Müslüman İdarecinin Vasıfları

Cemiyet Hayatımız

İslam’a göre Müslüman yönetici nasıl olmalıdır? Müslüman bir yöneticinin özellikleri.

Toplumda nizamsızlık, kargaşa, fitne ve anarşinin olmaması için düzen ve intizâmın, cemiyetin en küçük birimine kadar nüfûz etmesi zarûrîdir. Bu da ancak bir lider etrafında toplanmakla mümkündür. Bu sebeple Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, yolculuk yapmakta olan üç kişilik küçük ve geçici bir toplulukta bile, mutlaka mes’ûl birinin, yâni bir idârecinin tâyin edilmesini tavsiye buyurmuştur. Bir hadîs-i şerîflerinde de:

“Dünyanın ücrâ köşesinde bile olsa, üç kişinin, içlerinden birini kendilerine emir tâyin etmeden yaşamaları doğru olmaz.” buyurmuşlardır. (Ahmed, II, 177)

Böylesine mühim ve lüzumlu bir vazife olan idârecilik, aynı zamanda altından kalkılması zor bir ilâhî emânet ve çok ağır bir mes’ûliyettir. Onu ancak idâreciliğe kâbiliyeti olan dirâyetli ve liyâkatli kimseler başarabilir. Hakkını veremeyecek ve kul hakkı yiyecek olanlar için ise idârecilik, kıyâmet gününde dehşetli bir pişmanlık, rezillik ve perişanlıktır.

Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“Allah Teâlâ’nın, insanlar üzerine idâreci yaptığı bir kimse, onları samîmiyet ve ihlâsla sâhiplenip korumazsa, cennetin kokusunu (bile) alamaz.” (Buhârî, Ahkâm, 8)

“Cenâb-ı Hakk’ın, idâreci yaptığı bir kimse, yönettiği insanları aldatarak ölürse, Allah Teâlâ ona cennet yüzü göstermez.” (Buhârî, Ahkâm 8; Müslim, Îmân 227-228, İmâre 21)

“Müslümanların işlerini üstlenip de onlar için çalışıp çabalamayan hiçbir idâreci, onlarla birlikte cennete giremez.” (Müslim, Îmân 229, İmâre 22)

Mânevî terbiyeden lâyıkıyla nasip alamamış insanlar, şan, şöhret, baş olma ve öne geçme husûsunda son derece ihtiraslı olurlar. İslâm ise insanları bu mevzuda mecbur kalınmadığı sürece müstağnî davranmaya, -lâyık olunmadığı takdirde- emirlik ve idârecilikten kaçınmaya teşvik eder. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurur:

“Siz insanları mâdenler (gibi farklı yapılarda) bulursunuz. Onların câhiliye döneminde hayırlı ve değerli olanları, şayet dînî hükümleri iyice hazmederlerse İslâmiyet devrinde de hayırlıdırlar. Siz yine en hayırlı kişileri, idârecilikten hiç hoşlanmayanlar olarak bulursunuz. Siz, en kötü kişileri de iki yüzlüler olarak bulursunuz ki onlar; birilerine bir yüzle, diğerlerine bir başka yüzle gider gelirler.” (Buhârî, Menâkıb, 1; Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 199)

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Ubâde bin Sâmit -radıyallâhu anh-’ı bâzı vergileri ve zekâtı toplamak üzere vazifelendirirken şöyle buyurmuştu:

“Allah’tan kork ve çok dikkatli ol! Allah’tan kork da kıyâmet gününde Allâh’ın huzuruna, böğüren bir deve veya ineği, yahut da meleyen bir koyun veya keçiyi (sırtına) yüklenmiş olarak gelme!”

