Yusuf Bin Hüseyin Razi (k.s.) Kimdir?

KİM KİMDİR?

Adı Yûsuf bin Hüseyin, künyesi Ebû Yâkub, nisbesi Razî, İran’ın Cibal bölgesi şeyhlerinden. Zünnun Mısrî müridi. Ebû Türab Nahşebî ve Ebû Said Harraz ile çağdaş ve arkadaş. Sonuncusu ile bazı seferlerde bulundu. Hadis ilmi ve rivayetiyle meşgul oldu. Yusuf Râzi, şöhreti afet sayan, hiçliği esas alan tasavvufi bir kişiliğe sahipti. Vefatı 304/917 dir.

“Tasannu” denilen yapmacık tavırlardan hiç hoşlanmazdı. Allah’ın huzûruna zerre kadar yapmacık bir hareketle çıkmaktansa bütün insanların günahlarını sırtında taşıyarak çıkmayı tercih ederdi. Ruhsatla amel etmeyi hoş karşılamaz ve ruhsatla amel eden müridden pek hayır gelmeyeceğini sِöylerdi.

NEFSE UYMANIN TADI

Cüneyd ile dostlukları vardı. Ara sıra mektuplaşırlardı. Bir mektubunda Cüneyd’e şöyle yazdı: “ Allah sana nefse uymanın tadını tattırmasın. Bir kere bunu tadınca ebedî olacak hayrı tadamazsın.” İyi ve sâlihlerle oturup kalkmanın güzel tesiri gibi mülhid ve muhalif kişilerle oturmanın da menfî tesiri olacağını söyler, Sûfîler için en büyük felâketin kendilerine zıd meşrepte insanlarla düşüp kalkmak olduğunu belirtirdi. Kadınlarla ülfet etmemeyi öğütlerdi. Tama’kârlığı ve kula kul olmayı zillet sayardı, ona göre insanların en zelili tama’kâr derviş ve sevgilisini seven insandı. Çünkü seven sevgilisinin karşısında kendisini gayet zelil görürdü. Bu da tama sonucu olurdu. Tamadan uzak bir sevgi ise yüceydi. Nitekim Züleyha, Yûsuf’a tama ettikçe zillete düşmüş, fakat ondan tamamı kesip Allah’a yönelince Hakk Teâlâ ona gençlik ve güzelliğini iâde etmişti.

Ehl-i dünyanın yanında dünyayı kötülemeyi makbul saymaz, hatta böylelerini “dünya düşkünü” diye nitelerdi. Dünya ehli yanında dünyayı kötüleyenler bu işi kötü bir san’at haline getirdiler. Sanki onları soğutup dünyalıkları hep kendileri toplamak istiyorlar.

İlmin de, dünya malının da insanı azdırdığını söyler, ilmin azdırmasını önlemek için ibadeti, dünya malının saptırmasına engel olmak için gani gönüllü bir zâhid olmayı tavsiye ederdi.

Hz. Peygamber (s.a.)’in Hz. Bilal (r.a.)’e hitaben “Bizî dinlendir ya Bilal” sözünü “Ezan okuyup namaza çağır da, namaza dalarak gönlümüzü dünya yorgunluklarından dinlendirelim” (Ebû Dâvud, Edeb, 78; İbn Hanbel, V, 214,271) şeklinde yorumlardı.

İSM-İ AZAM’I ÖĞRENMEK İÇİN

Rüyasında kendisine: “Her asrın bir kutbu var. Bu çağın kutbu Zünnûn Mısrî’dir ve İsm-i A’zam’a âşinâdır. Onun yanına git” denildi. İsm-i A’zam’ı öğrenme şevk ve arzusuyla Mısır yolunu tuttu. Zünnûn’un meclisine vardı. Selâm verdi. Zünnûn selâmını aldı. Fakat Yûsuf Râzî edeb gözetip hiçbir şey söylemeden oturdu. Bir yıl kadar Zünnûn’un meclisinde bir köşede bulundu. Bir yıl sonra Zünnûn “Ona nereden geldiğini” sordu. Rey’den olduğunu öğrenince başka bir şey sormadı. Böylece bir yıl daha geçti. Zünnûn ona tekrar “niçin geldiğini” sordu. Yûsuf: “Sizi ziyarete” diyebildi. Bir ihtiyacın ve arzun var mı? diye sorunca: “Bana İsm-i A’zam’ı öğretmenizi istiyorum,” dedi.

Zünnûn cevap vermedi. Çünkü ehlullah “esrâr-ı ilahî” konusunda son derece temkinli hareket eder, liyakati bulunmayana bunlardan bahsetmezlerdi. Aradan bir yıl daha geçti ve Zünnûn, Yûsuf’u sınamayı düşünerek çağırdı. Ona üzeri kapalı bir kitap verdi ve:

– Al bunu Nil’in karşı tarafına, Cize’ye götür. Orada bir şeyh var, ona teslim et! Sana bazı şeyler söyleyebilir, Hepsini aklında tutmaya gayret et! dedi.

