Ebû Abdullah Mağribî (k.s.) Kimdir?

KİM KİMDİR?

Adı Muhammed b. İsmail, künyesi Ebû Ab­dullah, nisbesi Mağribî. Ebu’l-Hüseyin Ali Ruzeyn Herevî’nin talebesi ve İbrahim Hav­vâs’ın üstadıdır. 120 yıllık uzun bir ömür sürdü. 299/911 yılında öldü. Kabri Tûr-i Sina’dadır.

İnsan eli değen hiçbir şeyi yemez, ağaç ve kök yapraklarını buna tercih ederdi. Mürîdleri onun bu halini bildiklerinden kendisine daha çok bu tür sebze ve yapraklar hediye ederlerdi. İlk mutasavvıflar, genellikle et ve süt gibi hayvânî gıdalarla beslenmeye, sebze ve meyve ile beslenmeyi tercih ederlerdi. Belki de bu yolu tercih ederken, yenilen gıdaların insanın rûhî yapısına etki edeceğini hesaba katarlar, hayvanî gıdalarla beslenenlerin saldırganlık duygularının daha fazla olacağını düşünürlerdi.

Derdi ki: “Allah Teâlâ beni cennet ile mescid arasında muhayyer bıraksa, ben mescidde bulunmayı cennette bulunmaya tercih ederdim. Çünkü cennet Hakk nezdinde benim nasibimdir. Mescid ise benim yanımda Hakk’ın nasibidir. Bana yakışan kendi hisseme Hakk’ın nasibini tercihtir.

EŞKIYANIN KALBİNİ YUMUŞATAN HÂL

Tasavvufun “sıdk” esasına gönülden bağlı idi. Hiçbir surette hilâf-ı hakîkat beyanda bulunmazdı. Velev bu beyan, kendisinin aleyhine, nefsinin zararına olsun. Nitekim kendisine annesinden elli altın miras kalmıştı. Bunları sarmalayıp çıkın yaptı ve kuşağının içine koyup sahranın yolunu tuttu. Yolda eşkıyalar yolunu kesti ve:

– Neyin var diye? sordu. Ebû Abdullah:

– Çıkınımın içinde elli altınım, dedi. Eşkıyaların reisi:

– Çıkar bakalım onları, dedi.

Ebû Abdullah elini kuşağına atıp çıkını olduğu gibi eşkıyaya uzattı. Eşkıyanın reisi çıkını açtı ve altınları saydı. Gerçekten de elli altın. Tekrar çıkınlayıp Ebû Abdullah’a uzattı ve ona bir deve getirilmesini emretti. Ebû Abdullah:

– Hayrola ne oldu böyle, altınlarımı iade ettiniz ve emrime bir deve tahsis ettiniz, dedi. Eşkıyanın reisi :

– Senin sıdk ve doğruluğun bizim kalbimizi yumuşattı ve hâlimizden utandırdı, diye karşılık verdi. Rivayete göre bu şakı, onun sâdık mürîdi oldu ve evliyâullah meyânına ka­tıldı.

Anlatıldığına gِöre dِört oğlu vardı. Her birine ayrı meslek ِöğretmişti. Müridlerinden ve dostlarından bazıları: “Bunlara yakışan o mudur?” diyerek onların dünya iâşesi için bir meslek sahibi olmalarını küçümseyecek oldu. O şu karşılığı verdi:

– Bırakın, vefatımdan sonra “Biz filanın oğluyuz” diyerek dostların ciğerini yemeye kalkmalarından bir meslek sahibi olup, geçimlerini sağlamaları daha güzeldir.

İBNÜ’L-VAKT

Tasavvuftaki “ibnü’l-vakt” anlayışına uygun şekilde “en faziletli amel, Hakk’ın emrine muvafık olarak vakitleri değerlendirmektir” derdi. Her vakitte o vakte en uygun amelle meşgul olmanın gereğini söylerdi.

Hakk’ın ilâhi esrarını tam bir fetanetle kavrayabilecek kişilerin ehlullah’tan olan “sûfî taifesi” olduğunu söyler; çünkü onlar anladıkları ile yanıp yakılan kişilerdir, derdi.

Dünyadan şikayetçi olanların şikayetlerine kulak vermez, “dünyadan daha insaflı bir şey görmedim; zira sen ona hizmet edersen o da sana hizmet eder. Ama sen ona sırt çevirecek olursan o da senden vazgeçer ve böylece şerrinden emin olursun” diye konuşurdu.

Ona göre gerçek ubudiyyet, şahsî muradından sıyrılmak; Hakk’ın murâdında kaybolmaktı. Şahsî muradı devam edenin ubudiyet iddiası, koca bir yalandı.

İZZET VE ZİLLET

Onun gözünde zillet ve illetin ölçüsü, maddeye karşı takınılan tavra göre değişirdi. Bu yüzden zengine zenginliği sebebiyle yağcılık eden, tevazu gösteren fakir, insanların en zelîli olurdu. Fakire karşı mütevazı davranan ve ona olan hürmeti koruyan zengin ise insanların en izzetlisi sayılırdı.

Fakirin “rızâ” makamında olmasını arzular, bu tür insanların Allah’ın emin kulları olduğunu ve halka karşı hücceti olduğunu ifade ederdi. Onların yüzü suyu berekâtına halktan bela def edilirdi. “Ricâl-i gayb’ın abdalânı Şam’da, nücebâsı Yemen’de, ahyârı da Irak’tadır” derdi.

DÜNYA TAVIR VE HAVÂSS

Dünyaya karşı takınılan tavrı fazilet ölçüsü sayar, “kendini dünyadan soyutlamış fakirleri, faziletli amellerle meşgul olmasalar da, dünyalığa bulanmış gayretkeş âbidlerden üstün tutardı. Kendisine muhtaç olduğu ve halini arzettiği kimseden (Hakk’tan) başkasına müracaat etmeyen fakiri Allah, sadece kendisine muhtaç bularak başkalarından müstağnî eyler” derdi.

Mağribî’ye göre havvas’ın, yani seçkin kulların Allah’a karşı üç derecesi vardı:

  1. Allah’ın takdir buyurduğu bela sebebiyle sabırsızlığa düşerek gönüllerine bir sıkıntı düşmesin ve Allah’ın hükmünden hoşlanmama durumu ortaya çıkmasın diye kendilerinden belayı kaldırdığı kimseler,
  2. Kalpleri hüzün ve gamla dolmasın diye Allah’ın mâsiyet ehliyle düşüp kalkmaktan alıkoyduğu kimseler. Bu sûretle onların gönülleri âleme karşı salim olsun, huzur içinde bulunsun.
  3. Allah’ın belayı üzerlerine yağmur gibi yağdırdığı, fakat sabır ve rıza duyguları bahşederek bela arttıkça, Hakk’a olan sevgileri ve O’nun hükmüne rızaları artan kimseler.

- rahmetullahi aleyh -

Kaynaklar: Sülemî, s. 242-245; Ebû Nuaym, X, 335; Kuşeyrı, I, 141; Hücvîrî, s. 1845-186; İbnü’l-Cevzî, IV, 336 Attâr, s. 559-561; İbnu’l-Mulakkın, s. 402-403; Câmî, s.90-91; Şârânî, I, 79; Münâvî, I, 661-662; A’lâmun-nübelâ, XV, 290.

Kaynak:  Prof. Dr. H. Kâmil YILMAZ, Gönül Erleri, Erkam Yayınları