Ubâde -radıyallâhu anh-:

“–Yâ Rasûlallah! Durum gerçekten böyle mi olur?” diye sorunca Fahr-i Kâinât Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-:

“–Evet, nefsim kudret elinde olan Allâh’a yemin ederim ki, durum aynen böyledir. Bundan, ancak Allâh’ın merhamet ettiği kimseler kurtulabilir.” cevâbını verdi. Bunun üzerine Ubâde bin Sâmit -radıyallâhu anh-:

“–Sen’i hak ile gönderen Allâh’a yemin ederim ki, iki kişiye bile idâreci olmayacağım.” dedi. (Ali el-Müttakî, VI, 569/16965)

MÜSLÜMAN BİR İDARECİ NASIL OLMALI?

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-:

“İdâreci olmadan evvel dînî ilimleri öğreniniz.” buyurmuştur. Süfyân bin Uyeyne -rahmetullâhi aleyh- bu sözü şöyle açıklar:

“Çünkü bir kimse dînî ilimlerde ince anlayış sâhibi olduğunda, riyâset sevdâsını bırakır.”[1]

Yâni idârecilik husûsunda tâlip değil, matlub olmak îcâb eder. Ancak, kendisinden başka ehil kimse bulunmayıp da zarûret îcâbı idâreci olan kişi de Allah’tan korkmalıdır. Zîrâ idârecilik hizmetinin mes’ûliyeti son derece ağır olduğundan, kazanılacak ecir çok yüksek olduğu gibi, gaflet edip bir haksızlık işlendiğinde huzûr-i ilâhîde verilecek hesap da çok çetindir.

İdâresi altında muhtelif insanlar bulunan bir kişi, aynen Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- gibi, önemli-önemsiz demeden, bütün tebaasının meseleleriyle ilgilenmeli, dertlerine dermân olmalıdır. İdâresindeki insanlar için güzel ve temiz hislerle dolu olmalı, onların hayrını istemelidir.

İdârecilik, son derece anlayışlı ve müsâmahakâr olmayı îcâb ettirir. İdâreciler, yönettikleri kişilere iyi davranmadığı takdirde, Allah Teâlâ bunun hesâbını onlara çok ağır bir şekilde soracaktır. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- şöyle buyurur:

“Allâh’ım! Ümmetimin idâresini üstlenip de onlara zorluk çıkaran kimseye Sen de zorluk çıkar. Ümmetimin idâresini üstlenip de onlara yumuşak davrananlara Sen de yumuşak davran!” (Müslim, İmâre, 19; Ahmed, VI, 93, 258)

İdâreci, ibâdetlerini de îtinâ ile îfâ etmelidir. Kapısını dâimâ açık tutarak kendisiyle görüşmeyi kolaylaştırmalıdır. Müslümanların işlerinden birini yüklenen kişi, kapısını kapatır da mazlumlar ve muhtaçlar ona ulaşamazsa, kendisinin de çok muhtaç olacağı kıyâmet gününde bütün rahmet kapıları onun yüzüne kapatılır. O idâreci, Allâh’ın bütün kullarını ihâta eden nihâyetsiz rahmet ve kereminden mahrum kalır.

Hadîs-i şerîflerde şöyle buyrulmuştur:

“Bir devlet reisi kapısını ihtiyaç ve sıkıntı içinde olanların, yoksulların yüzüne kapatırsa, Allah Teâlâ da göklerin kapısını onun sıkıntılarına, ihtiyaçlarına ve arzularına kapatır.” (Tirmizî, Ahkâm, 6/1332)

“Allah Teâlâ bir kimseyi müslümanların başına idâreci yapar, o da halkın işlerinin bitirilmesine, ihtiyaç ve sıkıntılarının giderilmesine mânî olmaya kalkarsa, Allah Teâlâ da onun işlerinin bitirilmesine, ihtiyaç ve sıkıntılarının giderilmesine mânî olur.” (Ebû Dâvûd, Harâc, 12-13/2948)

Dünya hayâtı, sırf fânî lezzetleri tatmak ve nefsânî arzuları tatmin etmek için lutfedilmemiştir. Bilâkis âhiret azığı toplamak, sâlih ameller ve hayırlı işlerle sadaka-i câriyeler elde etmek üzere bahşedilmiş bir mühlettir. Nitekim Hak dostları:

“Saâdet-i ebediyye için ne kadar zahmet çekersen çek, sonunda zahmet gider saâdet kalır. Şayet fânî lezzetler için günah işlersen, nihâyetinde lezzet gider sana ıztırâbı ve cezâsı kalır.” demişlerdir.

