Din Kardeşinin Izdırabını Duymak, Bütün Mü'minlerin İmtihanıdır

Allah yolunda hizmetin ve ayretin mükafatı ve fazileti nedir? Peygamber Efendimiz (s.a.v) tek başına yaşamak isteyen bir sahabiye ne buyuruyor? İslam kültüründen uzak kalmanın zararları nelerdir? Gecenenin karanlığında güneşi bulanlar kimlerdir? Efendimizin (s.a.v) insanlarla olan ilişkileri nasıldı? Din kardeşliğinin faziletini Osman Nuri Topbaş Hocaefendi anlatıyor...

DİN KARDEŞİNİN IZTIRABINI DUYMAK, BÜTÜN MÜ’MİNLERİN İMTİHANIDIR

Ebû Hüreyre naklediyor:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ashâbından bir kişi, içinde tatlı su gözesi bulunan bir dağ yolundan geçmişti. Orası çok hoşuna gitti. O dağ yolunda ırmaklar akıyordu, bir yeşillik… Dedi ki;

“–Keşke insanlardan ayrılıp şu vâdide otursam. Ama Rasûlullah’tan izin almadan bunu da aslâ yapamam.” dedi.

Sonra Allah Rasûlü’ne gitti. -Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e:

“–Yâ Rasûlâllah dedi, ben dedi, böyle bir dağ kenarından geçerken dedi, böyle bir akarsu gördüm, yeşillik; orada hayatımın bundan sonrasını orada geçirsem, orada Rabbime bol bol namaz kılsam, ibadet etsem, kulluk yapsam.” dedi.

Efendimiz cevâben:

“–Böyle yapma dedi. Böyle yapma dedi. Çünkü sizden birinizin Allah yolunda çalışıp gayret sarf etmesi, evinde oturup şu kadar sene ibadet etmesinden daha faziletlidir. Allâh’ın sizi bağışlamasını ve Cennet’e koymasını istemez misiniz?” buyurdu. (Bkz. Tirmizî, Fedâilü’l-Cihâd, 17)

Bugün de buna çok ihtiyaç var. Yani günümüzde çok ihtiyaç var. Birtakım, maalesef televizyonun, internetin, modaların getirdiği menfî şeylerle maalesef gençliğimiz, İslâm kültüründen uzakta olarak kaldı.

Yine bir hizmette, ikinci bir hâdiseyi okuyayım:

İbn-i Abbas -radıyallâhu anh- bir gün Peygamberimiz’in mescidinde îtikâfta iken bir kimse yanına girerek selâm verdi, İbn-i Abbas’ın yanına. İbn-i Abbas şöyle bir baktı, döndü baktı ona. Çünkü Cenâb-ı Hak; “…Sen onları sîmâlarından tanırsın…” (el-Bakara, 273) buyuruyor. Demek ki bir mü’minin kalbi rakik bir kalp olacak, sîmâdan tanıyacak.

Dedi ki İbn-i Abbas:

“–Kardeşim, seni yorgun ve kederli görüyorum.” dedi.

Konuşmaları şöyle devam etti onların:

“–Evet dedi, ey Allah Rasûlü’nün amcasının oğlu dedi, İbn-i Abbas. Kederliyim dedi. Bir şahsın benim üzerimde hakkı var, fakat şu kabrin sahibi Allah Rasûlü hakkı için söylüyorum ki, (Efendimiz vefât etmişti, kabrini göstererek) onun hakkını ödeyecek de gücüm yok.” dedi. Yani borcumu verecek gücüm yok, dedi.

İbn-i Abbas dedi ki:

“–Senin hakkında gidip onunla görüşeyim mi?” dedi.

“–Siz bilirsiniz.” dedi.

