Ebu Said Harraz (k.s) Kimdir?

KİM KİMDİR?

Adı Ahmed bin İsa, künyesi Ebu Said, nisbesi el-Bağdâdî, lakabı Harrâz. Bağdatlıdır. Zünnûn Mısrî, Bişr Hafî ve Ebu Abdullah Nibâcî’nin talebesi.

Ebu Ubeyd Busrî ve Seriy Sakatî’nin sohbetlerinde bulundu. Ayakkabı tamir ederek hayatını kazandığı için “Harrâz” lakabı ile anılır. 277/890 yılında vefat etti. Fenâ-beka konusunda söz söyleyen sûfîlerin ilki olarak bilinir. Hatta bu konuda bir risale kaleme aldığı rivayet edilirse de, bu risale günümüze ulaşmamıştır.

Fena ilmi dünyanın fânî olduğunu bilmek, beka ilmi de âhiretin bâkî olduğunu kavramaktır. Harraz’ın fena ve beka görüşünü şöyle bir cümle ile özetlemek mümkündür: “Fena, kulun ubudiyyeti görmekten fani olması; yani amellerini görmemesi, beka Hakk’ın rububiyyetinde baki olması; yani Allah’ın güzellik ve ihsanını görmesi, kulluk aczini kavramasıdır.”

İlm-i batın konusunda söz söyleyen sûfîlerdendi. Ancak batın ilmi konusunu, ulu orta değil, belli bir süzgeçten ve elekten geçirme lüzumuna inanırdı. O elek, şeriatın zahiriydi. Şöyle konuşurdu: “Zahire muhalif olan batının her çeşidi batıldır.”

Rüyasında İblis’i kendisinden kaçıp uzaklaşırken gördü, sordu:

– Niye yanıma gelmiyorsun? Nereye kaçıyorsun öyle? İblis cevap verdi:

– Senin yanına niye geleyim ki? Siz, halkı kandırdığım vasıtaları kendinizden uzaklaştırdınız.

– Nedir o halkı kandırdığın vasıtalar?

– Dünya ve sevgisi.

Harrâz, nefsi, durgun ve temiz bir suya benzetirdi. Bu durgun ve temiz su, tahrik edilince dibinde tortu halinde bulunan mikrobu meydana çıkarırdı. Nefsinin mertebesini anlamak isteyen, onu mihnet, meşakkat ve sıkıntı ile denemeli, hoş fakat boş arzularına karşı çıkarak imtihan etmeliydi. Nefsin bu özelliklerini bilmeyen Rabbını nasıl tanıyabilir? Ve nasıl ma’rifet-i ilahiyye iddiasında bulunabilirdi?

Nefs meşgul edilmezse onun insanı meşgul edeceğinden korkardı. Bu yüzden mesleğini icra ederken diktiği ayakkabıyı bazan söker, yeniden dikerdi. “Niye böyle yapıyorsun?” diye soranlara “Nefsimi meşgul etmek için. Çünkü ben onu meşgul etmezsem o beni meşgul edecek” derdi. Anlatıldığına göre Harrâz gerçek sûfînin latif bir elbise giyerek yalnızlığı (halvet) seçmesi gerektiğini söyler, şüpheli şeylerden kaçınmasını (vera), darda kaldığı zamanlar hariç hiç kimseden bir şey istememesini, kimseye dünyalık birşey için yüzsuyu dökmemesini öğütlerdi. Bunlan yapmayanın sûfî değil, belki yalancı olduğunu söylerdi.

Birgün kendisine, zaman zaman birbirleriyle çatışan dervişlerden soruldu. Dedi ki: “Onların bu hali seyr ü sülûk sırasında görülür. Kemale erenlerde böyle bir sıfat bulunmaz. Çünkü kemal ehli kimseler, halk arasında kızacak ve darılacak birşey görmez. Onlar herşeyi Hakk’tan bilir.” Bir defasında şöyle demişti: “Ben sûfîlerle uzun süre sohbet ettiğim halde onlarla aramızda hiçbir ihtilaf çıkmazdı. Çünkü onlarla bulunduğum sürece daima nefsimi haksız bulur, kimsede kusur aramazdım.”

