Yeni Dünya Düzeni Arayışı ve Türkiye

Türkiye, 15 Temmuz darbe girişimin arkasında olmakla suçladığı BAE ile kucaklaşma noktasına nasıl geldi? Türkiye-BAE arasındaki normalleşmenin bölgesel yansımaları ne olacak? Türkiye’nin İsrail ve körfez ülkeleriyle buzları eritmesini ve Rusya-Ukrayna çatışmasını nasıl yorumlamalıyız? Tüm bu jeopolitik gelişmeleri nasıl okumak gerekiyor?

Doğudan, batıya, kuzeyden güneye küresel jeopolitikte hareketli bir süreç yaşanıyor. Batı dünyası ile Rusya arasındaki soğuk savaşın, sıcak bir savaşa doğru evirilip evrilmeyeceği üzerine bahisler yapılırken Ortadoğu’da nispeten durulmaya başlayan sular yeni bir düzen arayışını da beraberinde getirmiş bulunuyor.  Evet, dünya bir taraftan korona virüs pandemisi, enerji problemi, her geçen gün büyüyen küresel enflasyonist ortamın sancılarıyla cebelleşirken bir diğer taraftan da küresel aktörler bölgesel müttefikleriyle birlikte uluslararası sistemin yeni bir düzen arayışında alan kazanmaya çalışıyor.

Bu analizimizde uluslararası sistemde yaşanan düzen arayışındaki rekabeti irdelemeye çalışacağız. Ukrayna krizi üzerinden Batı dünyası ile Rusya arasındaki hesaplaşmanın gölgesinde cereyan eden Ortadoğu’daki normalleşme adımlarının sebeplerini ve muhtemel yansımalarını değerlendireceğiz.

Bir müddettir dünyanın gündeminde alışık olmadığımız bir şekilde Ortadoğu değil Batı dünyası ile Rusya arasında yaşanan gerilim var. Haftalardır Rusya’nın Ukrayna’yı işgal edip etmeyeceği konuşulup tartışılıyor. Bu satırlar kaleme alındığı günlerde de Rusya’nın Ukrayna’yı işgal edip etmeyeceğine dair papatya falı açılmaya devam ediliyordu. Batı dünyası ile Rusya arasındaki soğuk savaşın gölgesinde kalsa da Ortadoğu’daki yeni düzen arayışlarında önemli gelişmeler yaşanıyor.

Geçen ayın Ortadoğu gündemindeki önemli gelişmelerden birisi Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın BAE ziyaretiydi. Türkiye ve BAE bir dönem kanlı bıçaklı oldukları günlerin üzerine sünger çekerek ilişkilerde yeni bir sayfa açtıklarını ilan etmişlerdi. Abu Dabi veliaht prensinin Kasım ayındaki Türkiye ziyaretinin ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan da geçen ay BAE’ye iade-i ziyarette bulundu. Abu Dabi yönetimi bu ziyarete verdiği önemi göstermek istercesine Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı son derece abartı içeren görkemli bir törenle karşıladı. Karşılıklı güzellemeler eşliğinde, Türkiye ile BAE aralarındaki ticaret hacmini 30 milyar dolarlara taşıyacak 12 önemli anlaşmaya imzalar atıldı.

Son derece gergin geçen 10 yılın ardından bu hızlı normalleşme adımları hem Türkiye’de hem de Ortadoğu sosyo-politiğinde haliyle sorgulanıyor. Radikal sayılacak politik dönüşümün sebepleri irdeleniyor. Türkiye içerisindeki muhalif çevreler; “15 Temmuz darbe girişimini BAE’nin fonladığını söylüyordunuz, son derece ağır suçlamalar yönelttiğiniz Abu Dabi yönetimiyle şimdi neden kucaklaşıyorsunuz?” minvalindeki eleştirilerle Türkiye-BAE yakınlaşmasındaki bu gelgitlere dikkat çektiler. Ortadoğu medyasındaki analizlerin de ana gündem maddelerinden biriydi bu yakınlaşma.

BAE İLE İLİŞKİLERDE NEREDEN NEREYE…

-Türkiye’nin sorunlar yaşadığı Körfez ve bölge ülkeleriyle normalleşme adımlarının arkasının gelmesi bekleniyor. S. Arabistan, Mısır ve İsrail sıradaki ülkeler. Bu ülkelerle başlayan bir normalleşme süreci var zaten ve bunun önümüzdeki günlerde ilerlemesi bekleniyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, önce S. Arabistan’ı ziyaret etmesi ardından da İsrail Cumhurbaşkanı Herzog’u Mart ayında Türkiye’de ağırlaması planlanıyor. Bu iki ziyaretin önemli jeopolitik sonuçları olacağı öngörülüyor. Bu jeopolitik sonuçların ne olacağına döneceğiz ama önce şu Türkiye ile BAE arasında gelgitlerle geçen son 10 yılı kısaca hatırlayalım, ardından da bu normalleşmenin ardındaki motivasyonun ne olduğunu sorgulamaya çalışalım.

