Hz. Muhammed’in (s.a.v.) Doğumu, Çocukluk ve Gençlik Yılları

Gençliği

Hz. Muhammed (s.a.v.) ne zaman doğdu? Hz. Muhammed’in (s.a.v.) çocukluğu ve gençliği nasıldı? Hz. Muhammed’in (s.a.v.) doğumu, çocukluk ve gençlik yılları...

Hz. Muhammed (s.a.v.) 571 yılında Mekke’de doğdu. 

HZ. MUHAMMED’İN (S.A.V.) DOĞUMU

Peygamber (s.a.v) Efendimiz, Fil senesinde bir pazartesi günü dünyayı şereflendirmiştir. Bu da 12 Rebîu’l-Evvel 570 veya 571 senesine tekâbül eder.

Ebû Katâde el-Ensârî (r.a) şöyle buyurur:

Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e, Pazartesi günü orucu soruldu:

“‒O gün, benim doğduğum ve peygamber olarak gönderildiğim (veya bana vahyin ilk defâ inzâl buyrulduğu) gündür.” buyurdular. (Müslim, Sıyâm 197, 198)

Süleyman Çelebi, Mevlid diye meşhur olan eseri Vesîletü’n-Necât’ta şöyle der:

Dedi gördüm ol Habîbin ânesî

Bir acep nûr kim, Güneş pervânesî

***

Dediler oğlun gibî hiç bir oğûl

Yâradılalı cihân, gelmiş değîl

***

Bû senin oğlun gibi kadrî cemîl

Bir anâya vermemişdir ol Celîl

***

Ulu devlet buldun ey dildâr sen

Doğiserdir senden ol hulkî hasen

***

Bû gelen ilm-i ledün sultânıdır

Bû gelen tevhîd ü irfân kânıdır

***

Bû gelen aşkına devr eyler felek

Yûzüne müştâkdır ins ü melek

***

Bû gice ol gîcedir kim, ol Şerîf

Nûr ile âlemleri eyler latîf

***

Bû gece dünyayı ol cennet kılûr

Bû gece eşyaya Hak rahmet kılûr

***

Bû gice şâdân olur erbâb-ı dîl

Bû giceye can verîr eshâb-ı dîl

***

Rahmetel lil âlemîndir Mustafâ

Hem şefîu’l-müznibîndir Mustafâ

***

Allâh Rasûlü (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:

“Ben, ceddim İbrâhîm’in duâsı, kardeşim Îsâ’nın müjdesi ve annemin rüyâsıyım. Annem, kendisinden bir nûrun çıkıp Şam’ın saraylarını aydınlattığını görmüştür.” (Ahmed, IV, 127-128; Hâkim, Müstedrek, II, 453/3566) İbn-i Receb şöyle der:

“Doğum esnâsında bu nûrun çıkması, Efendimiz’in (s.a.v) getireceği ve yeryüzündeki insanların kendisiyle nurlanıp şirk karanlıklarının izâle olacağı nûra işârettir.” Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Ey Ehl-i kitab, şimdi size Rasûlümüz geldi, kitabınızın gizlemekte olduğunuz birçok yerlerini sizlere beyan ediyor, birçoğundan da geçiyor, işte size Allah’dan bir Nûr, parlak ve apaçık bir Kitâb geldi. Allah bununla, rızâsı ardınca gideni selâmet yollarına ulaştırır ve izniyle onları zulmetlerden nûra çıkarıp doğru bir yola koyar.” (el-Mâide, 15-16)

Burada husûsiyle Şam’dan bahsedilmesi, Efendimiz (s.a.v)’in dîninin Şam bölgesine yerleşeceğine işarettir. Bu sebeple âhirzamanda Şam, İslâm’ın sığınağı olacak, Hz. İsa (a.s) da oraya inecektir.

