Sehl Bin Abdullah Tüsteri (k.s) Kimdir?

KİM KİMDİR?

Adı Seht b. Abdullah, künyesi Ebu Muham­med, nisbesi et-Tüsteri. Tasavvuf yolunun imamlarından. 201/816 yılında Tüster’de doğdu.

Seht b. Abdullah Basra, Abadan ve Bağdad’ı dolaştı. Belh ve Semerkant’ta bulundu. So­nunda memleketi Tüster’e döndü. Dayısı Mu­hammed bin Sevvar eliyle tasavvuf yoluna girdi. Hac mevsiminde Mekke’de Zünnûn Mısri ile görüştü. Ahmedbin Hadraveyh ve Ebu Osman Hîrî’nin sohbetlerine katıldı. Söz ve davranışlarındaki tutarlılık, konuşmasındaki çekicilik sebebiyle insanlar fevc fevc etrafında toplandı. Bazıları onu kıskanarak rahatsız ettiler ve bulunduğu bölgeleri terke mecbur bıraktılar. Bu yüzden sıkıntı ve çile dolu, fakat huzurlu bir hayat yaşadı. 283/896 yılında seksen yaşını geçmiş bir pîr-i fani iken Tüster’de (veya Basra’da) vefat etti.

Riyazat ve nefs ile mücahede, nefsin ıslahı konusunda bir takım esaslar geliştiren ilk mutasavvıf sayılır. Müridlerini çile ve riyazatla yetiştirirdi. Onun yolunu izleyenlere, adına nisbetle “Sehliyye” denildi.

TASAVVUF YOLUNA NASIL GİRDİ?

Tasavvuf yoluna girişini kendisi şöyle anlatıyor:

“Üç yaşlarında iken dayım Muhammed bin Sevvâr’ın geceleri kalkıp kıldığı namazları dikkatle izlerdim. Dayım bana: ‘Git uyu, kalbimi meşgul ediyorsun’ derdi. Birgün bana: ‘Allah’ı zikretmek ister misin?’ diye sordu. Ben de: ‘Elbet isterim, ama nasıl zikredeceğimi bilemiyorum’ deyince şunları söyledi:

‘Yatağına girince dilini oynatmadan kalbinden üç kerre: Allah bana bakıyor, beni görüyor ve benimledir diyerek zikret! Buna üç gün devam ettikten sonra bana ‘şimdi bu sayıyı onbire çıkar’ dedi. Sonra kalbimde bu işten dolayı bir hazz duymaya başladım. Bir sene sonra dayım bana:

‘Sana öğrettiğim bu zikrin hakkını ver ve ona devam et! Çünkü böyle bir zikir dünyada da ahirette de yarar sağlar’ dedi. Ben yıllarca bu zikre devam ettim ve bunun hazzını sırrımda da duydum.

Dayım bir gün bana dedi ki: ‘Sehl, Allah ile olan, O’na nazar eden, O’nun ilahi tecellilerini müşahede eden kimse, hiç O’na asi olabilir mi? Sen, sen ol da Allah’a asi olmamaya bak!’

Dayımla olan bu münasebetlerimden sonra tenhalarda gezmekten, sessiz ve ıssız yerlerde dolaşmaktan hoşlanır oldum. Bundan sonra ailem beni bir ara mektebe göndermek istedi. Aileme, dikkat ve gayretimin dağılmaması için, muallime, her gün bir saatlik dersten sonra bana izin vermesini tenbih etmelerini söyledim. Bu suretle altı-yedi yaşlarında iken hafız oldum. On iki yaşlarına kadar sadece arpa ekmeğiyle oruca devam ettim. Onüçyaşında da kafama takılan bir konuyu öğrenmek üzere Abadan ve Basra tarafına ilmî seyahatler yaptım.”

NEFS VE ŞERİAT

Sehl nefse ağır gelen şeriat hükümlerinin herşeye rağmen sıkı sıkıya uygulanmasını kişinin kemaline vesile olacağını söylerdi. Şer’i mes’elelerde taviz vermez, dünyevî mevkii ve parası ile halka kendini kabul ettirmeye çalışanlara yüz göstermezdi. Nitekim rivayete göre İran’ın ileri gelenlerinden Yakub bin el-Leys kabıza tutulmuştu. Devrin bütün doktorları çağırıldığı halde bir türlü tedavi edilememişti. Artık tıbbın yapacağı birşey kalmamış, iş duaya kalmıştı.

