Müslüman Bir Ailenin Nitelikleri

Aile Hayatımız

Müslüman bir ailenin özellikleri nelerdir?

İslam hukukuna göre Müslüman bir ailenin nitelikleri:

MÜSLÜMAN AİLENİN ÖZELLİKLERİ

1) Ailenin meşrû nikâh temeline dayanması:

Nikâh müessesesi bütün semavî dinlerde korunmuş ve evlilikle ilgili birtakım prensipler konulmuştur. İbn Âbidîn (ö.1252/1836) bu konuda şöyle demiştir. “Bizim için Hz. Âdem döneminden günümüze kadar meşrû olmuş, daha sonra ve cennette de devam edecek nikâh ile îmandan daha sürekli ibadet yoktur.”[1]

İslâm nikâhsız olarak bir arada yaşayanların topluluğunu, aile yuvası saymamış ve mensuplarını evlenmeye teşvik etmiştir. Bu arada velilere ve İslâm toplumunun yöneticilerine aralarındaki bekârları evlendirme görevi verilmiştir.[2] Nikâh gözü ve beli haramdan korur ve mü’minin üzerinden zina töhmetini kaldırır. Diğer yandan zinanın yayılmasının yol açtığı frengi, bel soğukluğu veya aids gibi hastalıklardan mü’minler, meşru evlilik yoluyla korunmuş olurlar. Çocukların neseplerinin karışması da yine evlilikle önlenir.

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Dört şey peygamberlerin sünnetlerindendir. Utanma, kokulanma, diş temizleme (misvak) ve evlenme” [3] “Nikâh benim sünnetimdir. Kim benim sünnetimden yüz çevirirse, bizden değildir. Evleniniz, çünkü ben diğer ümmetlere karşı sizin çokluğunuzla övüneceğim. Kimin evlenmeye gücü yeterse evlensin. Evlenmeye gücü yetmeyen ise oruca devam etsin. Çünkü oruç, kendisi için haramlara karşı koruyan bir kalkandır.” [4]

2) Aile fertlerinin sağlam bir inanca ve günlük hayatta güzel amellere sahip olması:

İslâm bu konuda aile reisine sorumluluk yüklemiştir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Ey îman edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun.”[5]

Allâh’ın Rasûlü de şöyle buyurmuştur: “Sizden her biriniz birer çobansınız ve her biriniz güttüğünüzden sorumlusunuz. İslâm devlet başkanı (imam) bir çobandır ve yönettiği kişilerden sorumludur. Evin erkeği bir çobandır ve aile bireylerinden sorumludur. Kadın, kocasının evi içinde bir çobandır ve güttüğünden sorumludur. Hizmetçi, efendisinin malı üzerinde bir çobandır ve bunun yönetiminden sorumludur.” [6]

İslâm’da aileyi birbirine bağlayan asıl bağ îman birliğidir. Kan bağı bundan sonra gelir. Bu yüzden îmandan yoksun olan hısımlar aile bütünlüğü dışına çıkmış olur. Nitekim, kendisine îman etmemiş olan oğlunu tufan’dan kurtarmak için dua eden Nuh peygambere Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Ey Nuh! O, asla senin ailenden değildir. Çünkü onun yaptığı kötü bir iştir. O halde hakkında bilgin olmayan bir şeyi benden isteme.” [7]

Burada, Nûh (a.s.)’ın kendi soyundan olan oğlu, îmansızlık nedeniyle aile dışında bırakılmıştır. Halbuki Hz. Muhammed (s.a.v.), aralarında hiçbir nesep bağı olmayan Selman el-Fârisî’yi (ö.36/656) kendi ailesinden saymıştır. Diğer yandan özellikle Bedir savaşında birçok sahabi, en yakınları olan babalarına veya oğullarına karşı savaşmışlardır.