Başta idâreciler olmak üzere herkes bunun şuurunda olmalıdır. İdâreciliği, şahsî ve nefsânî menfaatlerine âlet etmekten sakınmalı, bulunduğu makâmın hakkını vererek insanlara faydalı olmanın ecrine, fazîletine ve gönül huzûruna tâlip olmalıdır.

Bir idâreci, makâmıyla övünmekten de şiddetle sakınmalıdır. Zîrâ Hak dostları, “ِاَلْمُفَاخَرَةُ يُبْعِدُ عَنِ الْاٰخِرَة: Övünmek, insanı âhireti düşünmekten uzaklaştırır.” buyurmuşlardır.

İnsan, doğmadan evvel ne idi, öldükten sonra ne olacaktır? Bunu lâyıkıyla tefekkür etmeli, dâimâ ölümü hatırlayıp geçmiş nesillerin âkıbetinden ibret almalıdır. Dünyadaki nîmetlerin bâkî olmadığını ve kendisine belli bir süreliğine imtihan maksadıyla verildiğini unutmamalıdır. Nitekim Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurur:

“Dünya tatlıdır ve manzarası hoştur. Şüphesiz ki Allah, dünyanın idâresini size verecek ve nasıl davranacağınıza, ne gibi işler yapacağınıza bakacaktır. O hâlde dünyadan sakının...” (Müslim, Zikir, 99)

İdâreci, vaktini en mühim ve en faydalı işlere sarf etmelidir. Ona lâzım olan şey, yerinde bir sükûnet, takvâ, adâlet ve kanaattir. Mümkün mertebe nefsini ıslâh etmeye ve emri altındakileri hayra teşvik etmeye çalışmalıdır. Çünkü halk, idârecilerine göre şekillenir. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- şöyle demiştir:

“İdârecileri istikâmet üzere bulunduğu müddetçe insanlar da müstakîm olurlar.”[2]

İdârî mes’ûliyet altında bulunanlar, ten rahatına ve kifâyet miktârından fazla uykuya meyletmeyip gecelerini ibâdet ve tefekkürle ihyâ etmelidirler. Zîrâ gece çok uyumak, tembellik verir ve kıyâmet günü insanı yoksul bırakır. Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:

“Hazret-i Dâvud’un hanımı, oğlu Süleyman -aleyhisselâm-’a:

«–Yavrucuğum! Geceleyin fazla uyuma! Zîrâ geceleyin fazla uyku, kişiyi kıyâmet günü fakir bırakır!» demiştir.” (İbn-i Mâce, İkâmetü’s-Salâh, 174)

İdâreciler, mes’ûl oldukları zayıf ve fakir kimselerin hâllerinden gâfil olmamalı, onları arayıp sormayı vazife bilmelidirler. Zîrâ halkın gönlünü kazanmak, Allah Teâlâ’nın rızâsını tahsîle vesîledir. Nitekim Fahr-i Kâinât Efendimiz, yolculuk esnâsında ashâbının ardından yürür, güçlük çeken ve geride kalan zayıflara yardımcı olur, onları terkisine bindirir ve onlara duâ ederdi. (Ebû Dâvûd, Cihâd, 94/2639)

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- da Medîne-i Münevvere’nin sokaklarını dolaşır, şehir dışına çıkarak civârı gezer, hattâ şehirler arası seyahatlerde bulunarak halkın durumunu teftiş eder, ihtiyaçlarını sorup gidermeye gayret ederdi.

