Ali Bin Sehl İsfahânî (k.s.) Kimdir?

KİM KİMDİR?

Adı Ali bin Sehl, künyesi Ebûl-Hasen nisbesi Isfahanı. Isfahan şeyhlerinin kudemâsından. Muhammed b. Yusuf el-Bennanın müridi, Cüneyd Bağdadî’nin arkadaşı. Ebû Türab Nahşebî ile sohbetlerde bulundu. Amr bin Osman Mekkî ile görüştü. Cüneyd Bağdadî ile mektuplaşırdı. Rızâ ve riyâzat konusunda özel bir yolu vardı. 307/919 yılında vefat etti. Isfahan Tokçu kabristanında medfûndur.

Ali bin Sehl, zengin bir ailenin çocuğuydu. Gençliği refah içinde geçti. Ancak bu baş döndürücü lüks ve refah onu mutlu edememişti. Bu yüzden nefs terbiyesi için riyâzat yoluna yöneldi. Nefsine hâkim olmayı ve onun isteklerini frenlemeyi başardı. Yirmi gün süreyle hiçbir şey yemeden Hakk’a ibadet, zikir ve riyâzatla uğraştığı olurdu. “Hakk’a duyduğum şevk ve iştiyak beni yeme ve içmeden alıkoydu” derdi.

Sıkıntıda olanların derdine devâ olurdu. Nerede bir borçlu duysa, borçlunun haberi olmadan borcunu ödeyiverirdi. Sonra da borçlu olan zatı bulur, ona: “Allah senin borcunu ödetti.” derdi. Bu davranışını o kadar mahrem tutardı ki borçludan başka hiç kimsenin haberi bile olmazdı. Çağdaşlarından Amr bin Osman Mekkî 30.000 akçe borçlanmıştı. Ali bin Sehl’in bundan haberi olunca hemen onun bu borcunu ödeyivermişti. Hattâ bu sefer bu borcu ödediğini arkadaşına bile haber vermedi ki minnet altında kalıp teşekkür etmek zorunda kalmasın.

TEMKİN VE TASAVVUF

Temkin ehlindendi, güzel konuşurdu. Işârî konularda hoş bir ifâde gücü vardı.

Tasavvufu şöyle tanımlardı: “Tasavvuf manevi açıdan kendinden aşağı olanlardan uzak durman, kalbini masivadan boşaltmandır.”

Şüphe ve ihtimal ile amel etmezdi. Bir delîl ve iki âdil şahidle isbatlanmayan bir konuda söz söylemekten sakınırdı.

İbâdet ve tâate yönelmeyi tevfîk-ı ilâhî alâmeti sayardı. İlâhî yasaklardan sakınmak şerîata riâyetin işâretidir, derdi. Gönle doğan sırları korumak ona göre uyanıklık ifadesiydi. Müridliğinin başlangıcı sağlam olmayanın sonunun da sağlam olmayacağını belirtirdi.

Onun anlayışına göre huzûr hâli yakînden üstündü. Çünkü huzûr, sükûnet mahalliydi, yakîn ise gelip geçici bir yakınlaşmaydı. Huzûr gönle yerleşip orayı mesken tutunca gafleti def’ederdi. Yakînde süreklilik yoktu.

Adem -aleyhisselam-’dan beri insanların hep “kalb kalb” dediklerini fakat kalbin ne olduğunu anlayan bir erin çıkmadığını anlatırdı. Kalb akıl mıydı? Ruh muydu, yoksa sol memenin altındaki bir et parçası mı? Bunu gerçek anlamıyla bilen yoktu. Belki de kalb Hakk’ı tanıma melekesinden ibaret bir şeydi.

FAKÎH, MÜRÎD VE NASÎHAT

Fakîh yani din alimi denilince sadece bilgi yükü taşıyan birini değil, kendisine nisbet edilen bilgilerin altında kalmayan, o bilgileri kendi hayatında da kuvveden fiile geçiren birini anlardı.Müridlerine şöyle öğüt verirdi:

“Dıştan iyi görünen, fakat içi fesad dolu amellere kanmaktan, Allah’a sığının!” Çünkü zahiri mâmur fakat bâtını vîrâne olan ameller hiçbir işe yaramazdı. Çünkü Allah Teâlâ kalbe bakardı, zâhire bakmazdı.