İlk günlerde Ebû Leheb’in Câriyesi Süveybe, Peygamber (s.a.v) Efendimiz’i ve Hz. Hamza’yı emzirmiştir. Bu sebeple amcası Hz. Hamza (r.a), Efendimiz (s.a.v)’in sütkardeşidir. Urve bin Zübeyr (r.a) şöyle der:

Süveybe, Ebû Leheb’in câriyesi idi. (Efendimiz [s.a.v]’in doğum müjdesini getirince) Ebû Leheb sevincinden onu âzâd etti. Süveybe bir müddet Peygamber (s.a.v) Efendimiz’i emzirdi. Ebû Leheb öldüğü zaman, âilesinden birine rüyâsında fenâ bir hâlde göste­rildi. Akrabası ona:

«−Neyle karşılaştın?» diye sordu. Ebû Leheb:

«−Sizden ayrıldıktan sonra hiç­ hayır yüzü görmedim. Yalnız Süveybe’yi âzâd ettiğim için şuradan sulandım!» (diye başparmağıyla şehâdet parmağı arasındaki bir deliği gösterdi).” (Bkz. Buhârî, Nikâh, 20)

Bu rüyâyı gören, kardeşi Hz. Abbâs (r.a) idi. (Bkz. İbn-i Sa’d, I, 108, 125; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, II, 277) Daha sonra Halîme Saʻdiyye O’nu Benî Saʻd yurduna götürmüş ve pek çok bereketlere nâil olmuştur.

HZ. MUHAMMED’İN (S.A.V.) MÜBÂREK İSİMLERİ

Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz mübarek isimlerinden bir kısmı şunlardır:

Muhammed, Ahmed, Hâşir (insanların, ardı sıra haşredildiği zât), Âkıb (kendisinden sonra peygamber olmayan zât), Mukaffî (son peygamber), Mâhî (Kendisiyle küfrün mahvedildiği zât), Raûf, Rahîm[1]

Ebû Musâ el-Eşʻarî (r.a) şöyle buyurur:

“Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) bize, zât-ı âlîlerinin birçok isimlerinin olduğunu haber verirlerdi. Şöyle buyururlardı:

“Ben Muhammed’im, Ahmed’im, Mukaffî’yim, Hâşir’im, Nebiyyü’t-Tevbe’yim, Nebiyyü’r-Rahme’yim!” (Müslim, Fedâil, 126) Ebû Musâ (r.a) şöyle buyurur:

“Rasûlullah Efendimiz (s.a.v), zât-ı âlîlerinin bazı isimlerini bizlere haber vermişlerdi. Onlardan bir kısmını aklımızda tuttuk, bir kısmını ise -maalesef- unuttuk. Şöyle buyurmuşlardı:

“Ben Muhammed’im, Ben Ahmed, Mukaffî, Hâşir, Nebiyyü’t-Tevbe ve’l-Melhame’yim!” (Hâkim, II, 659/4185) Kur’ân-ı Kerîm’de Muhammed ismi 4 defâ, Ahmed ismi ise 1 defâ zikredilmiştir. İncîl’de ise bu isimlerle aynı mânâya gelen “Faraklit” kelimesi kullanılmıştır.

HZ. MUHAMMED’İN (S.A.V.) SÜTANNEYE VERİLMESİ

Siyer âlimlerinin ittifakla haber verdiklerine göre o vakitler Benî Saʻd çölleri kıtlık ve kuraklıkla mücâdele ediyordu. Hz. Halime, Peygamber (s.a.v) Efendimiz’i kucağına alınca sütü bollaştı, evine bereket yağdı, deve ve koyunlarının karnı doydu ve etrafı yeşerdi. Efendimiz (s.a.v)’in orada bulunması, kuru çöller için yağmurdan ve pınarlardan daha bereketli oldu. Zîrâ O, bütün âlemlere rahmet olarak gönderilmişti.[2] Bu irhâs[3], Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in bebekken bile şânının yüceliğine ve Rabbi katındaki mertebesinin ulviyetine delâlet eder.

Efendimiz (s.a.v)’in bu bereketini gören âile halkı O’nu daha çok sevmiş, O’na daha fazla şefkat göstermiş, hep güzel muâmelede bulunmuş ve kendi evlatlarından daha fazla îtinâ göstermişlerdir. Böylece Cenâb-ı Hak, Rasûlü’ne ikrâm etmiş, O’nun için son derece güzel imkânlar hazırlamıştır. Âlemlere Rahmet Efendimiz (s.a.v) Sa’d Oğulları arasındayken sütkardeşleriyle birlikte koyun gütmüşlerdir.

