Ebu Bekr El Vasıti (k.s) Kimdir?

KİM KİMDİR?

Asıl adı Muhammed b. Musa. Aslı Ferga­na­lıdır, bu yüzden “Fergâni” nisbesiyle de anılır. Vâsıt’ta oturduğu için de “Vâsıtî” diye şöhreti vardır. Cüneyd ve Ebu’I-Hüseyn Nuri’nin arkadaşlarından.

Tasavvuf yolunun âlimlerinden, tasavvufun temel ilkeleriyle ilgili kimsenin söylemediği sözler söylemiştir. Usûl ve zahir ilimlerinde de mütebahhirdir. Önce Horasan’a geldi. Ardından Merv’e yerleşti ve orada öldü. Genç yaşta Irak bölgesini gezdi; oranın şeyhleriyle görüşüp tanıştı. Horasan’da, Ebiverd ve Merv’de ondan nakledilen sözler bulunduğunu Sülemî nakletmektedir.

Ebû Bekir Vâsıtî’den nakledilen sözlerden bazıları:

– Kendini Hakk’ın müşâhadesiyle müşâhade etmeye çalış, Hakk’ı kendi müşâhadenle görmeye çalışma!

– Öyle belâlı bir zamanda yaşıyoruz ki, İslâm âdabından eser yok, câhiliyye ahlâkı da kalmamış, mürüvvet erbâbının rüyaları da yok.

– Esirler türlü türlüdür. Nefsinin ve şehvetinin esiri olanlar vardır. Şeytanın ve hevânın esiri olanlar vardır. Mânâsız boş sözlerin esiri olanlar vardır. Bunlar fâsıklardır.

HAKK'A ULAŞAN SÖZ

Ebû Bekir Vasıtî gerçek kulluğu dünya ve ukbâ endişesinden uzak, Hakk’a yönelişte görür ve derdi ki: “Eğer iki âleme bir saman çöpü kadar değer verirsen, ahdine sâdık sayılmazsın. Seni arayan şeyi; yâni cenneti arama! Senden kaçan şeyden; yani cehennemden kaçma yolları arayana kadar Hakk’a yol ara! O senin olunca, herşey önünde elpençe dîvân durur!”.

Hakikat üzere konuşanın sözü Hakk’a ulaşır. O’na müteveccih olan söz, dinleyene gevşeklik ve kınama duygusu vermediği gibi, muhâlife de muvâfıka da rehberlik eder. Böyle bir söz dinleyicisini iki âlem telâşından çıkarmazsa, nefsin verdiği fetvâ üzere söylenmiş sayılır. Böylelerinde konuşan nefstir. Dil mârifetiyle söze dönmüş, dil ona tercümanlık etmiştir.

Dervişe yakışan gönül nûruyla yürümektir. Halbuki zamanımızda insanlar asa ile yürüyorlar, zira gözleri kördür. Dervişin kendisini tevazu, acz ve inkisar hâlinde görmesi, gurur ve izzet içinde görmesinden daha iyidir.

Sûfi taifesini dört özellikle anardı. Birincisi tanır, arar ve bulur, ikincisi arar ama bulamaz. Üçüncüsü bulamaz ama, o olmadan hiç huzûr duyamaz. Dördüncüsü tanır ama aramaz. Çünkü o talebin kendisine ulaşılamayacak kadar aziz, araştırma gerektirmeyecek kadar âşikâr olduğuna inanırdı.

İnsanın sırrı, ahde vefâ gösterdikten sonra âlemde ne tür hâdise zühûr ederse etsin, aldırmam. Ama tama karanlığı sırra girince nefs hemen nefsâni hazlar peşine düşüverir.

KALB VE MÂSİVÂ

Gönlüne mâsivânın, kalbine dünyanın etkili olduğu kimse perdelidir ve gözü hakikate kapalıdır. Vera ehlinin verası, zühd ehlinin zühdü gönüllerindeki dünyanın büyüklüğü kadardır. Edeble dünyadan yüz çeviren, zarâfetle dünyaya vera gösteren, veraında samîmi, edebinde hikmetlidir.

Gerçek fakir, Hakk’ın kendi hakikatini gösterdiği kimsedir.

Sevgi şevki, şevk ünsü gerektirir, şevk ve ünsü olmayan bilsin ki âşık değildir.

Rabb’ının mekrinden emin olmayan nasıl olur da fazlı fazl olarak görebilir?

Gerçek muvahhid, sâdece sonucunda ubûdiyet meydana gelen bir rubûbiyet görür. Kader de taksim de bu tür bir tevhidin içindedir.