3) Anne-baba ve çocuklar arasındaki ilişkiler karşılıklı sevgi ve saygı esasına dayanması:

Çocukların ana) babaya gerekli sevgi, saygı ve itaati göstermesi gerekir. Özellikle yaşlılık devrelerinde bu daha da önem kazanır. Allahü Teâlâ şöyle buyurur:

“Rabbin yalnız kendisine kulluk etmenizi, ana) babanıza da iyi davranmanızı emretti. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, kendilerine “öf” bile deme; onları azarlama; ikisine de güzel söz söyle. Onları esirgeyerek alçak gönüllülükle üzerlerine kanat ger ve; “Rabbim! Küçüklüğümde onlar beni nasıl yetiştirmişlerse, şimdi de sen onlara (öyle) rahmet et!” diyerek dua et.”[8]

Hz. Peygamber kendi çocuklarına, torunlarına ve ashabının çocuklarına karşı son derece şefkatli ve merhametli idiler. Ashâbını da böyle davranmaya teşvik etmiştir. Ebû Hureyre (r.a.)’den nakledildiğine göre bir gün Allâh’ın Rasûlü, torunu Hz. Hasan’ı (ö.50/670) öpmüştü: Orada hazır bulunan el-Akra’ b. Hâbis (r.a.) şöyle dedi: “Benim on tane çocuğum var, fakat onlardan hiçbirisini öpmem.” Hz. Peygamber ona baktı ve şöyle buyurdu: “Merhamet etmeyene merhamet olunmaz.” [9] Hz. Âişe’nin naklettiğine göre bir arabî Allâh’ın elçisine gelerek; “Siz küçük çocukları sevip öpüyorsunuz, biz onları öpmeyiz.” dedi. Hz. Peygamber ona şöyle buyurdu: “Allahü Teâlâ senin kalbinden merhameti çekip çıkarmışsa ben ne yapabilirim?” [10]

Ebeveynin, çocuklarına acıyarak onları doğuştan gelen İslâm fıtratı üzere yetiştirmesi ve ebedî hayata hazırlaması gerekir. Hadiste şöyle buyurulur: “Her doğan çocuk İslâm fıtratı üzere doğar. Daha sonra ana) babası onu Yahudi, Hristiyan veya ateşperest yapar.” [11] Ebû Hureyre yukarıdaki hadisi naklettikten sonra şu âyeti okumuştur: “Ey Muhammed! Sen yüzünü hanîf olarak dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise ona çevir. Allâh’ın yaratışında hiç bir değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur; fakat insanların çoğu bunu bilmezler.” [12] Hanîf; eğriliğe sapmaksızın doğru yoldan giden demektir. Hz. İbrahim’in tevhîd dini yani “Allâh’ı bir tanıma dini” anlamında da kullanılır.

Abdullah b. Mes’ud (r.a.), Rasûlüllah (s.a.v.)’e hangi amelin daha faziletli olduğunu sormuş ve Allâh’ın Rasûlü şu cevabı vermiştir: “Vaktinde kılınan namaz”; Sonra hangisi sorusuna ise “ana) babaya iyilik (birr)” diye cevap vermiştir.[13] Birr (iyilik) terimi hadislerde; kişinin göğsüne genişlik veren,[14] ruhun kendisi ile huzur bulduğu,[15] ve İslâm’ın güzel ahlâk olarak kabul ettiği,[16] davranış ve hizmetleri kapsar.

Allâh’ın Rasûlü çeşitli hadislerde, ana) baba ile ilişiği kesmenin büyük günahlardan olduğunu belirtmiştir.[17] Haklı durumlar dışında ana) babayı üzen, onlara eza veren her fiil “ilişik kesme” sayılmıştır. Bu duruma göre, masiyet (Allâh’a isyan) sayılmayan konularda ana) babaya itaat etmek vâciptir. Bu durumda onların emrine karşı gelmek ise “ilişik kesme (ukûk)” kapsamına girer.

İnsanların vereceği emirlere uymak, Allâh’ın emir ve yasakları ile çelişmemesi ön şartına bağlıdır. Ana-babaya itaat da bu prensiple sınırlıdır.

