Mute Savaşı

Mute nerededir? Mute Savaşı kimler arasında yapıldı? Mute Savaşı’nın sebepleri ve sonuçları nelerdir? Mute Savaşı’nın önemi nedir? İşte bir avuç sahabinin yazdığı destan; Mute Savaşı.

Allâh Resûlü’nün İslâm’a dâvet için birer mektupla hü­kümdarlara ve vâlilere gönderdiği elçiler, gittikleri yerlerdeki krallar kendilerine hakâret de etse, netîcede “Elçiye zevâl olmaz.” kâidesince, sağ sâlim Medîne’ye dönüyorlardı. Ancak bunlardan Busrâ emîrine giden Hâris bin Umeyr’in durumu böyle olmadı.

Hazret-i Hâris, Mûte’ye vardığında Gassânî emirlerinden Şurahbil bin Amr, yolunu keserek nereye gittiğini sordu. Hazret-i Hâris, Resûlullâh’ın elçisi olduğunu söyleyince, bedbaht zâlim Şurahbil, elçinin dokunulmazlığı kâidesini çiğneyerek o mübârek sahâbîyi hunharca şehît etti.[1] Allâh Resûlü, Hazret-i Hâris’in bu şekilde şehâdetine çok üzüldü. İslâm’a karşı açıktan açığa bir tecâvüz mâhiyetindeki bu hareket, Müslümanları hiçe saymak mânâsına geldiğinden, derhâl üç bin kişilik bir ordu hazırlandı. Aksi takdirde Medîne İslâm Devleti’nin îtibârı zedelenir, kötü netîceler tahakkuk edebilirdi.

MUTE SAVAŞI’NIN KOMUTANI

Peygamber Efendimiz, câhiliye dönemindeki sınıf fark­lılığını yıkan İslâm’ın cihânşümûl irâdesine binâen, âzatlı kölesi Hazret-i Zeyd’i hazırlanan ordunun başına kumandan tâyîn etti. Sonra şu tâlimâtı verdi: “Şâyet muhârebede Zeyd şehît olursa, kumandayı Câfer alsın! Câfer de şehît dü­şerse, Abdullâh bin Revâha orduya kumandanlık etsin! O da şehît olursa, artık Müslümanlar aralarından birini kumandan olarak belirlesinler!..”

Hazret-i Peygamber, orduyu Medîne’nin dışında bulu­nan “Seniyyetü’l-Vedâ” mevkiine kadar uğurlayıp duâlarla düşman üzerine gönderdi. Hâris’in öldürüldüğü yere kadar gitmelerini, orada bulunanları İslâm’a dâvet etmelerini, Müslümanlığı kabûl etmedikleri takdirde, Allâh’tan yardım isteyerek onlarla çarpışmalarını emir buyurdu.[2] İslâm ordusunun hareketini haber alan zâlim Şurahbil de Bizans’ın desteğiyle bir­likte yüz bin kişilik bir kuvvet hazırladı. Hıristiyan Araplardan yüz bin kişilik bir kuvvet de gelip onlara katıldı.[3]

MÜSLÜMANLARI BEKLEYEN İKİ GÜZEL SONUÇ

Düşmanın bu derece kalabalık olduğu haberini İslâm ordusu, ancak Sûriye toprak­larına girdikleri zaman öğrenebildi. Böyle bir durum beklemediklerinden, aralarında istişâre ettiler. Birçoğu, ahvâli Hazret-i Peygamber’e bildirip O’ndan gelecek tâlimâta göre hareket etme taraftârı idi. Çünkü kuvvetler, kıyaslanamayacak dere­cede dengesizdi. Târihte böylesi görülmemişti. Bu sebeple neredeyse Allâh Resûlü’ne du­rumu bildirme husûsunda anlaşacaklardı ki, Abdullâh bin Revâha:

“–Şu an çekindiğimiz şey, ele geçirmek için yola çıktığımız şey değil midir? Biz, düşmanla sayı çokluğu ve kuvvet üstünlüğü ile mi savaşıyoruz? Hayır! Biz Allâh’ın ihsân buyurduğu bu dînin kuvvetiyle harbediyoruz. Ne duruyoruz; bizi bekleyen iki güzel netîceden biridir: Ya şehîtlik, ya da gazîlikle birlikte zafer!” Bunun üzerine harbe karar verildi ve yollarına hızla devâm ettiler.