-Bağımsızlığını daha dün sayılacak bir tarihte 1971’de elde eden BAE’nin, son yıllarda coğrafi hacminin çok ötesinde jeopolitik anlamda etki ürettiği yadsınamaz bir gerçek. 7 emirliği bir araya getirerek kuran baba Zayid bin Sultan en-Nehyan, dindarlığı ve yardım severliği ile nam salmasına rağmen, İngiltere’nin rahle-i tedrisatında yetişen Zayid’in çocukları babalarının aksine hiç de olumlu yakıştırmalarla anılmadılar. Evet, ülkelerinin yeraltı zenginliğini, finans, turizm ve bankacılık sektörlerinde attıkları adımlarla çok daha artırdılar, ancak bu zenginliğin kullanım amaçları hep tartışma konusu oldu. Zayed’in çocukları özellikle Arap halk isyanlarının sonlandırılmasında diğer Körfez ülkeleriyle son derece önemli bir rol oynadı. Ülkelerinin sahip olduğu zenginliği bölgenin demokratikleşme taleplerinin önüne geçmek için kullandılar. Bu noktada Türkiye ile Abu Dabi idaresi arasında çok ciddi bir ayrışma yaşandı. Karşılıklı güç mücadelesi şeklinde geçen son 10 yıllık süre zarfında, Abu Dabi yönetimi Türkiye’ye karşı izlediği yıpratma stratejisini şekillendirirken elindeki tüm imkanları kullandı. Uluslararası çapta fonladığı yayın organları üzerinden karalama kampanyaları yürüttü. Suriye’de YPG’nin, Libya’da darbeci Hafter’in yanında saf tuttu, siyasi ve askeri anlamda onları destekledi. “Düşmanımın düşmanı dostumdur” yaklaşımıyla Türkiye üzerinde siyasi baskı oluşturmak adına Yunanistan ile yakınlaştı. Hatta Yunanistan ile Doğu Akdeniz’de askeri tatbikatlar gerçekleştirdi. Zayed’in çocukları bugün artık Türkiye’ye karşı izleye geldikleri tüm saldırgan politikaların üzerine sünger çekildiğini söylüyorlar.

NORMALLEŞME SÜRECİNİN ANA MOTİVASYONU

Peki BAE’yi yeni bir sayfa açmaya sevk eden ana motivasyon neydi? BAE yönetimi ne oldu da bütün kötülüklerin anası olarak gösterdiği Türkiye ve liderini bu denli şatafatlı bir törenle karşılama nezaketi gösterdi? Soruyu başka türlü de sormak mümkün; Türkiye, 15 Temmuz darbe girişimin arkasında olmakla suçladığı BAE ile kucaklaşma noktasına nasıl geldi?

Her iki ülkenin kendilerine göre haklı gerekçeleri var. Bu gerekçelerin başında da bölgede değişen siyasi konjonktür geliyor. Bu noktayı biraz daha açalım. Küresel çapta hegomonik gücü aşınan ABD, en önemli rakibi olarak gördüğü Çin’e odaklanmak için Afganistan’ın ardından Ortadoğu’dan da çekilmeye hazırlanıyor. Bu beklenti de bölge ülkelerini pozisyonlarını gözden geçirmeye sevk etti. Bu gerekçeye pandeminin neden olduğu ekonomik kayıplar ve kaygıları da ilave etmek gerekiyor. Tabii, Ortadoğu’daki etki alanlarını genişletmeye çalışan Çin-Rusya ve İran bloğuna karşı ABD’nin, Türkiye-Körfez ve İsrail bloğu oluşturma motivasyonunu da bu gerekçelere ilave etmek gerekiyor.

BAE zaviyesinden bakıldığında Abu Dabi yönetimi bölgesel meselelerde Türkiye ile giriştiği güç mücadelesinden istediği sonucu alamadı. Aksine Türkiye’ye karşı yürüttüğü saldırgan politika kendisine hem ekonomik hem de siyasi anlamda önemli bir maliyet çıkardı ve bu maliyeti karşılamanın sürdürülebilir olmadığını gördü.

BAE açısından bir başka kaygı, İran’ın özellikle Yemen’deki vekilleri üzerinden Abu Dabi yönetimi üzerinde baskı oluşturmasıydı. Biden yönetiminin ABD’yi Ortadoğu’dan çekme ve Tahran ile masaya oturma niyeti Abu Dabi’nin bu noktadaki kaygılarını ziyadeleştirdi. İran destekli Yemenli Husiler, geçtiğimiz ocak ayında Abu Dabi’ye yönelik dron ve balistik füze saldırılarıyla, “BAE’nin artık güvenli bir ülke olmadığı” algısına oynadılar. İran’ın vekillerinin bu saldırıları, ekonomisinin önemli bir parçası turizm ve finans olan Abu Dabi’deki panik havasını iyiden iyiye derinleştirdi.