Enes b. Mâlik (r.a.), Rasûlüllah (s.a.v.)’in şöyle buyurduğunu nakletmiştir: “Başı siyah üzüm gibi olan Habeşli bir köle bile size vali tayin olunsa onu dinleyiniz ve itaat ediniz” Başka bir rivayette şöyle buyurulur: “Ma’siyetle emredilmediği sürece, hoşuna gitse de gitmese de, Müslümanın (İslâm devlet başkanını) dinleyip itaat etmesi gerekir. Eğer ma’siy et (Allâh’a isyanı kapsayan) bir emir verilirse, dinleme ve itaat yoktur.” [18]

Nitekim Hz. Ali’nin naklettiği seriyye (askeri müfreze) olayı da yukarıdaki ilkeyi desteklemektedir. Nebî (s.a.v.) askerî bir birlik (seriyye) çıkarmış ve başlarına da Ensar’dan birisini komutan tayin ederek, kendisine itaat edilmesini emretmişti. Gidilen yerde komutan bir konuda askerlere kızarak odun toplatmış ve ateş yaktırarak içine girmelerini istemişti. Bir bölüm sahabiler ateşe girmeye karar verip, ayakta, birbirine bakarak beklemeye başladılar ve ateş sönünceye kadar o durumda kaldılar. Diğerleri, ise; “Biz Nebî (s.a.v.)’e ateşten kurtulmak için tabi olduk, şimdi nasıl ateşe girebiliriz?” dediler. Durum, Allâh’ın Rasûlüne anlatılınca şöyle buyurdular:

“Eğer onlar ateşe girselerdi, bir daha sonsuza kadar çıkamazlardı. Emirlere itaat ancak ma’ruf olan yani iyi ve güzel bilinen, İslâm’a uygun bulunan şeylerdedir.” [19]

Sonuç olarak oğul ve kızlar anne babaların İslâm’a uygun olmayan, İslâmî emir ve yasaklarla çelişen emir ve isteklerine uymak zorunda değildir. Ebeveyn’in çocuklarına namaz, oruç, hac, zekât gibi açık farzları işlememesi veya faizli muamele yapması, tesettürü bırakması gibi istekleri bunlar arasında sayılabilir. Çocuğun, bu ve benzeri konularda ebeveynine itaat etmemesi sorumluluk doğurmaz. Çocuğun inancını sarsacak konular da bu kapsama girer. Nitekim âyette şöyle buyurulur: “Biz, insana, ana) babasına karşı iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Eğer onlar seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi (körü körüne) bana ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme.” [20]

4) Karı-koca arasındaki ilişkilerin karşılıklı sevgi, saygı ve güzel muâşeret esasına dayanması:

Allahü Teâlâ, aile yuvasının “iyi geçim” esasına dayanması gerektiğini şöyle belirtir:

Hanımlarınızla iyi geçinin! Eğer kendilerinden hoşlanmadınızsa, olabilir ki siz bir şeyden hoşlanmazsınız da Allah onda birçok hayır takdir etmiş bulunur!”[21]

Muâşeret; söz ve davranışların güç yettiği kadar güzel olmasıdır. Allâh’ın Rasûlü şöyle buyurmuştur: “Sizin en hayırlınız, ailesine karşı en hayırlı olandır. Ben de aileme karşı hayırlı olanım.” [22] Hz. Peygamber eşleriyle en güzel geçim halinde idi. Daima güler yüzlü ve tatlı dilli idi. Aile fertlerine iltifat eder ve onların maişetini geniş tutardı. Hz. Âişe, Allah elçisinin kendisi ile yaptığı bir yarışı şöyle anlatır: “Rasûlüllah (s.a.v.) benimle yarış yapmış ve ben onu geçmiştim. Bu, benim bedence zayıf olduğum bir sırada olmuştu. Daha sonra ben kilo alınca yeniden yarıştık, fakat bu kere o beni geçti.”[23]