Peygamber Efendimiz (s.a.v) vesilesiyle Benî Sa’d yurduna bereketlerin gelmesi bize gösteriyor ki, Allah Rasûlü (s.a.v) Efendimiz’le teberrük ve tevessülde bulunulabilir. Hatta Cumhur-i ulemâ ve fukahânın icmâına göre sâlih ve müttakî kişilerle ve Efendimiz (s.a.v)’in akrabalarıyla tevessülde bulunarak dua etmek, bu vesileyle Allah Teâlâ’nın duâmızı kabul edeceğini ummak da müstehaptır. İslâm şeriatımız bunu bize öğretmiştir.[4] Hz. Halime baştan Fahr-i Kâinât Efendimiz’i almak istememiş ama daha sonra O’nu aldığına çok memnun olmuştur. Demek ki:

“Hayır, Allah Teâlâ’nın bizim için seçtiği şeydedir.” O zamanlar yeni doğan çocukların sütanneye verilmesi âdet olmuştu. Bunu sıhhat ve fesâhat için yapıyorlardı. Mekke-i Mükerreme iki dağ arasında çok sıcak bir yerdi. Yüksek çöllerin güzel havası ise çocukların sıhhati için daha elverişli idi. Bir de Arapça en güzel bedevîler arasında kullanılıyordu. Onların yanında yetişen çocukların lisânı daha fasih oluyor, Arapça’yı daha güzel konuşuyorlardı. Bir de çocukları şehir hayatının kötülüklerinden uzak tutmak, mutedil ve temiz bir ahlâka sahip olmalarını sağlamak için çöle gönderirlerdi.

ŞAKK-I SADR HADİSESİ

Efendimiz (s.a.v) çocukken şakk-ı sadr veya şerh-i sadr hâdisesi yaşanmış, kalbi açılıp yıkanmış ve tekrar kapatılmıştır. Bu, 4-5 yaşlarında Benî Saʻd çöllerinde oynarken gerçekleşmiştir. Enes bin Mâlik (r.a) şöyle buyurur:

“Rasûlullâh Efendimiz (s.a.v) çocuklarla birlikte oynarken Cebrâil (a.s) gelerek onu tutmuş ve yere yatırarak sadrını yarmış, kalbini çıkarıp ondan bir kan pıhtısı almış ve Peygamber (s.a.v)’e hitâben:

«‒Bu, şeytanın Sen’deki nasibidir» buyurmuştur. Sonra kalbini altın bir tasın içinde zemzem suyu ile yıkayıp kapatmış, sonra da yerine geri koymuştur. Oradaki çocuklar koşarak Efendimiz (s.a.v)’in sütannesine gelerek:

«‒Muhammed öldürüldü!» demişler. Onlar da hemen Efendimiz’in yanına koşarak O’nu korkudan rengi değişmiş bir halde bulmuşlardır.” Enes (r.a) şöyle buyurur:

“Ben bu dikiş izini Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in sadrında görürdüm.” (Müslim, Îmân, 261; Ahmed, III, 149, 288) Sadrın yarılması hâdisesinin ikincisi, İsrâ ve Mîrâc mucizesine hazırlanırken olmuştur.

Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in mübarek kalbinin şeytanın nasibinden temizlenmesi, nübüvvetin erken irhâslarından biridir. Şeytan artık O’na hiç yol bulamamıştır. Bu hâdise Allah Teâlâ’nın Efendimiz (s.a.v)’i büyük bir vazife için seçtiğine delâlet eder. Efendimiz (s.a.v)’i şerlerden ve Allah’tan başka bir şeye ibadet etmekten muhâfaza için bir hazırlıktır. Bundan sonra O’nun kalbine tevhidden başka bir şey girmemiştir. Kavmi arasında çok yaygın olmasına rağmen, çocukken dahî hiç günâh işlememiş ve hiçbir puta secde etmemiştir.

Mâsiyetten korunmak ve vahye hazırlanmak için lâzım olan mânevî bir temizlik, şakk-ı sadr hâdisesiyle maddî bir şekilde gerçekleşmiştir ki insanlar Efendimiz (s.a.v)’in Allah (c.c) katındaki mevkiini görsünler ve daha sonra O’na îmân etmeleri kolay olsun. Bu hâdise, Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in annesine ve dedesine iâde edilmesine sebep olmuştur. Çünkü Halîme, Efendimiz (s.a.v)’in başına bir şey gelmesinden korkmuş, Efendimiz’i çok sevmesine ve bütün kalbiyle O’na bağlanmasına rağmen annesine götürmek mecburiyetinde kalmıştır.