İbn-i Abbas ayakkabılarını aldı, mescidden çıktı. Adam ona dedi ki:

“–Îtikâfta olduğunuzu unuttunuz herhâlde.” dedi. Çünkü îtikâfta iken mescidden dışarı çıkılmaz. İbn-i Abbas dedi ki:

“–Hayır dedi, ben şu kabirde yatan dedi, (Efendimiz’in kabrini göstererek) henüz aramızdan yeni ayrılmış olan Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den duydum ki dedi, (bunu söylerken gözlerinden yaşlar akmaya başladı):

«Her kim, din kardeşinin bir işini takip eder, onun işini görürse, bu kendisi için şu kadar îtikâftan daha hayırlıdır.»” (Bkz. Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, Beyrut 1990, III, 424-425)

Tabi bu iş, Allah yolunda bir iş olacak. Yani öyle bir dünya için bir şey olmayacak.

Demek ki bir mü’min, bu kadar ictimâîleşecek. Yani bir egoizm, pragmatizm vs. İslâm’da yok böyle bir şey! Hodgâmlık yok! Müslüman diğergâm olacak…

Buyruluyor kelâm-ı kibarda:

“Üç türlü insan, Allah’tan uzaktır:

  • Rahatlıklarını hesaplayarak hizmetten kaçan gafiller.
  • Hassas olduklarını öne sürerek ıztırap ve sefâletin civarına yaklaşmayan, yani kendini kandıranlar. «Benim içim kaldırmıyor!» diyor, yaklaşmıyor sefâlet manzaralarına.
  • Zâlimler topluluğuyla beraber olanlar.”

Bunlar, Allah’tan uzak kimselerdir. Mühim olan kalp. Bunun tersi olarak da;

“Üç türlü insana Allâh’ı göreceği vaad edilmiştir: (Ru’yetullah, yani ikinci bir Cennet. Orada Cenâb-ı Hakk’ın görüleceği vaad edilmiştir.)

–Saf ve samimî kalpler: Kalbini dergâh hâline getirenler. Ümmetin ıztırâbıyla muzdarip olanlar.

–İkincisi; gecenin karanlığında Güneş’i bulanlar. Gecenin karanlığında Güneş’i bulanlar; yani seherlerini ihyâ edenler. Seherlerini gündüzden daha aydınlık hâle getirenler. Rabbiyle beraber olanlar.

–Üçüncüsü de ölüm ve ötesini hiç unutmayıp ömür boyu havf ve recâ; ümit ve korku arasında yaşayanlar.”

Bunlar da ru’yetullâh, Cenâb-ı Hakk’ı göreceği vaad edilmiştir bunlara, buyruluyor.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hayatı, baştan sona insanlığa ve bütün mahlûkâta şefkat ve hizmetle geçmiştir.

Mescid-i Nebevî yapılırken Efendimiz de taş taşımıştır. Sahâbe demişler ki:

“–Yâ Rasûlâllah! Biz taşırız, bizim gücümüz yeter.”

“–Yok demiştir. Siz gidin başka taşı alın taşıyın. Zira siz Allâh’a benden daha muhtaç değilsiniz.” (Bkz. Semhûdî, Vefâü’l-Vefâ, Beyrut 1997, I, 333)

Yani Cenâb-ı Hak;

ثُمَّ لَتُسْئَلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعِيمِ

“…Verdiğimiz nîmetlerden sorulacaksınız.” (et-Tekâsür, 8)

Cenâb-ı Hak, peygamberlik verdi, en yüksek mevkîyi verdi; “Ben sizden daha çok sorumluyum.” diyor.

Bir sefere giderken en önde giderdi Efendimiz. Seferden dönerken en geriden gelirdi. Kimler muhtaç yardıma; onu tesellî ederdi, terkisine alırdı.

Yine Rasûlullah Efendimiz, ashâbıyla Bedir Gazvesi’ne giderken deve sayısı çok azdı. Yani 313 kişiydi. Belki 100 deve ancak vardı. Bir deveyi üç kişi kullanıyordu 150 km yolda. Hazret-i Ali ile Hazret-i Ebû Lübâbe:

“–Yâ Rasûlâllah! Biz yürürüz, Siz deveye binin.” buyurdu.