MUTE SAVAŞI ŞEHİTLERİ

Mûte köyünde, bir avuç İslâm ordusu, Hazret-i Zeyd’in kuman­dasında gözünü kırpmadan düşman saflarına hücûm etti. Tevhîde gönül verenler, şimdi de Allâh yolunda canlarını veren kimseler vasfını kazanıyorlardı. Savaş iyice harâretlendiği bir sırada Allâh Rasûlü’nün göz bebeği ve Mekkeli ilk se­kiz Müslümandan biri olan kumandan Hazret-i Zeyd düşman mızrakları ile şehîd düştü. Hazret-i Peygamber’in emri mûcibince sancağı derhâl Hazret-i Câfer aldı. O da kahramanca düşman arasına daldı. Yediği kılıç darbeleri ile iki kolunu kaybetti. Resûlullâh’ın sancağını yere düşürmemek için kesik kolları ile onu göğsüne sarmaya çalıştı. Bir müddet sonra o da şehîd oldu.

Hazret-i Câfer, Allâh ve Resûlü’nün muhabbeti ile mest olmuş bir hâlde idi. Nitekim bu yolda fedâ-yı cân etmeye muvaffak olup rızâ-yı ilâhîye kavuştu. Sıra Abdullâh bin Revâha’ya gelmişti. O da aynı şevkle sancağı alarak düşman saf­larında dalgalandırdı. Nefsini meşgûl etmesin diye yanındakilere vasiyet etti:

“–Şâhit olun ki, Medîne’deki bütün mallarımı beytülmâle bırakıyorum!” Sonra şehît oluncaya kadar kahramanca çarpıştı. Abdullâh bin Revâha’nın da şehît olması üzerine, henüz yeni Müslüman olmuş bulu­nan ve ilk defâ İslâm saflarında harbe katılan Hazret-i Hâlid bin Velîd, sancağı alarak mücâdeleyi de­vâm ettirdi. Bir avuç sahâbî ile çekirge sürüleri gibi kalabalık olan düşmana karşı büyük bir mu­kâvemet gösterdi. Bu sırada Allâh Resûlü, mescidin minberinde hâdisenin bütün safhalarını an-be-an ashâb-ı kirâma aktarıyordu. Muhârebe meydanı gözlerinin önünde idi. Orada ard arda gerçekleşen şehâdetleri, mağmûm ve mahzûn bir şekilde şöyle bildiriyordu:

“Zeyd bin Hârise sancağı eline aldı. Şeytan hemen onun yanına geldi. Hayâtı ve dünyâyı ona sevimli, ölümü de çirkin ve sevimsiz gösterdi.

Zeyd ise: «−Bu an, mü’minlerin kalplerinde îmânı sağlamlaştıracakları bir zamandır! Sen ise bana dünyâyı sevdirmek istiyorsun!» dedi ve ilerledi. Çarpışmaya girişti ve nihâyet şehîd oldu. Onun için Allâh’tan af ve mağfiret dileyiniz.”

Sonra da şöyle devâm etti: “O şimdi cennete girdi, orada koşup duruyor! Sonra sancağı Câfer aldı. Şeytan hemen onun yanına vardı. Hayâtı ve dünyâyı ona sevimli, ölümü de çirkin ve sevimsiz göstermek istedi.

Câfer ise: «−Bu an, mü’minlerin kalplerinde îmânı sağlamlaştırma zamânıdır!» dedi ve ilerledi. Düşman ordusuna saldırdı, çarpıştı ve nihâyet o da şehît oldu. Ben onun şehît olduğuna şehâdet ederim.”[4]

Daha sonra: “Kardeşiniz için Allâh’tan mağfiret dileyiniz. O şehît olarak cennete girdi. Şimdi o cennette yâkuttan iki kanat ile dilediği gibi uçuyor.” buyurdu.