Yûsuf biraz yürüdükten sonra kapta kımıldayıp duran emânetin ne olduğunu merak etti. Bir süre nefsiyle mücâdele ettikten sonra kabı açtı. Birden bir fare kaptan fırlayıp kaçıverdi. Yûsuf şaşkına döndü. Şimdi ne yapacaktı. Fareyi yakalaması imkansızdı. Boş kabı şeyhe nasıl götürecekti. Zünnûn’a dönse ne cevap verecekti. Böyle karmaşık bir ruh haliyle yaşlı şeyhin huzûruna vardı. Şeyh Yûsuf’u tebessümle karşıladı ve:

– Sen miydin Zünnûn’dan İsm-i Azam’ı öğretmesini isteyen? Hâle bak ki bir fare emânetini tecessüsle koruyamıyor sun, kalkıp İsm-i A’zam talebinde bulunuyorsun? dedi. Yûsuf son derece mahcup bir halde Zünnûn’un yanına döndü ve ona da olanları anlattı. Aslında Zünnûn onu bu şeyhe göndermekle aceleciliğini göstermek ve nasihat etmek istemişti. Çünkü her şeyin vakti, sâati ve ehli vardı.

MELÂMET VE EDEB

Yûsuf Râzî, melâmet ehli sûfilerdendi. Kendini gizlerdi, halini saklardı. Hatta halkın kendisine sâlih bir kimse gözüyle bakıp fazla hürmet göstermemesi için sıradan kimseler gibi yaşardı. Bununla birlikte sûfîleri över ve “onlar Allah’ın kendilerini görmekte olduğunu bildiklerinden başkalarına ehemmiyet vermekten haya edenlerdir” derdi.

İlmi edeb şartına bağlardı. İlim edeble anlaşılır, amel de ilimle sahih olurdu. Hikmete ilim sâyesinde erilir, zühdün hakikatini anlamak da hikmetle müyesser olurdu. Zühd sayesinde dünya gâilesinden kurtulunurdu. Dünyayı terk, âhirete rağbeti sağlar. Âhirete rağbet rızâ-i ilâhîye kavuştururdu. Vecd, marifet ve muhabbet arasında ilgi kurar, kişinin marifetinin vecdi kadar, muhabbetinin de marifeti kadar olduğunu söyler, “Allah nezdinde kulun Allah’ı sevmesinden daha hoş bir hâl yoktur” derdi. O’nun anlayışına göre Allah’ı seven kimsenin imtihânı pek çok, halka karşı şefkat ve merhameti pek ziyâdeydi.

RİYA VE UBÛDİYET

Riyânın kalpte çok derin kökler salan amansız bir düşman olduğunu anlatırdı. Ona göre dünyada ihlasdan daha aziz bir şey yoktu. Bu yüzden “kalbimden riyayı atmak için ne kadar uğraşırsam uğraşayım, o yine bir başka renkte karşıma çıkıyor” derdi.

Ubûdiyetin; yani kulluğun nihai sınırını şöyle çizerdi: “Her hususta ve herşeyde O’nun kulu olmandır.”

Cenab-ı Hakk’ın kendisini zikreden kimse için herşeye bedel olduğunu şöyle anlatırdı: “Gerçek anlamda Allah’ı zikreden kimse başkasını hatırlamaz. Allah’ı zikrederken mâsivâyı unutanı da Allah herşeyden korur. Çünkü Allah böyleleri için herşeye bedeldir.”

TEVHİD, MÂRİFET VE TEVÂZU

Sordular:

– Bize marifet yolunu gösterir misin? Şu karşılığı verdi:

Siz bütün amellerinizde hakka uygun şekilde Allah’a karşı sadâkat üzere olun. Dereceniz yükseltilmedikçe siz ayağınızı ileri atmayın! Çünkü ayağınız kayabilir. Kendi kendine ileri adım atınca düşersin. Ama sana adım attırılır ve yükseltilirsen düşmezsin. Bu yüzden umutla iyi zannetiğin şeyi yakînen görmedikçe aldanma!

Tevhid yolunda en büyük tehlikenin ve yol kesicinin bir takım cezbe, ilham ve keramet esintilerine kapılıp benlik duygusuna kapılmak olduğunu ve kendini beğenme duygusunun genellikle çok amel sebebiyle Hakk’ın nimetini unutuvermekten kaynaklandığını söylerdi. Midenin şehvetten ve fuzulî arzulardan korunmasının ibadetle kuvvet bulacağını anlatırdı.

Akıl konusunda şöyle konuşurdu; Aklın aslı susmak, dile sahip olmaktır. Bâtını sırr saklamak, zâhiri ise sünnete sarılmaktır.

Tevâzu ve kibir hakkında şunları söylerdi: “Her türlü hayır bir evde toplanmış ve onun anahtarı tevâzu olmuştur. Her türlü şer de bir evde toplanmış, onun anahtarı da kibir olmuştur. Nitekim Adem günahından sonra tevazu gösterip tevbe ile afv ve ikrama nail oldu. İblis ise kibirlendi ve ona kibrin hiç bir faydası olmadı.”

Yusuf ameline güvenenlerden değildi. Bu yüzden vefatına yakın şöyle dua etmişti: “Ya Rabb! halka sözle, nefsime fiille nasihat ettim. Senin mahlûkatına yaptığım nasihatlere bedel olarak nefsimin hıyanet ve günahını bağışla!”

- rahmetullahi aleyh -

Kaynaklar: Sülemî, s. 185-191; Ebû Nuaym, X, 238-243; Kuşeyrî, I, 137; Hücvîrî, s. 171-173; İbnul-Cevzî, IV, 102-103; Attâr, s. 382-389; İbnul-Mulakkın, s. 379-384; Câmî, s. 97-98; Şârânî, 77; Münâvî, I, 612-615; A’lâmun-nübelâ, XIV, 248-251.

Kaynak:  Prof. Dr. H. Kâmil YILMAZ, Gönül Erleri, Erkam Yayınları