Osmanlı'nın Hedefini Ortaya Koyan Vasiyet

Osmanlı Tarihi

Ecdâdımız Selçuklu ve Osmanlı, fethettikleri diyarlarda İslâm’ı yaşamış ve yaşatmışlardır. Bu gaye, ecdâdımızın en baştan itibaren düsturu idi.

Orhan Gazi, oğlu Murad’a şu vasiyette bulunmuştu:

“Osmanlı’ya iki kıta üzerinde hükümrân olmak yetmez! Zira i‘lâ-yı kelimetullah dâvâsı, iki kıtaya sığmayacak kadar büyük bir dâvâdır! (Sen onu dünyaya taşıracaksın!)”

Bunun üzerine Sultan Murad Avrupa’ya geçti, tâ Kosova’ya kadar ilerledi.

Birinci Murad Han; niye Bursa’nın o kadar güzellikleri, rahatlıkları varken rahatını bozdu da, tâ Kosova’ya kadar gitti? Hangi gaye için kendini kurbân etti?

Elbette hidâyetlere vesile olmak gayesiyle...

Bunu birtakım nâdanların iddia ettikleri gibi, kılıç zoruyla yapmıyorlardı. Onlar gönüllerini ortaya koyarak, gönülleri fethediyorlardı.

Nitekim;

Murad Han, Kosova’yı fethettiğinde; Fatih Sultan Mehmed Han, Bosna’yı fethettiğinde; o beldelere, İslâm’ı yaşayan tertemiz Anadolu halkı yerleştirilmişti. Böylece nasipli Arnavut, Boşnak, Makedon ve benzeri Balkan milletleri, İslâm’ın güler yüzünü temâşâ edip, mü’min şahsiyetlere hayran olarak hidâyete kavuştular.

Osmanlı’nın kılıcı sadece zulmü, adâletsizliği def etmek ve adâleti tesis etmek içindi. Bu uğurda, çok çileler çektiler.

Meselâ;

Fatih Sultan Mehmed Han; Arnavutluk’ta hâkimiyeti sağlayana kadar, her taşın altına bakacak derecede büyük ve zahmetli gayretler ortaya koydu.

Onun bu çilelere niçin tahammül ettiğini, kendisi şu hâdisede bizzat ifade etmiştir:

Fatih Sultan Mehmed Han, Trabzon Rum İmparatorluğu üzerine sefere çıkmıştı. Şehre arkadan ulaşmak için dağlık ve ormanlık bir araziden geçiliyordu. Bazen baltacılar, önden yol açıyorlardı. Yolun müsait olmadığı bir yerde Fatih’in atı kaydı. Fatih, bir kayaya tutunmak için uğraşırken elleri kanadı. Bu hâli müşâhede eden beraberindeki Uzun Hasan’ın annesi Sârâ Hatun, tam fırsatı olduğunu düşünerek;

“–Oğul! Han oğlu hansın! Bir yüce hükümdarsın! Trabzon gibi küçük bir kale için bunca meşakkate katlanman revâ mıdır?” dedi.

Çünkü Uzun Hasan, Trabzon Rum İmparatorluğu ile akrabalık kurmuş ve bu yüzden annesini, bu seferden vazgeçirmek için Fatih’e ricacı olarak göndermişti.

Fatih, elleri sıyrıklarla dolu olduğu hâlde doğruldu ve dedi ki:

“–Ey ihtiyar ana!.. Sen zannetme ki, çektiğimiz bunca zahmet, kuru bir toprak parçası içindir. Bilesin ki bütün gayretimiz Allâh’ın dînine hizmettir. İnsanları hidâyete kavuşturmaktır. Yarın huzûr-i ilâhîde, yüzümüz kara olmasın diyedir. Elimizde İslâm’ı tebliğ ve tâzîz imkânları varken, birtakım zahmetlere katlanmayıp ten rahatlığını tercih edersek, bize gazi denilmesi revâ mıdır? Ehl-i küfre İslâm’ı götürmezsek, onların azgınlıklarına mâni olmazsak, huzûr-i ilâhîye hangi yüzle çıkarız?!.”

Osmanlı’nın adâleti tesis için gösterdiği bu gayret, muhatapları olan gayr-i müslimlerce de takdir edilmiştir.

Hak, adâlet ve merhamet hasletleri sebebiyle ecdâdımız Osmanlı, başka milletlerin dahî tercih ettiği bir devlet hüviyetindeydi.

Avrupa’da engizisyon mahkemelerinin korkunç zulümlerinden kaçanlar, Osmanlı’ya sığınıyorlardı.

Çünkü Osmanlı’da gayr-i müslimlerin mazlumları da «vedîatullah», yani Allâh’ın devlete emâneti olarak kabul olunuyordu.

Hattâ Lehistan/Polonya’da:

“Osmanlı atları Vistül Nehri’nden su içmedikçe, bu ülke hürriyet ve istiklâle kavuşamaz!” sözü, bir darb-ı mesel hâline gelmişti.

Çığırından çıkmış olan hıristiyanlıkta akıl ve mantık dışı zulüm ve yanlışlıklara isyan ederek protestan mezhebini kurmuş olan Alman reformist Martin Luther de;

“Yâ Rabbî! Büyük Türkleri bir an önce başımıza getir de, Sen’in ilâhî adâletinden onlar sayesinde nasiplenelim!..” demiştir.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hidayetlere Vesile Olmak, Yüzakı Yayıncılık

BENZER HABERLER