Sehl’in salah ve takvasından kendisine bahsedilince hemen adamları vasıtasıyla onu getirtti. Sehl ona, önce günahlarından pişmanlıkla tevbe etmesini söyledi. Sonra da: “Allahım ona günahın zilletini gösterdiğin ve tevbe nasib ettiğin gibi taatın şerefini ve tadını da göster, şifa bulup ibadet etsin” diye dua etti. Biiznillah derhal şifa buldu. Bunun üzerine Emir Yakub, Sehl’e armağanlar vermek istedi. Fakat o, kabul etmedi. Memleketine dönünce bazı dostları, kendisine: “Keşke kabul etseydiniz, burada fakirlere dağıtırdık” deyince şu karşılığı verdi: “Siz dünyalık mı istiyorsunuz? Yere bakın” Bir de baktılar ki, yer boydan boya altın. Sehl şöyle konuştu: “Allah ile beraber olan, dünyalığının çoğalmasını istemez, dünyalığın azına da, çoğuna da değer vermez.”

O’nun anlayışına göre tasavvuf yoluna giren sufî, sırrını saklar, ihtiyacını gizler, farzları eda eder, zann, dedikodu ve kusur araştırmayı bırakır, yalan söylemez, iftira etmezdi. Derdi ki: Gıybet etmek istemeyen zan kapısını kapasın. Zandan kurtulmak isteyen tecessüsü bıraksın. Çünkü tecessüsten kurtulan gıybetten selamete çıkan yalanı bırakır. Yalanı bırakan iftira etmekten kurtulur. Zann ile iş yapan yakin nurundan mahrum olur, Malayani (boş sözler) konuşan doğru sözlülükten uzaklaşır. (Çok söz yalansız olmaz.) Organlarını Allah’ın emrinden başka şeylerle meşgul edenler, takvadan yoksun kalır.

Baş olmaya hak kazanmak için herkesi olduğu gibi kabul etmek ve kimseye cehalet isnadında bulunmamak gerekirdi. Halkın elindekine göz dikmemek, aksine kendisinde bulunanı başkalarına vermek başarılı bir idareci olmanın temel şartıydı ona göre. Hayattan dört şekilde tad almak mümkündür, derdi:

  1. Melekler gibi ibadet ve taatla,
  2. Peygamberler gibi ilahi ilim ve vahiyle,
  3. Sıddîk, sadık ve salih kullar gibi Allah’ın emrine uymak ve Rasulü’nün sünnetine tabi olmakla
  4. Bu üç zümrenin dışında kalan, diğer insanların yaptığı gibi yiyip içmek ve uyumamak suretiyle.

Müridlerine şöyle nasihat ederdi: “Nefsiniz sizden günah olan birşey istediği zaman, siz onu açlık ve susuzlukla terbiye edin. Fakat günah olmayan birşey istediğinde ona hakkını verin, yedirin, içirin, geceleyin, uykudan nasiplendirin.”

KALB KASVETİ VE GÜNAHLAR

Kalb kasvetiyle günah arasında şöyle bir ilgi kurardı: Yasak av avlayan avcıdan fidyesi hemen nasıl alınırsa, seçkin kulların kalpleri dünyaya meyledince onlardan taat ve ibadet zevki fidye olarak alınır.

Sordular:

– Kalp, kendisinin Cenab-ı Hakk nezdinde makbul ve muteber olup olmadığını anlayabilir mi? Şu karşılığı verdi:

– Tabii anlayabilir. Allah’ın kendisini günaha düşmekten koruduğu, taata muvaffak buyurduğu kul, Hakk nezdinde makbul sayılır. Öbürü değil.

Ona göre, edebin en aşağı derecesi haddini bilmek, en yukarı derecesi emin olmadığı konuda susmaktı, ilmin şükrü amel, amelin şükrü de ilmini artırmaktı.