Herhangi bir hâdise, sahih bir haberle sâbit olunca onu zâhirî ve hakîkî mânâsıyla anlamak, zorlama tevillere gitmemek gerekiyor. Haber bize sahih bir şekilde geldikten sonra hâlâ onu tevile çalışanlar bunu ancak Allah Teâlâ’ya olan îmânlarının ve Efendimiz’in nübüvvetine olan yakînlerinin zaʻfiyeti sebebiyle yaparlar. Zîrâ bir haberi kabul etmemizin ölçüsü, bize doğru ve sahih bir rivâyetle gelmesidir. Haber bize bu şekilde geldiyse onu öpüp başımızın üzerine koymaktan başka çaremiz yoktur. Geriye onu anlamak kalıyor ki bu husustaki ölçümüz de Arapça’nın kâideleridir.

Dildeki lafızları hakikî mânâlarına göre anlama imkânı varken mecâzî mânâ kabul edilemez. “Kelâmda aslolan mânâ-yı hakîkîdir.”[5] Hakikat asıl, mecaz ise onun halefidir. Asıl dururken halefe bakıl­maz. Fakat lafızdan hakikî mânânın anlaşılması imkânsız olursa, o zaman mecâzî mânâ­sına bakılır. Zira sözün bir mânâ ifade etmesi, mânâsız sayılmasından daha hayırlıdır. Bu husustaki lâfızları da hakîkî mânâsıyla anlama mecbûriyeti vardır. Zîrâ bunları hakikî mânâlarıyla anlamak mümkündür ve buna mânî bir “karîne” yoktur.[6] Büyük âlim Muhammed Zâhid el-Kevserî (r.a) şöyle der:

“Hak ehli âlimleri arasında, zâhirî mânâları müstahîl/imkânsız olmadıkça, nassları tevil eden hiç kimse yoktur. Bu yüzden hak ehlinin kitaplarında bu hususun şu şekilde tasrih edildiğini görürsün:

«Nasslar zâhirî mânâlarına hamledilir. Bu zâhirî mânâları bırakıp da nassları, Bâtınîlerin ileri sürdüğü mânâlara hamletmek ilhâddır (inkâra saplanmaktır). Nassları reddetmek küfürdür»[7].”[8] Her araştırmacı ve okuyucunun, sözü, hakîkî mânâsından çıkarıp farklı mecâzî mânâlara çekerek hoşuna giden birini seçmesi câiz olsaydı, dil felce uğrar, kelimeler mânâlarını kaybeder ve insanlar ne anlayacaklarını bilemez, şaşkın vaziyette kalırlardı.[9]

HZ. MUHAMMED’İN (S.A.V.) DEDESİ VE AMCASININ YANINDA YETİŞMESİ

Efendimiz (s.a.v) 6 yaşındayken, Medîne’deki Adiy bin Neccâr Oğulları’ndan olan dayılarını ziyârete gitmişlerdi. Oradan dönerken, henüz 20 yaşlarında olan annesi, yolda Ebvâ köyünde vefât etti. Âlemlere Rahmet Efendimiz (s.a.v), babasından yetim olarak doğmuştu, şimdi de çocuk yaşta annesini kaybederek öksüz kaldı. Bu durum onun kalbinde derin bir iz bıraktı. Bundan sonra O’nu dedesi yanına aldı ve kendisiyle alâkadar oldu. Kindir bin Saîd babasından şu hâdiseyi nakleder:

“Câhiliye devrinde hacca gitmiştim. Bir adam gördüm, recez söyleyerek Beytullâh’ı tavâf ediyordu:

Rabbim, süvârim Muhammed’i bana geri döndür!

O’nu geri döndür de bana inʻâm u ihsanda bulun!

«‒Bu kim?» diye sordum.