Kalbi, ince bir anlayış sahibi olan kişi dünyaya ve ehl-i dünyaya aldanmazdı. Çünkü sürekli olmayan bir sevincin peşinden koşmak kalbî cehâletin işiydi.

Ruh ile akıl âhiret yoluna dâvet ederdi. Nefsin hevâ ve heveslerine muhâlefet etmeye çağırırlardı insanı. Akıl ile hevâ da dâimâ çekişir dururdu. Aklın yardımcısı tevfîk-ı ilâhiydi. Hevânın yoldaşı ve âkıbeti ise yardımsız ve desteksiz kalmaktı. Nefs ise akıl ile hevâ yani nefsin arzuları arasında bekler, hangisi galip gelirse onun yanına gider, emrine girerdi.

Şöyle konuşurdu:

Zenginlik aradım ilimde buldum. İftihar vesilesi olacak şeyler aradım, herşeyin Hakk’a âid olduğunu gördüm. Kalb afiyeti ve gönül safiyeti aradım zühdde buldum. Hesabımı kolay olsun dedim, bunun yolunu da susup dile sahip olmada buldum. Rahat aradım, bunun usûlünü halktan ümid kesmede buldum.

Bu alemde herkesin ve herşeyin Hakk’ın sıfatlarının mazharı olduğu görüşünden hareketle her grup insanın Hakk’ın bazı sıfatlarına sığındığını anlatırdı. Gafillerin Hakk’ın hilminde; zakirlerin O’nun rahmetinde, ariflerin O’nun lütfunda, sâdıkların O’na yakınlığın tadında, âşıkların O’na olan iştiyaklarıyla O’nun dostluk ve ünsiyetinde yaşadığını ifâde ederdi. O’na göre ünsiyet, Allah’ın velî kulları dışında bütün insanlardan uzaklaşıp Hakk’a yaklaşmaktı. Hakk’ın dostlarıyla ünsiyet de Hakk ile ünsiyet etmekti. Hakk’ı tanıyıp O’ndan başkasında sükûnet ve sekînet arayanların yanlış ve yasak yolda olduklarını açıklardı. Akılsız, ahmak kimselerin aşırı iltifatlarına kanmamayı öğütlerdi. Çünkü böylelerinin aşırı iltifatları insanı sıkardı.

GERÇEK TEVHÎD VE ÖLÜM

Gerçek tevhîdi nasıl anlar ve anlatabiliriz? diye sorulduğunda şu karşılığı verdi:

– Gerçek tevhîd, güneş gibidir. Yakın sanılır, fakat uzaktır. Ziyası ve sıcaklığı üzerimizdedir ama, kendisine ulaşmak çok zordur. Biz onu daha çok âsârı ile tanırız.

Ölüm konusunda, ölümü davete icabet olarak anlar ve şöyle konuşurdu:

– Benim ölümüm sizin hiçbirinizin ölümüne benzemeyecek. Zannetmeyin ki hasta olacağını da halk beni ziyarete gelecek. Bana bir davetiye gelecek, ben de o davete icabet edeceğim, hepsi o kadar. Bir gün yolda yürürken: “Buyur ben hazırım, emre amadeyim,” dedi, ve başını yere koyarak orada rûhunu teslim etti. - rahmetullahi aleyh -

Kaynaklar: Sülemî, s. 233-236; Ebû Nuaym, X, 404-405; Kuşeyrî, I, 143; Hücvîrî, s. 181-182; İbnul-Cevzî, IV, 85-86; Attâr, s. 543-544; İbnul-Mulakkın, s. 158-159; Câmî, s. 103-104; Şârânî, I, 80; Münâvî, I, 577; A’lâmü’n-nübelâ, XIII, 159-160.

Kaynak:  Prof. Dr. H. Kâmil YILMAZ, Gönül Erleri, Erkam Yayınları