“–Yok dedi, sırayla bineceğiz.” dedi. Yani öndeki insan daima örnek olacak.

“–Siz benden daha tahammüllü değilsiniz.” dedi. “Ayrıca ben de sevap kazanma hususunda sizden daha müstağnî değilim, ben de muhtacım.” buyurdu. (İbn-i Sa‘d, II, 21; Ahmed, I, 422)

Tabi bu terbiyede olan ashâb-ı kirâm da nasıl bir merhamet; 70 tane esir alındı Bedir’de, müşrik. Bunlar Medîne’ye taşınırken -deve sayısı da az- zaman zaman ashâb-ı kirâm develerinden indi, bu esirleri develerine bindirdi. “Bunlar da bizim insanlıktaki eşimizdir.” dediler. Onların da ekserîsi müslüman oldu.

Demek ki İslâm’a davet ederken, en mühim, ahlâk, merhamet, şefkat. Efendimiz Medîne devrinde, Mekke devrinde servet dağıtmadı, hazine dağıtmadı. Ne vardı? Şefkati vardı, merhameti vardı. İnsanlıktan bir âbideydi.

Yine burada misaller çok. Efendimiz bir sefer esnâsında bir koyun kestiler pişirmeleri için. Ashâb-ı kirâm yüzmesini yaparken Efendimiz;

“–Ben de çalı çırpı toplayayım.” dedi.

“–Yok yâ Rasûlâllah, biz yaparız.”

“–Yok dedi, benim de bir hizmetim olsun.” dedi. (Kastallânî, el-Mevâhibü’l-Ledünniyye, Mısır 1281, I, 385)

Demek ki bir müslümanın her hizmetin bir ucunda bulunması lâzım, tabi imkânı kadar.

Efendimiz’in hizmete verdiği ehemmiyet:

Mescid-i Nebevî’de kumları temizleyen siyâhî bir hanım vardı. Bir gün Efendimiz, kadıncağızı mescidde göremeyince sordu:

“–Burada mescidi temizleyen siyâhî bir kadıncağız vardı.” dedi.

“–Yâ Rasûlâllah, o vefât etti.” dediler.

Efendimiz:

“–Keşke bana haber verseydiniz.” dedi.

Sonra kadıncağızın mezarını sordu, ziyaret etti ve kabrinin başında duâ etti ona.

Velhâsıl din kardeşinin ıztırâbını duymak, bütün mü’minlerin bir vicdan imtihanıdır. Kendimize soracağız:

Cenâb-ı Hak bu insanları niçin muhtaç olarak yarattı?

Cevâbı mâlum:

Muhtaç olanlar, muhtaç olmayanlar için ilâhî bir emânet ve kıyâmet mes’ûliyeti.

Yani her mü’mine diğer bir mü’min, zimmetli olmuş oluyor.

Sanki dünyada -zannediliyor ki- fakir zengine muhtaç, hasta sağlama muhtaç. Esasında bunun tersine, kıyâmet gününde o yardım edilenin duâsıyla o yardım eden büyük mükâfat kazanacak.

Onun için Ebû’l-Leys Semerkandî Hazretleri buyuruyor ki:

“Bir kişi diyor, bir infak yaparken, bir hizmet yaparken, bunu teşekkür edâsıyla yapmalıdır diyor. Çünkü onun sayesinde bu ecri kazanıyor.”

Hattâ eskilerde görürdük; bir zekât, sadaka, infak verirlerken, zarfın üzerine; “Kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz.” yazarlardı.

Çünkü Cenâb-ı Hak:

يَأْخُذُ الصَّدَقَاتِ (“…Sadakaları Allah alır…” [et-Tevbe, 104]) Ben alırım, buyuruyor sadakaları.

O şahsa değil, Cenâb-ı Hakk’a veriliyor.

Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-:

“–Yâ Rabbi! Sen’i ben nerede arayayım?” diye sordu.