«‒O Abdülmuttalib bin Hâşim’dir. Torunu Muhammed’i, kaybolan devesini aramaya gönderdi. Bugüne kadar O’nu hangi işe gönderdiyse mutlaka başarmıştır. Ancak bugün biraz gecikti!” dediler. Fazla zaman geçmedi Muhammed (s.a.v) deveyi bulup getirdi. Abdülmuttalib hemen O’nun boynuna sarıldı ve:

«‒Yavrucuğum, Sen’in için çok korktum. Daha evvel hiçbir şey için duymadığım çok büyük bir endişeye kapıldım! Vallâhi bundan sonra Sen’i hiçbir işe göndermeyeceğim! Bundan sonra benden hiç ayrılmayacaksın!» dedi.” (Hâkim, II, 659/4184)

Abdülmuttalib 82 yaşında vefât ederken Âlemlerin Sultânı Efendimiz’i amcası Ebû Tâlib’e vasiyet etti. Efendimiz’in babası Abdullah ile Ebû Tâlib ana-baba bir kardeştiler. Ebû Tâlib de Abdülmuttalib gibi Efendimiz (s.a.v)’e kalben bağlanmış ve O’na son derece şefkât ve merhametle muâmele etmiştir. Ebû Tâlib’in Efendimiz (s.a.v)’i beraberinde Şam’a götürmesi, O’nu ne kadar çok sevdiğinin bir delilidir. Yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor:

“O, Sen’i bir yetim bulup da barındırmadı mı?” (ed-Duhâ, 6) Peş peşe gelen hüzünler, insanın nefsini eritir, onu kasvet, kibir ve gurur gibi kirlerden temizler ve ona incelik, rikkat, tevâzu gibi güzel vasıflar kazandırır. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v), doğumundan itibaren dünyanın bütün sıkıntılarını çekmiş ve güzel ahlâkın bütün vasıflarını kendisinde toplamıştır.

Yetim olmasına rağmen Fahr-i Kâinât (s.a.v) Efendimiz’in sergilediği muhteşem edeb ve ahlâkı, O’nun Cenâb-ı Hakk’ın emân ve riâyetinde yetiştiğine bir delildir. Terbiyesine ve yönlendirmesine beşer eli karışmamıştır. Böylece Efendimiz (s.a.v), kuvvetli bir irâde ve azme sâhip olmuş, işlerinde Allah’tan başka kimseye güvenmemiştir. Câhiliye anlayışının telkinlerinden âzâde kalmıştır. Cenâb-ı Hak, dedesi ve amcasını, hayatının maddî yönüne yardımcı kılmış, rûhî, ahlâkî ve fikrî terbiyesini ise Kendisi üstlenmiştir. Amcası Ebû Tâlib, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in ahlâkına hayran olmuş, O’nu medheden şiirler yazmıştır:

Ebûbekir (r.a) ölüm döşeğindeyken kızı Hz. Âişe vâlidemiz babasını medhetmek için Ebû Tâlib’in şu beytini misal getirdi:

“O öyle bir efendidir ki bembeyazdır, yüzü suyu hürmetine Allah’tan yağmur istenir ve bulutlardan yağmur boşanır. Yetimlerin doyurucusu, dulların koruyucusudur.” Her şeyin en güzelini Allah Rasûlü’ne lâyık gören Ebûbekir (r.a) şöyle dedi:

“–O dediğin vallahi Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’dir. (Ahmed, I, 7; Heysemî, VIII, 272) İbn-i Ömer (r.a) şöyle demiştir:

Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’in (Medine’de minbere çıkıp) yağmur duası yaptığını ve daha minberden inmeden olukların şarıl şarıl aktığını görünce, Rasûlullah (s.a.v)’in mübarek yüzüne baka baka şâirin (Ebû Tâlib’in) Efendimiz (s.a.v) hakkındaki şu sözünü hatırladım:

Beyaz mübârek bir insan O,

Yüzü suyu hürmetine yağmur istenir bulutlardan,

Yetimleri doyuran, dulları koruyan O. (Buhârî, İstiskâ, 3)

HZ. MUHAMMED’İN (S.A.V.) KÜÇÜK YAŞTA ÇALIŞMAYA BAŞLAMASI

Peygamber Efendimiz (s.a.v) bu devrede amcasının ve Mekkelilerin koyunlarını gütmüşlerdir. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) gençliğinde de hep faydalı işlerle meşgul oldular. Nitekim küçük yaşta koyun güderek amcasının maîşet teminine yardım etmişlerdir. Bir gün:

 “Allah Teâlâ’nın gönderdiği her peygamber, mutlakâ koyun gütmüştür.” buyurmuşlardı. Ashâb-ı kirâm:

“−Siz de mi koyun güttünüz, ey Allâh’ın Rasûlü?” diye sordular.

