Rabbimizin Murâkabesi Altında Nasıl Bir Şuurla Yaşamalıyız?

Tasavvuf

Kendini daima Rabbine karşı mesul hisseden bir kul, günlük hayatında nasıl bir edep, iffet ve takvâ hassasiyetiyle yaşamalıdır?

Tasavvuf; kulun, dâimâ Cenâb-ı Hakk’ın mânevî huzûrunda bulunmakta olduğunu hatırında ve gönlünde canlı ve zinde tutmasıdır. Çünkü ancak bu şuur, idrâk ve anlayış içinde olan has kullar, ibadet, muâmelât, hissiyat velhâsıl bir ömrü kuşatan bütün davranışlarına îtinâ ederler. Her nefesi:

“…Biz ona (insana) şah damarından daha yakınız.” (Kāf, 16) âyetinin muhtevâsı içinde yaşarlar.

RABBİMİZİN MURÂKABESİ ALTINDA NASIL BİR ŞUURLA YAŞAMALIYIZ?

İşte bu bir ihsân ve murâkabe hâlidir ki, kulun her an Cenâb-ı Hakk’ın nezâretinde ve her hâlini bilmekte olduğu şuurunu hiçbir zaman kaybetmemesidir. Hakîkaten bu hâl, günahlara karşı sağlam bir zırh gibidir. Zira bir insan, kendini ilâhî huzurda bilmekteyken ve kalbi; “Yâ Rabbi!” diyerek Allah ile beraberken nasıl günah işleyebilir?

Günlük hayatımızda bir çift gözün kendisini gördüğünü sezen bir insan, yapacağı nice yanlış söz ve davranışlardan el çekiyor, üstelik ona ceza veremeyecek bir çift cılız göz bile olsa… Bu insan, Yaratıcı’nın ilâhî murâkabesini hakkıyle idrâk etse, yani ihsân duygusu içinde olsa, o ilâhî kudretin hilâfına bir iş yapabilir mi? Allâh’ın râzı olmayacağı bir tek sözü bile söylemeye ve hattâ kabul buyrulmayacak bir tek düşünceyi bile aklından geçirmeye cesaret edebilir mi? Aslâ…

Eğer insan Cenâb-ı Hakk’ın kendisine şah damarından daha yakın olduğunu kalben idrâk edebilseydi, sürekli bir takvâ hayatı yaşar, devamlı bir korku ve hesâba çekilme endişesiyle uyanık bulunur, bu ilâhî hakîkat bile ona kâfî gelirdi.

İşte asr-ı saâdetten bu hâle muhteşem bir misâl:

Bir gece vaktiydi. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, mûtâdı olduğu üzere Medîne sokaklarını gezmekteydi ki, ansızın durakladı. Önünden geçmekte olduğu evden dışarıya kadar taşan bir ana ile kızının tartışması dikkatini çekmişti. Ana, kızına:

“–Kızım, yarın satacağımız süte biraz su karıştır!” demekteydi.

Kız ise:

“–Anacığım, halîfe süte su karıştırılmasını yasak etmedi mi?” dedi.

Ana, kızının sözlerine sert çıkarak:

“–Kızım, gecenin bu saatinde halîfe süte su kattığımızı nereden bilecek?!.” dedi.

Ancak gönlü Allah sevgisi ve korkusu ile diri olan kız, anasının süte su katma hîlesini yine kabullenmedi:

“–Anacığım! Halîfe görmüyor diyelim, Allah da mı görmüyor? Bu hîleyi insanlardan gizlemek kolay, ama her şeyi görüp bilen kâinâtın Hâlık’ı Allah’tan gizlemek mümkün mü?..” dedi.

Rabbânî hakîkatlerle dolu temiz bir vicdan ve diri bir kalbe sahip olan bu nezihe kızın, derûnî bir Allah korkusu içinde annesine verdiği cevap, Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ı son derece duygulandırdı. Emîru’l-Mü’minîn, onu, sıradan bir sütçü kadının kızı değil, gönlündeki takvâsı ile müstesnâ bir nasip bildi ve oğluna gelin olarak aldı. Beşinci halîfe olarak zikredilen meşhur Ömer bin Abdülazîz, işte bu temiz silsileden doğdu.

Bu itibarla bütün mesele, Cenâb-ı Hakk’ın ilâhî murâkabesi altında olduğumuzu bilerek yaşayabilmektir. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“…Ne­re­de olur­sa­nız olun, O si­zin­le beraber­dir...” (el-Ha­dîd, 4)

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, 12 Saadet Damlaları, Erkam Yayınları