır.

Dolayısıyla, Peygamber Efendimiz’in izinden giden müslümanların da, akıllı, bilgili, zeki, uyanık ve firâset sahibi olmaları îcâb eder.

YÜKSEK BİR ANLAYIŞA ÖRNEK

Hazret-i Süleyman, çocukluğundan itibâren yüksek bir anlayışa sahip, çok zeki bir insandı. Onun bu husûsiyetiyle ilgili olarak Rasûlullah (s.a.v.) şöyle bir hâdise anlatır:

“…Vaktiyle, beraberlerinde çocukları olan iki kadın yolda giderlerken bir kurt gelip büyük kadının çocuğunu alıp götürmüştü. Bunun üzerine bu kadın, arkadaşı (olan küçük) kadına:

«–Kurt, senin çocuğunu götürdü.» dedi. Diğer kadın:

«–Hayır, senin çocuğunu götürdü!» dedi. Nihâyet bu iki kadın, aralarında hükmetmesi için Hz. Dâvûd’a mürâcaat ettiler. Dâvûd u, (getirdikleri delillere bakarak) çocuğun büyük kadına âit olduğuna hükmetti. Onlar muhâkemeden çıkıp, Hazret-i Dâvûd’un oğlu Süleyman u’a gittiler. Hazret-i Dâvûd’un hükmünü söylediler. Süleyman u da:

«–Bana bir bıçak getirin! Çocuğu bu iki kadın arasında paylaştırayım!» dedi. Bunun üzerine, çocuğun gerçek annesi olan küçük kadın derhâl ileri atıldı:

«–Aman öyle yapma! Allah sana rahmet eylesin! Çocuk bu kadınındır!» dedi. Bunun üzerine Hz. Süleyman, çocuğun küçük kadına âit olduğuna hükmetti.” (Buhârî, Enbiyâ, 40)

MANEVİ İDRAK KABİLİYETİ KALPTE TECELLİ EDER

Firâset, Allah Teâlâ’nın kalplere lutfettiği müstesnâ bir nûrdur. Yani akıllılık, üstün zekâ, sezmek, bilmek ve anlamak gibi hâllerin mânevî bir idrâk kâbiliyeti olarak kalpte tecellî etmesidir. Kalbe doğan samimî hisler ve nâil olunan ilhamlar sâyesinde, hâdiselerin içyüzünü doğru tahmin ve teşhîs etmektir. Şüphesiz ki bu firâsete, nefsinin gururundan sıyrılıp Allâh’ın nûruyla bakanlar nâil olabilirler. Rasûlullah r:

“Mü’minin firâsetinden sakınınız! Çünkü o, Allâh’ın nûruyla bakar.”[1] buyurmak sûretiyle, her mü’minin firâsetinin îmânı nisbetinde olduğuna işâret etmişlerdir.

HERKESİN MUHTAÇ OLDUĞU FİRASET ÖRNEĞİ

Abdülkâdir-i Geylânî Hazretleri, başından geçen bir hâli şöyle anlatmıştır:

“Bir gün gözümün önünde bir nur peydâ olmuş ve bütün ufku kaplamıştı. Bu nedir diye bakarken, nurdan bir ses geldi:

«–Ey Abdülkâdir, ben senin Rabbinim! Bugüne kadar yaptığın amel-i sâlihlerden öyle memnûnum ki, bundan böyle sana haramları helâl eyledim.» dedi.

Ancak hitap biter-bitmez, ben bu sesin sahibinin şeytan -aleyhillâne- olduğunu anladım ve:

«–Çekil git ey mel’un! Gösterdiğin nur, benim için ebedî bir zulmettir.» dedim.

Şeytan:

«–Rabbinin sana ihsân ettiği hikmet ve firâsetle yine elimden kurtuldun! Hâlbuki ben yüzlerce kimseyi bu usûl ile yoldan çıkarmıştım.» diyerek uzaklaştı.