BAE, yüzleşmek zorunda kaldığı, başta güvenliği ve ekonomik istikrarını tehdit eden meydan okumaları aşmada Türkiye’nin önemli bir ortak olacağını gördü.  Katar’ı Körfez işgalinden, Libya’yı Hafter ve şürekâsından, Karabağ’ı Ermeni işgalinden kurtarılmasında Türkiye’nin oynadığı rol herkesin malumu ama bunu en çok BAE biliyor.  Türkiye’nin her ne pahasına olursa olsun dostlarının yanında duran, dostluğunu sonuna kadar sürdüren güvenilir bir müttefik olduğunu en yakından tecrübe eden ve gözlemleyen Abu Dabi yönetimi, karşısına almaktansa kazan kazan ilişkisi içerisinde Türkiye ile yan yana durmasının ulusal çıkarları açısından çok daha rasyonel bir politika olacağını gördü.

TÜRKİYE-BAE YAKINLAŞMASINA DAİR DÜŞÜNCELER

-Türkiye’ye karşı agresif politika izleyen, Ortadoğu’daki demokratikleşme gayretlerinin önüne geçen, bu noktada İslami tandanslı siyasi oluşumları şeytanlaştırmada başat rol oynayan BAE yönetimi ile ilişkilerde yeni bir sayfa açılması farklı yaklaşımları ve değerlendirmeleri beraberinde getirdi.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Arapların şeytanı olarak” lanse edilen Abu Dabi veliaht prensi Muhammed bin Zayed ile birlikte fotoğraf vermesi Arap sokağındaki kimileri için hayal kırıklığı olarak, kimileri için ise ülkesinin menfaatleri gereği rasyonel bir yaklaşım olarak karşılandı.

Türkiye’nin dış politikasını “değerli yalnızlık” metaforu üzerinden eleştiren Türkiye’deki muhalif çevreler ise “hani 15 Temmuz darbe girişiminin arkasında BAE vardı. Darbeyi fonlayanlarla neden şimdi kucaklıyorsunuz” söylemiyle eleştirilerini sürdüler. Türkiye’nin dış politikada yalnızlaştığını söyleyen bu çevrelerin bugün Türkiye’nin Körfez ülkeleriyle sorunlarını aşıyor olmasından memnuniyet duyması beklenirdi. Ancak bu gerçekleşmedi. Bunun sebebi bu normalleşmenin Türk ekonomisine yapacağı olumlu etkiden kaynaklanıyor. Türk ekonomisine olumlu yansıyacak bu normalleşme adımlarının iç politikada hükümet lehine olumlu karşılığı olacağını kimilerini endişelendiriyor, belli ki…

NORMALLEŞMENİN BÖLGESEL YANSIMALARI NE OLACAK?

Türkiye-BAE arasındaki normalleşmesi süreci iki ülke arasındaki sorunları tamamen ortadan kaldırmayacak. Birçok siyasi sorun paranteze alınacak ve iki ülkenin ekonomik çıkarlarına odaklanılan bir politika izlenilecek. Ancak ekonomi odaklı bu yakınlaşmanın bölgesel meselelerdeki farklılığı giderilmesinde en azında tartışma tonunun hafifletilmesinde olumlu etkisi olacak. Nitekim, iki ülkenin rekabet içinde olduğu Libya’daki son gelişmelere ilişkin yapılan değerlendirmelerde daha temkinli bir dil kullanıldığı gözlemleniyor.

Türkiye’nin bölge ülkeleriyle yaşadığı krizleri fırsata dönüştürmeye çalışan ve bunu abartılı talepleri doğrultusunda kullanma gayretindeki Yunanistan, Türkiye’nin Körfez açılımdan en çok rahatsızlık duyan ülke oldu. Atina yönetimi açısından bu can sıkıcı sürecin devam edeceği benziyor. Malum, ABD, Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum kesiminin çok büyük umutlar bağladığı Akdeniz’den çıkartılacak hidrokarbon gazının Avrupa’ya taşımayı öngören EastMed projesine verdiği siyasi desteği, projenin ekonomik olmadığı gerekçesiyle çekmişti. Körfez ülkeleriyle sorunlarını ortadan kaldırmaya başlayan ve İsrail ile yeniden masaya oturmaya hazırlanan Türkiye, Avrupa’yı Rusya gazına bağımlılığından kurtarmaya aday en verimli güzergâh olarak ön plana çıktı. İsrail cumhurbaşkanının 9-10 Mart’ta yapacağı Türkiye ziyaretinin en önemli gündem maddelerinden birinin enerji olacağı belirtiliyor. Dolayısıyla ortaya çıkan bu yeni konjonktür enerji konusunda Türkiye’yi anahtar ülke pozisyonuna getirebilecek bir fırsat kapısını araladı.