Kadının kocasının meşrû olan isteklerine uyması gerekir. Örfe ve toplum değerlerine göre ev içinde kadına ait olması gereken iş ve hizmetler “iyi geçim” in bir sonucu olarak kadın tarafından yapılmalıdır. Dengi aileler hizmetçi çalıştırmıyorsa temizlik, çamaşır ve mutfak işleri kadına ait işler arasında sayılabilir. Çocuklarının bakımı da bu kapsama girer. Kadın ma’siyet sayılan emirlere uymaya zorlanamaz.[24]

Allâh’ın Rasûlüne hangi kadının daha hayırlı olduğu sorulunca, şu cevabı vermiştir: “Kocası kendisine bakınca, ona neşe ve sevinç verir, emrederse itaat eder, kendi malı ve özel yaşantısı konusunda, kocasının sevmediği şeyleri yapmaz.” [25]

Sonuç olarak, dünya hayatını ömür boyu birlikte yaşamaya karar veren eşler birbirinin değerini bilmeli, karşılıklı anlayış ve fedakârlık içinde İslâm’ın belirlediği ilkelere uyarak Yüce Allâh’ın rızasını kazanmaya çalışmalıdır. Ne kadının ve ne de erkeğin hayatı çekilmez hale getirmeye hakkı yoktur. Eşlerin geçimsizliğinden özellikle aile içindeki dinî yaşantı zarar görmeye başlamışsa, tarafların İslâm’ın bu konuda getirdiği önlemleri alma hakkı doğar. Tarafların hakeme başvurup sulh yolu arama veya evliliğe son verdirme hakları bunlar arasındadır.[26]

5) Eve giriş ve çıkışlarda bir takım edeplere uyulması:

Eve girerken zile basmak, girince selâm vermek, hal-hatır sormak, çocukların ana) babalarına ait yatak odasına izinsiz girmemesi gibi edepler bunlar arasında sayılabilir.

Kur’ân-ı Kerîm’de başkasının evine giriş edebi şöyle belirlenmiştir:

“Ey îman edenler! Kendi evinizden başka evlere, kendinizi tanıtıp ünsiyet kurmadan ve ev halkına selâm vermeden girmeyin. Herhalde bunun, sizin için daha iyi olduğunu düşünüp anlarsınız.” [27] Devamı olan âyetlerde ise; evde kimse yoksa, izinsiz girilmemesi ve “geri dönün” denilirse, hemen dönülmesi, ancak bu gidilen evde kendimize ait eşya bulunur, fakat o sırada evde kimse oturmuyorsa buraya girmekte bir sakınca olmadığı belirtilir.[28]

Ev içinde karı-kocanın yanına belli saatlerde izinsiz girmeyi yasaklayan yukarıdaki âyetlerin inme sebebi şudur.

Mukatil bin Hayyan’a göre, ashab-ı kiramdan Esmâ binti Mürsed ile kocası, Nebî (s.a.v.)’e yemek hazırlamışlardı. Bu arada bir takım insanlar izinsiz olarak içeri girmeye başlamıştı. Esmâ (r. anhâ) şöyle dedi: “Ey Allahın Rasûlü! Bu ne çirkin bir durum. Bir kadınla erkeğin yanına, ikisi bir örtü altında iken çocukları izinsiz girebiliyor.” Bunun üzerine yukarıdaki âyetler inmiştir.[29]

Diğer yandan evin içinde birlikte yaşanan ergenlik çağına girmeyen çocukların, günün üç vaktinde, yatak odasına veya dinlenme yerine girerken izin istemeleri esası getirilir. Bu üç vakit; sabah namazından önce, öğleyin dinlenmek üzere yatıldığında veya yatsı namazından sonraki vakitlerdir. Evin ergen çocuklarının da aynı şekilde izin isteyerek bu yerlere girebileceği ayrıca vurgulanmıştır.[30]