İhsan, sevgi doğurduğu halde bu alemde Allah’ın sayısız ihsanlarına mazhar olan insanoğlunun gaflet ve dünyaya meyline üzülür, şunları söylerdi: “Bu alemde Allah’tan başka gerçek ihsan sahibi olmadığını bildiği halde bütün kalbiyle O’na yönelmeyene şaşarım.”

Kendisinden önce vefat eden salih bir oğlu vardı. Bir gece rüyasında gördü. Ona: “Oğlum bana öğüt ver” dedi. Oğlu: “Babacığım, Allah’a karşı hüsn-i zan sahibi ol! Allah ile arana bir gömlek bile koyma!”

Anlatıldığına göre bu rüyadan sonra otuz yıl yaşayan Harraz, sırtındakinden başka gömlek bulundurmadı. “Rızkımı teminat altına almış bulunan Rabbına karşı ihtiyâcımdan fazla birşey bulundurmaktan dolayı haya ederim.” derdi.

ZAMAN VE TASAVVUF

O’na göre, tasavvuf, zamana hakim olmaktı. Bu yüzden: “Değerli zamanını en kıymetli şeylerden başkasına har­cama! En kıymetli şey de geçmiş ile gelecek arasında bu­lunan, içinde bulunduğun andır.” derdi.

“İlim seni amele götürür, yakın ise seni taşır,” der, ilim ve marifeti şöyle anlatırdı: “Allah ilmi kendisinin tanınması için bir delil, hikmeti kulları için ülfet vesilesi yapmıştır. İlim Allah’a götüren bir delil, marifet Allah’ı tanıtan bir rehberdir. İlim sayesinde bilgilere, marifet sayesinde iyilik ve güzelliklere erişilir. İlim öğrenmekle, marifet derinlemesine kavramakla elde edilir. Marifet Hakk’ın tarifiyle gerçekleşir. İlim ise halkın öğretmesiyle. Marifetin faydası anında, ilmin faydası bilgilenmeden sonradır.”

Harraz’a göre vuslat kapısı cehd ve fazl-ı ilahi ile açılırdı. Bu yüzden “Sadece cehdiyle Hakk’a erişeceğini sanan, boşuna zahmet çeker, cehdetmeden maksuduna nail olacağını uman, sadece temennidedir.” derdi.

Ebu Said Harraz, müminin lügatinde “La” (yok, hayır, olmaz) lafzı bulunmaz, derdi. Çünkü Allah ile kendisi arasında bulunan sayısız ihsan ve ikrama kerem gözüyle bakınca kendisine vaki olabilecek talebe “La” (hayır, olmaz) cevabı veremezdi.

Kur’ân’da “Yerin ve göklerin hazineleri Allah’ın­dır.” (el-Münafikun, 63/7) âyetinde geçen göklerin hazinelerinin “gayb hazineleri” yer hazinelerinin “kalb hazineleri” olduğunu söylerdi.

- rahmetullahi aleyh -

Kaynaklar

Sülemî, Tabakatu’s-sufiyye, s. 228-232; Hılyetü’l-evliya, X, 246-249; Sıfatu’s-safve, II, 245-247; Kuşeyri, I, 149; Keşfu’l-mahcub, I, 355, II, 480-487; Tezkiretü’l-evliya, (trc. S. Uludağ) s. 492-498; Nefehatu’l-üns, (trc. Lamii Çelebi), s. 125-128; Şarani, l, 78; İbnu’l-Mulakkin, Tabakatu’l-evliya, 40-45; el-Kevakibu’d-durriyye, I, 190-192; A’lamü’n-nübela, XIII, 419-422.

Kaynak:  Prof. Dr. H. Kâmil YILMAZ, Gönül Erleri, Erkam Yayınları

BENZER HABERLER