Cenâb-ı Hak:

“–Sen beni kalbi kırıkların yanında ara.” (Ebû Nuaym, Hilye, II, 364)

Yine Sâdî-i Şîrâzî diyor:

“Hak dostları, kimsenin uğramadığı dükkânlardan alışveriş yaparlar.”

Tabi bu, ecdâdımızda en güzel bu oldu, vakfiyeler oldu, vesâireler oldu. O kadar bir hassas şeyler oldu ki, o vakfiyelerde meselâ Bezm-i Âlem Vâlide Sultan’ın bir vakfiyesinde, Şam’da olan bir vakfiyesinde; yanlışlıkla diyor, çalıştığı yerde diyor, bir zarar veren, bir kıran, vs. yanlışlıkla, bunların diyor, kalpleri kırılmasın diye, o kırdıkları eşyaları tazmin edecek vakıflar kuruldu. Bugünkü insanın hayali ona geçmez.

Yani bu nedir? İslâm’ın insana bakış tarzı. Sırf insana bakış tarzı mı? Mahlûkâta bakış tarzı öyle. Yani Efendimiz’in terbiyesinde yetişen bir köle, günlük (ücreti olan) üç ekmeğini bir köpekle paylaşıyordu.

Hattâ İbn-i Ömer diyor, baktım diyor;

“–Hayret! Ben kendimi cömert zannederdim diyor, bu köle benden daha cömert.” diyor.

Sordum diyor, yanına gittim:

“–Bu köpek nedir?” dedim diyor.

“–Bu, uzaktan gelmiş bir hayvandır, buranın hayvanı değil. Baktım, bir lokma verdim, aç, hepsini yutuyor aldığı gibi. Demek ki bunu Allah bana gönderdi…” (Bkz. Gazâlî, Kimyâ-yı Saâdet, trc. A. Fâruk Meyân, İstanbul 1977, s. 467)

Efendimiz bunun üzerinde de çok dururdu. Çünkü bu hayvanlar da insan için yaratıldı. Yani öbür tarafta; yıldızlarda, galaksilerde hayvan yok, burada var. Hepsi bir insana, kimi hizmet… Hayvan sütünü veriyor, çoğunu biz içiyoruz, azı yavrusuna gidiyor. Arının yaptığı balın tamamını biz alıyoruz. Baharda olan çiçekleri, her zaman çiçekler veriyor, biz alıyoruz, biz kullanıyoruz, ferahlıyoruz. Hep Cenâb-ı Hakk’ın ihsân-ı ilâhîsi ile müzeyyen durumdayız.

Onun için Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri:

“Toprağa iyi davran diyor. İyi düşün diyor. Semâya iyi davran diyor. Allâh’ın yarattığı her şeye iyi davran.” Yani tefekkür et diyor ilâhî azameti. Allah bunları senin için halketti buyuruyor.

Velhâsıl Cenâb-ı Hak -inşâallah-…

“Ümmetim bir yağmura benzer; önü mü, sonu mu hayırlıdır bilinmez.” buyruluyor. (Tirmizî, Edeb, 81)

İnşâallah, ashâb-ı kirâm en hayırlı bir ümmettir. Biz de -inşâallah- Rasûlullah Efendimiz, o izden giden… Bu zor zamanda…

Nasıl onlar Mekke’de, Medîne’de zor zamanlar yaşadı, bizler de bugün fedakârlık gösterirsek -inşâallah- Cenâb-ı Hak aynı ecri ihsân eder -inşâallah-.

OSMAN NURİ TOPBAŞ HOCAEFENDİ DİĞER SOHBETLER

İslam ve İhsan

TOPLUMDAKİ HUZURSUZLUKLARIN SEBEPLERİ NELERDİR?

Toplumdaki Huzursuzlukların Sebepleri Nelerdir?

KALPLERİMİZİN SAÂDET SERMÂYESİ NEDİR?

Kalplerimizin Saâdet Sermâyesi Nedir?

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.