Ailede evlenme ümidi kalmamış yaşlı kadınların, zînetlerini açmamak şartıyla, yabancı erkeklerin yanında bazı giysilerini çıkarmalarının mümkün ve caiz olduğu belirtilmiştir.[31]

Sonuç olarak İslâm’ın getirdiği bu ev içi veya dışardan gelenlerin görüşme edebi, insanların tecrübelerle ulaşabileceği en yararlı ve en güvenli kurallardır. Günümüzde uygulanan kilit, kapı zili, diyafon hatta görüntülü kamera sistemi vb. önlemler, görüşmelerde güveni sağlama gayesine yöneliktir. İslâm 15 asır önce görüşmelerdeki bu güvenlik sistemini kurmuştur. Aynı sistem, dükkân, mağaza, depo, büro, fabrika vb. iş yerlerini de kapsamına alır. Belki kapısı herkese açık olan yerler için “giriş izni” verilmiş sayılır. İş yeri temsilcisi ile selâm verilerek ünsiyet kurulmuş olur.

6) Aile fertlerinin, günün gerektirdiği bilgi, görgü, edep ve tecrübe ile sürekli bir gelişmenin içinde bulunması:

İslâm pratik ve dinamik bir dindir. Bu yüzden mü’minlerin sürekli maddi ve manevî bir gelişmenin içinde olmalarını ister. Önce anne-baba çeşitli konulardaki bilgi ve amel eksikliğini gidermeye çalışmalıdır. Çocuklar da günün şartlarına göre en az lise düzeyinde bir eğitim görmeli, mümkün olursa yüksek öğrenim de yaptırılmalıdır. Ancak yüksek öğrenim gören gençler yalnız devlet kapısına güvenmemeli, kendi mesleğine uygun iş alanlarını kendi çabası ile meydana getirmeye çalışmalıdır. Meselâ; ziraat fakültesinin tarım bölümünü bitiren çiftlik kurmanın, hayvancılık bölümünü bitiren hayvan çiftliği oluşturmanın yollarını aramalıdır. Madencilik sektöründe uzmanlaşanın da, maden işletmesini bizzat kurarak veya organize ederek işin başına geçmeyi hedeflemesi gerekir. Bir İslâm toplumunda bu gibi yatırımların yapılmasında sermaye önemli bir rol oynamaz. Kişinin güvenilir, müteşebbis ve dürüst olması ve ufuklarının geniş bulunması yeterlidir. İslâm’ın ekonomik sistemi içindeki “Mudârebe (emek-sermâye ortaklığı)”, “Muzâraa (ziraat ortakçılığı)” ve “Muşârake (sermaye ortaklığı)” gibi yöntemler işletmeciye gerekli olan sermayeyi sağlamak için yeterlidir.[32]

İslâm, mü’minleri sürekli ilim talebine teşvik etmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’­de şöyle buyurulur:

“De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri düşünüp fikir üretir.” [33]

وَقُلْ رَبِّ زِدْن۪ي عِلْمًا “De ki: Rabbiml Benim ilmimi artır.” [34]

اِنَّمَا يَخْشَى اللّٰهَ مِنْ عِبَادِهِ الْعُلَمٰۤؤُۨا “Kulları içinden ancak âlim olanlar, Allah’tan (gereği gibi) korkarlar.” [35]

“Allah sizden îman edenleri ve kendilerine ilim verilenleri derece bakımından yükseltir. Allah sizin bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” [36] Bu âyetin baş tarafında bir muâşeret kaidesine dikkat çekilir. Bir mecliste, başkalarına yer açmak ve “kalkın” denilince, yeni gelenlere yer vererek kalkmak, mü’mini edepli ve tevazu sahibi yapar. Böylece îman ve ilimle tamamlanan edep ve tevazu mü’mini dünya ve âhirette yüksek derecelere ulaştırır.

Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ilme teşvik eden pekçok hadisleri vardır. Bir kaçını zikredeceğiz: “İlim edinmek için çalışmak her Müslümana farzdır.” [37] “Bir topluluk Allâh’ın evlerinden bir evde toplanır, Allâh’ın kitabını okur ve onu aralarında müzakere ederlerse, melekler onları kuşatır, üzerlerine sekînet iner ve kendilerini ilahî rahmet kaplar. Yüce Allah onları nezdindeki kimselerin yanında anar.[38] “Allah, hakkında hayır murad ettiği kimseyi dinde fakih kılar.” [39]

İlimle uğraşan mü’min, ihtisas alanının zirvesine çıkmayı, ticaret veya sanatla uğraşan da kendi alanında söz sahibi olmayı hedeflemelidir.. Çünkü mü’min “iki günü eşit olan zarardadır” prensibine uyar ve Allahü Teâlâ’nın; mesleğinde derinleşen sanatkârı sevdiğini bilir. Diğer yandan ilim edinmenin gayesi onunla amel etmektir. Bu yüzden çocukları pratik değeri olmayan ve günlük yaşayışta amel yönü bulunmayan teorik ilimler yerine pratik ilimlere yöneltmelidir.

Sonuç olarak bir ailede herkes kendi iş, çalışma ve meslek alanı ne ise, öncelikle kendisine her gün gerekli olan İslâmî bilgileri öğrenmesi gerekir. Çitfçi bununla, tüccar ticaretle, sarraf kendi mesleği ile ilgili esasları öğrenmelidir. Hz. Ömer’in devlet başkanı olunca valilerine şu genelgeyi yayınladığı nakledilir: “Bizim çarşı ve pazarlarımızda, ticaretin dini esaslarını bilmeyen alış-veriş yapmasın.”[40]

Günümüzde ileri ülkeler bilim, teknoloji ve tıp alanlarında başdöndürücü bir gelişmenin içine girmişlerdir. İslâm toplumları da bu yarışın dışında kalamaz. Avrupa Ortaçağ karanlıklarını yaşarken İslâm âlemi kültür ve medeniyette üstün durumda idi. Ancak günümüzde bilim ve teknoloji üstünlüğünü ele geçiren batı ülkeleri, bu üstünlüğü, geri kalmış ülkeler ve özellikle de İslâm ülkeleri aleyhine kullanmaktadır. Bu yüzden İslâm toplumları tarihteki bu kültür ve medeniyet değerleri ile bağlarını koparmadan bunları yeni bilgi, teknik, sanat ve becerilerle geliştirerek, yüzyılın medeniyetlerini aşmanın yollarını bulmalıdır. Bu da ciddi çalışmakla, sabırla ve kendisine rakip olarak aldığı, batılı firma ve kuruluşu aşmayı bir gaye ve ideal haline getirmekle olabilir. Cenâb-ı Hak isteyene istediğini, çalışana da çalıştığının karşılığını verir. Hadiste; “İslâm yücedir, onun üzerine yücelinmez.”[41] buyurulmuştur.

7) Aile bireylerinin İslâm ahlâkı ile ahlâklanması:

İslâm en son ve mükemmel bir din olduğu için en yüce ahlâk değerleri de onda toplanmıştır. Ahlâk, arapça “huluk” sözcüğünün çoğulu olup, sözlükte; huylar, seciyeler ve karakterler anlamına gelir. İslâm ahlâkının esaslarını vahiy ve sünnet belirlemiştir. İslâmı en güzel yaşayan ve İslâm ahlâkının en iyi örneklerini veren Hz. Muhammed (s.a.v.)’dir.