Havf ve recâ insanı sû-i edebden koruyan iki dizgin gibidir. Yoksa Havf, Allah ile kul arasında bir perde ve bir ümid kesmedir, recâ ise ümiddir. Allah’dan korkan onu cimri yapmış demektir. O’ndan recâ üzre olan da O’nu ithâm etmiş gibi olur.

SEMÂLARIN TESBÎHİ VE KALB

Bütün semâların Lâ ilâhe illallah ve Sübhânallah diyen dilleri vardır. Ancak bunu duyabilecek kalb lâzımdır. Kalb insandan başkasında bulunmayan mânâdır. Kalb, insanda nimet, zarûret, arzu ve irâde yolunu kapatır ve rehber olur. Zâta davet eden kâl dili değil, kalb dilidir. Gerçek er, dilsiz, kalb ile konuşandır. Er olanın “konuşan susan” veya “susan-söyleyen” olması gerekir. Meramını kal diliyle anlatamayan; yâni konuşan dilsiz değil. Gerçek er, gömleği içindeki “benlik” duygusunu ve nefs tanrısını kahredebilendir. Yoksa yaptığı kötülükleri şeytana isnâd ile ona lânet yağdırmak yiğitlik ve erlik değildir.

VÂSITÎ VE TEVHİD

Vâsıtî, tevhid sevdâlılarındandı. Bu yüzden düşüncelerin bir tek düşünce hâline getirilmesini ister: “Bir üzerinde dur, bütün bakışları bir tek bakış hâline sok. Herşeye Bir’le bak. Zirâ bütün nazar edenlerin nazarı o Bir’den fazla değildir. Nitekim âyette buyurulmuştur ki . “Yaratılışınız ve dirilişiniz ancak bir tek nefs gibidir” (Lokman, 28)

“Can” dediğimiz nefsin hoşluk ve câzibesini şöyle anlatırdı: Cân kâfiri o kadar güzel ve hoştur ki, şâyed âşikar olsaydı Hakk zannedilip bütün ehl-i âlem ona secde ederdi. Beden tümüyle karanlıktır ve onun çerâğı tamamıyla sırdır. Her kimin sırrı yoksa o daima karanlıktadır.

Vâsitî, rûhu celâl ve cemâl sıfatlarının mâkes bulunduğu bir alan olarak görmekte ve şunları söylemekteydi: Celâl ve cemâl sıfatları çarpıştılar bundan ruh doğdu.

Tâata karşı bir bedel beklemeyi; yapılan ibâdet için ecir ve mükâfât ummayı, Allah’ın lütfunu unutmak olarak görürdü.

NEFSÂNÎ SIFATLAR, HAMLIK VE İSTİKAMET

Bir takım nefsânî sıfatlara kapılmayı hamlık ve eksiklik görür ve derdi ki: Fakirliği hor görmek, çabuk kızmak ve makam sevdâlısı olmak nefsi görmekten neş’et eder. Bu da kulluk boyunduruğunu atıp rubûbiyet iddiasına yeltenmek olur.

İstikamete çok önem verir ve derdi ki : İstikamet, bütün amel ve iyiliklerin tam olmasını sağlayan insanı nefsin nasiblerinden alıkoyan ve nasibin olacak iyi şeylerin kapısını açan bir haslettir. Nitekim istikâmetsiz tüm iyilikler kötülüğe dönüşür.

Sûfilik iddiasında bulunan bazı ham sofuların bazı tavır ve davranışlarını şöyle eleştirirdi: Edebsizliklerine ihlâs, nefislerinin oburluklarına inbisât, aşağı himmet sâhibi olmaya celâdet adı vermektedirler. Böyleleri anayoldan sapmış, fenâ bir yol tutturmuşlardır. Müşâhedeleri nahoş, ruhları ham ve noksandır. Konuştuklarında hışımla konuşurlar söz söylediklerinde kibirle hitâb ederler. Nefisleri içlerinde neyin bulunduğunu haber vermekte; yemedeki oburlukları gönüllerinde neyin var olduğunu ilân etmektedir.

Hakk’ın irâdesine râm ve teslim olmayı kulluk şartı görürdü. Kendisinden nasihat taleb eden birine şöyle demişti: “Vaktin edebine ve nefeslerine dikkat et!” - rahmetullahi aleyh -

Kaynaklar: Sülemî, s. 303-306; Ebû Nuaym, X, 349-350; Kuşeyrî, I, 151-152; Hücvîrî, s. 194-195; Attâr, s. 732-748; İbnü’l-Mulakkın, s. 148-149; Câmî, s. 175-176; Şârânî, I, 85; Münâvî, I, 608-611; Nebhânî, I, 175.

Kaynak:  Prof. Dr. H. Kâmil YILMAZ, Gönül Erleri, Erkam Yayınları