Bizim yolumuz şu yedi şeyle tamam olur, derdi: Kitab-ı İlahi’ye sarılmak, Rasul’ün sünnetine bağlanmak, helalinden yiyip içmek, başkalarına eziyet etmemek, günahlardan sakınmak, tevbeye devam etmek ve hak sahiplerine haklarını vermek.

O’nun telakkisine göre, belâ iki türlü olurdu. Rahmet olan bela, ceza olan bela. Belânın rahmet olan çeşidi kula, Allah’a olan ihtiyacını ve O’nun azameti karşısında hiçliğini gösterir, tedbirin takdire engel olamıyacağını öğretirdi. Kula ceza olan bela ise onu telaşa ve tedbire sevk eder, kalbini meşgul ederdi. O’nun düşüncesine göre Allah ile kul arasındaki perdelerin en kalını “varlık” ve “benlik” iddiasıydı. Hakk’a giden yolların en kısası da O’nun azameti karşısında hiçliğini anlamaktı.

ZİKİR TERBİYESİ

Bir müridine şu suretle zikir telkin etmişti: “Günboyu bütün gücünle Allah Allah demeye çalış. Bunu zorlanmadan yapar hale gelince geceleri de aralıksız buna devam et!” Mürid verilen talimata göre hareket ederek rüyasında bile “Allah” der hale geldi. Daha sonra Sehl ona hatırlama ve hiç unutmama şeklindeki gizli zikri öğretti. Mürid bu kalbî zikre de devam ederek nihayet vecd ve istiğrak haline yükseldi.

İnsanın kulluk neşve ve istidadıyla yaratıldığına inanan Sehl, “Kendi ihtiyarıyla Allah’a kul olmayan mecburen dünyaya ve yaratıklara (kadına, paraya vb.) kul olur” derdi. Çünkü hakikaten başkasıyla huzur bulabilen bir kalb, yakın kokusunu koklamaktan mahrum kalır, içinde Hakk’ın razı olmadığı şeyi barındıran kalbe nur giremez”

Sordular:

– Müşahede nedir?

– Kulluk, diye karşılık verdi.

– Kulluğa ne ile erilir? diyenlere:

– Geceleri namaz kılmak, gündüzleri günah işlememek suretiyle, dedi.

Tevbe Nedir?

Tasavvuftaki cem fikrine sahip olarak “Ben kapı gibiyim, hareket ettirilmedikçe hareket etmem!” diyen kimse hakkında görüşü sorulduğunda şu cevabı verdi;

– Bu sözü söyleyen ya sıddıktir ya da zındıktır. Sıddîk böyle bir sözü eşyanın ancak Allah ile kaim bulunduğuna, herşeyin Allah’tan olduğuna ve ona rücu edeceğine inanarak söyler. Zındık ta kulun irade ve ihtiyarını reddeder sapık Cebriyye mezhebinin görüşüne uyarak bu sözü söyler.

Sordular:

– Tevbe nedir? Şu karşılığı verdi:

– Günahı unutmandır.

Soruyu soran:

– Asıl tevbe günahı unutmamak değil mi? deyince;

– Hiç de öyle değil, çünkü vefa ve safa anında cefayı hatırlamak, cefa olur, dedi.

- rahmetullahi aleyh -

Kaynaklar: Sülemî, Tabakatu’s-sufiyye, s. 228-232; Hılyetü’l-evliya, X, 246-249; Sıfatu’s-safve, II. 245-247; Kuşeyri, I, 149; Keşfu’l-mahcub, I, 355, II, 480-487; Tezkiretü’l-evliya, (trc. S. Uludağ) s, 492-498; Nefehatu’l-üns, (Irc. Lamii Çelebi), s. 125-128; Şarani, I, 78; İbnu’l-Mulakkin, Tabakatu’l-evliya, 40-45; el-Kevakibu’d-dürriyye, I. 190-192; A’lamü’n-nübela, XIII, 419-422.

Kaynak:  Prof. Dr. H. Kâmil YILMAZ, Gönül Erleri, Erkam Yayınları

BENZER HABERLER