Kur’ân-ı Kerîm’de onun ahlakı için şöyle buyurulur:

وَاِنَّكَ لَعَلٰى خُلُقٍ عَظ۪يمٍ “Sen en yüce bir ahlâk üzeresin.” [42]

“Şüphesiz, Allâh’ın Rasûlünde, sizin için, Allâh’ın rahmetini ve âhiretin nimetlerini arzulayanlar ve Allâh’ı çokça ananlar için güzel bir örnek vardır.” [43]

Hz. Peygamber hem ahlâklı yaşamış ve hem de ashabını ahlâklı olmaya çağırmıştır. Hadislerde şöyle buyurulur: “Ben ahlakın güzelliklerini tamamlamak için gönderildim.[44] “İnsanlara verilen şeylerin en hayırlısı güzel ahlaktır.[45] “Müminlerin îman bakımından en olgunu güzel ahlak sahibi olanıdır.”[46] Çocukluğu ve gençliği Allah Rasûlü’nün hizmetinde geçen Enes b. Mâlik (r.a.) şöyle demiştir: “Nebî (s.a.v.) insanlar arasında ahlâkı en güzel olanı idi.” [47] Hz. Âişe’den; “Allâh’ın Nebîsinin ahlâkı Kur’ân idi.” dediği nakledilmiştir. Başka bir hadiste ahlâkın özü şöyle belirlenmiştir: “Her dinin bir ahlâkı vardır. İslâm’ın ahlâkı ise utanmadan (haya) ibarettir.” [48]

Sonuç olarak aile içinde çocukların yetişmesi ve eğitilmesi sırasında İslâm’ın bu yüce değerlerinin onlara telkin edilmesi veya bu değerleri alabileceği kurs, okul, sohbet, seminer, kamp, konferans vb. yerleri tercihte aile reislerinin gerekli istişare ve feraseti göstermesi beklenir. Çünkü çeşitli eğitim kurumlarında yalnız pozitif ve tabiat bilimlerini okuyan gençlik, mânevî ilim ve değerlerden habersiz yetişirse, belki diploma sahibi olmakta, fakat “emânete ehil” duruma gelememektedir. Allah korkusu ve âhiret inancı olmayan bir kimse, hayatta ele geçirdiği makamları ve maddi imkânları kendi kişisel çıkarları için kullanabilmekte ve toplum bundan ciddi yaralar almaktadır. Bu yüzden günün gerektirdiği bilgi ve tecrübeleri kazanan îmanlı gençlik, aynı zamanda sabır, tevekkül, haya, tevazu, edep gibi güzel huyları alır ve kibir, ucub, hased, kin ve yalancılık gibi kötü huyları da bırakırsa İslâm toplumunun özlediği ve ihtiyaç duyduğu emânet ehilleri yetişmiş olur. İşte mü’min bir ailenin, çocuklarını böyle bir eğitimden geçirmesi ve ömür boyu güzel ahlâk üzere bulunmayı hedeflemesi gerekir. Bu yolda gösterilecek gayretin, sonuç versin veya vermesin, sahibine ecir kazandıracağında şüphe yoktur.

İşte birkaç özelliğine temas ettiğimiz ailenin kuruluşunu ve aile içinde karşılaşılan çeşitli problemlere İslâm’ın getirdiği çözümleri aşağıda incelemeye çalışacağız. Evlenme konusuna geçmezden önce, buna ön hazırlık niteliğindeki kız isteme, kız görme, nişan ve nişanlılık konusu üzerinde duracağız.

Dipnotlar:

[1] İbn Âbidîn, Reddü’l-Muhtâr, II, 258. [2] Nûr, 24/32. [3] Tirmizî, Nikâh, 1; A.b. Hanbel, V, 421. [4] İbn Mâce, Nikâh, 1, Hadisin ravilerinden, İsa b. Meymûn el-Medînî zayıf bir ravidir. Ancak bu hadisi destekleyen başka sağlam nakil de vardır. [5] Tahrîm, 66/6. [6] bk. Buhârî, Cum’a, 11, Cenâiz, 32, İstikrâz, 20, Vesâyâ, 9, ıtk, 17,19; Nikâh, 81, 90, Ahkâm, 1; Müslim, İmâre, 20; Ebû Dâvûd, İmâre, I, 13; Tirmizî, Cihâd, 27. [7] Hûd, 11/46. [8] İsrâ, 17/23, 24; bk. Lok’mân, 31/14, 15. [9] Bûhârî, Edeb, 18, 27; Müslim, Fadâil, 65; Ebû Dâvûd, Edeb, 145; Tirmizî, Birr, 12. [10] Buhârî, Edeb, 18. [11] Buhârî, Cenâiz, 80, Kader, 3; Müslim, Kader, 22, 23, 24; İbn Hanbel, II, 315, 346. [12] er-Rûm, 30/30; bk. Buhârî, Tefsirû Sûre: 30/1. [13] Müslim, Îman, 137. [14] A. b. Hanbel, IV, 227. [15] Dârimî, Büyü’, 2; A. b. Hanbel, IV, 194. [16] Tirmizî, Zühd, 53; Müslim, Birr, 14, 15; Dârimî, Rikâk, 73. [17] bk. Buhârî, Edeb, 6, İsti’zân, 35, Eymân, 16, istitâbe, 1, Diyât, 2; Müslim, Îman 143, 144; Ebû Dâvûd, Vesâyâ, 10; Tirmizî, Birr, 4, Büyü’, 3, Şehâdât, 3. [18] Buhârî, Ahkâm, 4; Müslim, İmâre, 39. [19] Buhârî, Ahkâm, 4, Cihâd, 108; Müslim İmâre, 38; Ebû Dâvûd, Cihâd, 87; Tirmizî, Cihâd, 29; Nesâî, Bîa, 34; İbn Mâce, Cihâd, 40. [20] Ankebût, 29/8; bk. Lokman, 31/14, 15. [21] Nisâ’, 4/19. [22] İbn Mâce, Nikâh, 50; Dârimî, Nikâh, 55. [23] İbn Mâce, Nikâh, 50; A. b. Hanbel, VI, 129, 182, 261, 280; bk. Ebû Dâvûd, Cihâd, 61; A. b. Hanbel, VI, 264; İbn Kesîr, Tefsir, I, 369. [24] bk. Buhârî, Nikah, 94. [25] A.b. Hanbel, II, 251, 432, 438; bk. Ebû Dâvûd, Zekât, 32; İbn Mâce, Nikâh, 5. [26] Nisâ, 4/35. [27] Nûr, 24/27. [28] Nûr, 24/28, 29. [29] bk. İbn Kesîr, Muhtasar, Tefsîr, İhtisar ve Tahk. M. Ali, Sâbûnî, 7. baskı, Beyrut, 1402/1981, II, 618. [30] Nûr, 24/58, 59. [31] Nûr, 24/60. [32] bk. Hamdi Döndüren, Delilleriyle Ticaret ve İktisat İlmihali, İstanbul 1993, s. 409-450, 606, 607, 622-628. [33] ez-Zümmer, 39/9. [34] Tâhâ, 20/114. [35] Fâtır, 35/28. [36] Mücâdele, 58/11. [37] İbn, Mâce, Mukaddime, 17, en-Nevevî, bu hadis için; anlam bakımından doğru ise de sened yönünden zayıftır, demiştir. [38] Ebû Dâvûd, Vitr, 14; İbn Mâce, Mukaddime, 17. [39] Buhârî, İlm, 10, 13; İbn Mâce, Mukaddime, 17. [40] Tirmizî, Vitr, 21, H.No: 487. [41] Buhârî, Cenâiz, 79. [42] Kalem, 68/4. [43] Ahzâb, 33/21. [44] A.b. Hanbel, II, 381; Mâlik, Muvatta’, Hüsnü’l-Hulk, 8. [45] A. b. Hanbel, IV, 278. [46] Ebû Dâvûd, Sünne, 14; A. B. Hanbel, II, 250, 472, 527, V, 89, 99. [47] Buhârî, Edeb, 112; Müslim, Edeb, 30; Ebû Dâvûd, Edeb, 1. [48] İbn Mâce, Zühd, 17; Malik, Muvatta, Hüsnü’l-Hulk, 9.

Kaynak: Prof. Dr. Hamdi Döndüren, Delilleriyle Aile İlmihali, Erkam Yayınları