Allâh Resûlü: “Câfer’den sonra sancağı Abdullâh bin Revâha aldı!” dedikten sonra bir müddet sustu. Ensâr’ın benizleri değişti, sarardı. Abdullâh bin Revâha’nın, Allâh ve Resûlü’nün hoşuna gitmeyecek bir şey yaptığını düşünmeye başladılar. O sırada Hazret-i Abdullâh ise sancağı alıp atının üzerinde düşmana doğru ilerlerken, bir yandan da serkeş nefsini dize getirmek için uğraşıyordu.

BİR AVUÇ SAHABİNİN YAZDIĞI DESTAN

Peygamber Efendimiz savaş sahnelerini nakletmeye devâm etti: “Abdullâh bin Revâha cesâretini topladı, elinde sancak olduğu hâlde düşmanlarla çarpıştı ve şehît oldu. Îtirazlı olarak cennete girdi. Onun için de Allâh’tan af ve mağfiret dileyiniz!” buyurdu.

Hazret-i Abdullâh’ın cennete îtirazlı olarak girişi Ensâr’ın çok ağırına gitti: “–Yâ Resûlallâh! Onun îtirâzı ne idi?” diye sordular.

Peygamber Efendimiz: “–Kendisi yaralandığı zaman düşmanla çarpışmaktan çekindi. Sonra nefsini kınadı, cesâretini topladı ve şehîd oldu! Cennete girdi. Onlar bana cennette altın tahtlar üzerinde gösterildi. Abdullâh’ın tahtının arkadaşlarınınkinden daha aşağıda ve eğri olduğunu gördüm. Sebebini sorduğumda: «−Abdullâh çarpışmaya giderken bâzı tereddütler geçirmiş, sonra da çarpışmaya gitmişti!» denildi.” buyurdu. Hazret-i Abdullâh’ın şehît olup cennete girişi Ensâr’ı sevindirip yüreklerini ferahlattı.

MUTE SAVAŞI’NIN SONUCU 

Bunları nakleden Allâh Resûlü’nün gönüllerinin mahzun­luğu arttı, arttı ve mübârek gözlerinden inci tânesi gibi yaşlar dökülmeye başladı. Ardından: “Şimdi sancağı Allâh’ın kılıçlarından bir kılıç eline aldı. Netîcede Allâh mücâhidlere fetih müyesser kıldı.” buyurdu. (Buhârî, Meğâzî, 44; Ahmed, V, 299; III, 113; İbn-i Hişâm, III, 433-436; Vâkıdî, II, 762; İbn-i Sa’d, III, 46, 530; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, III, 237)

Sonra yaşlı gözlerle dergâh-ı ilâhîye el açıp: Allâh’ım! Hâlid, Sen’in kılıçlarından bir kılıçtır. Sen ona nusret ihsân eyle!” diye duâ etti. (Ahmed, V, 299)

Dipnotlar:

[1] Vâkıdî, II, 755; İbn-i Kayyım, III, 381. [2] İbn-i Sa’d, II, 128. [3] İbn-i Hişâm, III, 429. [4] İbn-i Ömer şöyle demektedir: “Hazret-i Câfer’i aradık. Onu şehîtler arasında bulduk. O hâldeydi ki, cesedinin ön tarafında doksan küsur ok ve mızrak yarası saydık. Bunların hiçbirisi de arkasında değildi.” (Buhârî, Meğâzî, 44) Hazret-i Câfer şehît edildiğinde otuz üç yaşındaydı. (İbn-i Hişâm, III, 434) Demek ki Habeşistan’a hicret edip Necâşî’nin huzûrunda ilim, hikmet ve cesâretle konuştuğunda on yedi yaşlarında bir delikanlı idi.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hz. Muhammed Mustafa 2, Erkam Yayınları

 

İslam ve İhsan

HZ. MUHAMMED (S.A.V.) KİMDİR?

Hz. Muhammed (s.a.v.) Kimdir?

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.