Ellerimi ulu dergâha açtım; bunun, Rabbimin fazlı olduğu idrâki içinde Cenâb-ı Hakk’a şükürler eyledim.”

Cemaatten biri:

“–Onun şeytan olduğunu nereden anladınız?” diye sorunca şu cevabı verdi:

“–«Sana, haramları helâl kıldım.» demesinden!..”

Hakîkaten bir kul, sâlih amelleri ve güzel hâlleri sebebiyle helâl-haram hudutlarından muaf tutulacak olsaydı, en başta beşeriyetin Hakk’a kulluktaki zirvesi Peygamber Efendimiz böyle bir muâfiyete sahip olurdu. O’na bile böyle bir imtiyaz tanınmadığına göre, hiç kimseye de tanınacak değildir.

İşte bu, hayat boyunca herkesin muhtaç olduğu bir firâset örneğidir.

Firâsetin şâheseri, ölüm muammâsının sırrını çözebilmektir. Zira fânî âlemde sırlara ve hakîkatlere ârif olabilmek, ancak “ölmeden evvel ölebilmek”le mümkündür.

İŞİN SONUNU BAŞINDA GÖR

Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Akıllılar önceden ağlar; sonunda tebessümlere gark olurlar. Ahmaklarsa, önceden kahkahalara boğulur, sonra da başlarını taşlara vurarak ağlarlar. Ey kişi! Firâsetli olup işin sonunu başlangıçta iken gör de cezâ gününde pişmanlık ateşiyle yanıp tutuşma!..”

Firâsetin şartı, helâl lokma yemek, kalbî hayâtı inkişâf ettirmek ve tefekkürde derinleşmektir. Tefekkür ve tahassüste ilk adım, etrafa ibret nazarıyla bakmaktır. Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’in pek çok yerinde kullarını böyle ibretleri kavramaya medâr olacak bir basîretle bakmaya davet etmiştir.[2]

Şâh el-Kirmânî şöyle der:

“Kim gözünü haramlardan korur, nefsini şehvetlerden uzak tutar, iç âlemini murâkabe, dış âlemini de Sünnet’e uymakla îmâr eder ve helâl lokmayla beslenirse, onun firâseti hiçbir zaman şaşmaz!” (Ebû Nuaym, Hilye, X, 237)

Firâset sahibi bir sohbetçi, kardeşlerinin arasını ıslah etmeli ve onları en güzel şekilde idare etmelidir. Sertliğin aşırısının kin doğuracağını, hoşgörünün aşırısının ise otoriteyi zayıflatacağını bilip orta yolu tutmalıdır. Zira selâmet ve muvaffakıyet bundadır.

Sohbetçi, dâimâ mü’min kardeşinin rûhuna girecek bir damar bulmalıdır. Hak dostları, insanların menfî hâllerini düzeltmeden önce, sohbetin feyz ve bereketiyle onların kalplerini yumuşatarak ıslâha hazır hâle getirirler. Nefislerdeki öfke ve gazap fırtınalarını dindirerek nedâmetin tatlı meltemlerinin vücut bulmasına zemin hazırlarlar. Muhâtaplarına öyle firâset dolu telkinlerde bulunurlar ki, onlar hatâlarını anlayıp büyük bir şevkle telâfîye yönelirler.

Sohbet eden kişi; samimiyetle lâubâlîlik, tevâzû ile zillet, vakar ile kibir hudutlarına da dikkat edecek kadar firâset sahibi olmalı, bunları birbirine karıştırmamalıdır.

Hâsılı, sohbet eden kişi, her hususta düşünerek ve firâsetle hareket etmeyi şiâr edinmelidir.

[1] Tirmizî, Tefsîr, 15/3127.

[2] Bkz. Kāf, 6; Yûnus, 101; el-Ğâşiye, 17-20; en-Nûr, 43; el-Hac, 63; er-Ra’d, 3; el-Enbiyâ, 31; en-Nahl, 65; er-Rûm, 50; Muhammed, 10...

Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Sohbet ve Adabı, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.