YUSUF HAS HACİP’İN İDARECİLERE TAVSİYELERİ

Yusuf Has Hâcip’in, on birinci asırda Karahanlı hükümdârına takdîm ettiği Kutadgu Bilig adlı eserinde, bu hususla alâkalı olarak idârecilere hitâben şu tavsiyeler yer alır:

“Memlekette bir kimse bir gece aç kalırsa, Allah Teâlâ onu sana soracaktır; gözünü aç!”

“Ey hükümdar, sen bugün bir hekimsin; halk ise sana muhtaç olan bir hastadır. Bâzısı darlığa düşmüştür ve bedbahttır; bir kısmı da fakirlik ıztırâbı içindedir. Bâzısı aç, bâzısı da çıplaktır; bâzısı ise endişe içinde kıvranır. Bütün bunların devâsı sendedir; sen onların hekimi ol, ilaç ver ve tedâvi et. Eğer sen bunlara, ilaç vererek tedâvi etmezsen, halk için bir hayat felâketi olursun.”

“Beyliğin kökü ihtiyatlı olmak ve uyanık durmaktır. Bir dünya daha istersen, onu da bunlarla kazanırsın.”

“Aç gözlü kimseye memlekette mevkî verme! Onun memleket nizamını bozacağından hiç şüphe etme!”

“Kendi menfaatini arama, halkın menfaatini düşün; senin menfaatin halkın menfaati içindedir.”

“Bey, halk için bir saâdettir, halk mes’ûd olmalıdır; halkın mes’ûd olması için karnının doyması lâzımdır.”

“Halka huzur ve rahat sağlayacak bir nizam kur ki, sana hayır-duâ etsinler.”

“Zenginlerin yükünü orta hâllilere yükleme! Yoksa orta hâllilerin durumu bozulur ve büsbütün sarsılır. Orta hâlli kimselerin yükünü de fakirlere yükleme! Yoksa fakirler açlıktan kırılır ve mahvolur. Fakirler orta hâlli olursa, orta hâlliler zenginleşir; orta hâlliler zenginleşirse, memleket zengin olur.”

“Vezirlik ve ordu kumandanlığı çok mühimdir; Çünkü bunlardan biri kılıç tutar, biri kalem. Memleketi alan, onu kılıç ile almıştır, memleketi tutan da, onu kalem ile tutmuştur. Bir memleketi kılıç ile derhal ele geçirmek mümkündür; fakat kalem olmayınca, insan onu elinde tutamaz.”

“Ordu kumandanı mağrur olursa, şüphesiz düşmandan dayak yer. Mağrur adam ihmalkârlık eder. İhmalkâr adam, ya bozulur yahut vakitsiz ölür.”

“Ey devletli hükümdar! Sen saray ve köşkler yaptırma; kara toprak altında senin evin hazırdır. Yüksek, geniş ve süslü sarayların burada kalacak, sen de inleyerek, karanlık toprak eve gireceksin.”

“Ey hükümdar! Kendini aldatarak içinde bulunduğun rahatlığa güvenme! Zîrâ bu hâl, seni gaflet uykusuna düşürür. Şunu unutma ki ipek sırmalarla örtülen vücûdun kara toprağa serilecektir. Seni hiç sarsmayan küheylân attan inip, acz içinde, eyersiz bir ağaca bineceksin!”

Velhâsıl idâreci, bütün fazîletleri şahsında cem etmeye çalışmalıdır. Cimrilikten şiddetle kaçınıp eli açık ve cömert olmalıdır. Zîrâ hasis kimse dünyada fukarâ hayâtı yaşar, âhirette de zenginler gibi hesâba çekilir. İdâreci, hiddetli, şiddetli ve kötü huylu olmayıp halkın dilinden anlayan, yaralı gönülleri tesellî eden ahlâk-ı hamîde sâhibi hâzık bir gönül hekimi olmalıdır.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Faziletler Medeniyeti 2, Erkam Yayınları