TÜRKİYE’NİN KÖRFEZ VE İSRAİL NORMALLEŞMESİNİN İRAN BOYUTU

- Türkiye’nin Körfez açılımından rahatsızlık duyan bir başka ülke ise İran. Türkiye’nin gerek BAE ve S. Arabistan ile sorunlarını halletmesi, gerek İsrail ile yeniden masaya oturması, öte yandan Kafkaslardan sonra Orta Asya’daki etkinliği artırma yönünde attığı adımlar Tahran yönetimince yakından takip ediliyor. Hele kimi analizlerde dillendirildiği gibi Türkiye’nin İsrail ile birlikte Türk Devletleri Teşkilatı ülkelerini de yanına alarak Orta Asya'daki Rus ve İran etkisini dengeleyebileceği yönündeki tespitler İran’ın fena halde canını sıkıyor. Tahran yönetimi bu rahatsızlığını, özellikle Irak’taki vekilleri üzerinden Türkiye’ye yönelik savrulan tehditlerle dışa vuruyor.

- Gerek Körfez açılımı gerekse Türkiye’nin İsrail ile yeniden masaya oturmasının İran ile alakalı nasıl bir sonuç doğuracağı sorusu gerçekten önemli. ABD’nin bölgede etkinliğini ardından Çin-İran yakınlaşmasına ya da Çin-İran ve Rus bloğuna karşı, Türkiye-Körfez-İsrail bloğu üzerinden bir denge arayışında olduğu belirtiliyor. Türkiye’nin Körfez ülkeleriyle yakınlaşması ve İsrail ile yeniden masaya oturmasının ABD’nin talebi doğrultusunda olduğunu söylemiyoruz tabii ki. Ancak bu süreçten Washington’un memnuniyet duyduğu muhakkak. Türkiye’nin hem Körfez ile hem İsrail ve Ermenistan ile ilişkilerinde esen ılık rüzgârın Türkiye-ABD ilişkilerine de olumlu yansıyacağı yönünde bir beklenti var. En azından ABD’deki Yahudi ve Ermeni lobisinin Türkiye karşıtı kampanyalarına ara verebileceği beklenebilir.

Ortadoğu medyasındaki kimi analizlerde rastlanan İran’ın yayılmacılığından rahatsız olan S. Arabistan ve Körfez ülkelerinin Türkiye ile aralarındaki buzları erittikten sonra Şii İran’ın karşısına Türkiye ile birlikte Sünni bir blok oluşturulacağı iddiasının çok da gerçekçi olmadığını belirtelim. Zira Türkiye, bölgede mezhep eksenli bir güç mücadelesine karşı olduğunu sürekli vurguluyor. Nitekim daha öncede İran karşısına Sünni bir blok oluşturma projesine Türkiye prim vermemişti.

“Tüm bu jeopolitik gelişmeleri nasıl okumak gerekiyor?” sorusuyla yazımızı toparlayalım. Her ne kadar içerideki kimi çevreler “güvenlikçi politika” söylemi üzerinden Türkiye’nin uluslararası düzlemde “değerli yalnızlığa” mahkûm edildiğini söyleseler de son süreçte yaşananlar durumun öyle olmadığı ortaya çıkmıştır. Gerek Ortadoğu’daki yeni denge arayışlarında gerek Doğu Avrupa’da cereyan eden Batı ile Rusya arasındaki soğuk savaşta gerek Kafkaslarda ve gerekse Orta Asya’daki güç mücadelesinde Türkiye, yumuşak gücünün yanı sıra özellikle o çokça eleştirilen güvenlikçi politikaları sayesinde uluslararası arenada çok önemli bir aktör olduğunu göstermiştir.

Bakın Yunanistan'ın en önemli gazetelerinden biri olan Kathimerini’de Ukrayna-Rusya gerilimi sürerken yayınlanan analizde Türkiye gerçeği nasıl tanımlanıyor:

“Türkiye, Batı ile birlikte Rusya’ya karşı bir siper, Rusya ile birlikte Avrasya’nın bir parçası, Kuzey Afrika ve Orta Doğu’da İslami rolde, Orta Asya’da Türklerin mirası, Balkanlarda Osmanlı geçmişi ve Afrika’da sömürgecilik karşıtı.”

Kaynak: Beytullah Demircioğlu, Altınoluk Dergisi, Sayı: 433

İslam ve İhsan

'YENİ DÜNYA DÜZENİ'NE KARŞI MÜSLÜMAN NE YAPMALI?

'Yeni Dünya Düzeni'ne Karşı Müslüman Ne Yapmalı?

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.