“−Evet, ücret karşılığında Mekkelilerin koyunlarını güderdim.” buyurdular. (Buhârî, İcâre, 2, Enbiyâ, 29; İbn-i Mâce, Ticâret, 5) Yine Allah Rasûlü (s.a.v) kendi ifâdesine göre Ecyâd’da âilesinin koyunlarını da güderlerdi. (İbn-i Sa’d, I, 126)

Allah Rasûlü (s.a.v) Efendimiz’in rızık kazanmak için çalışmaları, son derece ulvî bir rûh hâline ve çok ince bir hissiyâta sâhip olduklarını gösterir. Amcası O’na gözü gibi baktığı hâlde yine de kendi kazancıyla geçinmeyi ve amcasına yardımcı olmayı tercih etmişlerdir. Bu aynı zamanda insanın, cemiyete ve hemcinslerine faydalı işler yapması gerektiğini gösteriyor.

Ebû Tâlib’in hâlinin dar olması, Efendimiz’i ona yardım etmeye sevketmiştir. Koyun çobanlığı, Efendimiz (s.a.v) için daha sonra üstleneceği insanların idâresine bir hazırlık olmuştur. Böylece daha çocukluğundan îtibâren çalışmaya, mücadeleye, etrafındaki insanları gözetmeye, başkalarına yardım etmeye alışmış ve bütün canlılara karşı şefkat ve merhamet hisleriyle dolmuşlardır. Nitekim burada O’nun, hayvanlara iyi davranmaya teşvik eden hadislerini hatırlıyoruz. Yine bu sâyede Efendimiz (s.a.v), nefsini terbiye ederek sabır, sebât, hilim, tevâzu, şecaat ve idâre gibi meziyetler kazanmışlardır. El emeği ve alın teriyle geçinmişlerdir. Ümmetine de:

“Hiçbir kimse, aslâ elinin emeğinden daha hayırlı bir rızık yememiştir...” îkâzında bulunmuşlardır. (Buhârî, Büyû’, 15; Enbiyâ, 37)

Şâir ne güzel söyler:

Kimsenin lûtfuna tâlib olma,

Bedeli cevher-i hürriyettir.

İnsan kimin lütuf ve yardımına tâlip olursa, ona cevher-i hürriyetini vermek mecburiyetinde kalır. Demek ki bir kimseden yardım talebinde bulunmayıp da yalnız Cenâb-ı Allah’a, Hak Teâlâ’ya hasr-ı itimâd eden kimse bütün insanlara karşı îlân-ı hürriyet etmiş olacaktır. Böyle bir insan da hakkı söylemeye daha kudretli olur. Yâni dâvâ sâhibi kişinin, insanların elindeki şeylerden müstağnî olması lâzımdır. Böyle olursa kıymeti devam eder, makâmı yükselir, şüphelerden uzak kalır ve ameli ihlâslı, sırf Allah (c.c) için olur. Nûh (a.s) kavmine şöyle demişti:

“Ey kavmim! Buna karşı ben sizden bir mal istemiyorum, benim ecrim ancak Allaha âiddir…” (Hûd, 29) Bütün peygamberler (s.a.e) hep aynı şeyi söylemişlerdir. Efendimiz (s.a.v) aynı zamanda çölün güzelliklerini, masmavi gökyüzünü, gecenin sükûnetini ve yıldızlarla bezenmiş semâ atlasını seyrediyor, Cenâb-ı Hakk’ın azamet ve kudretini rûhuna işletiyordu. Seher meltemlerini içine çekerek huzûr buluyordu.

RÂHİP BAHÎRA KISSASI

Ebû Tâlib ticaret için Şam’a gittiğinde 9, 10 veya 12 yaşında olan Fahr-i Kâinât (s.a.v) Efendimiz’i de götürmüştü. Busrâ[10] şehrinde Bahîrâ diye bilinen bir rahip, bu Kureyşli kâfileyi yemeğe dâvet etti. Zira bazı sıfatlarından Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’i tanımıştı. Bu kısa karşılaşmanın nihayetinde rahip, Ebû Tâlib’e dikkatli olmasını, Peygamber (s.a.v) Efendimiz’i yahûdilerden ve rumlardan korumasını tavsiye etti.[11]

Bahîrâ (Cercis), tevhîd inancı üzere kalan Aryüs mezhebi rahiplerindendir. Yahûdiler tarafından şehîd edildiği rivâyet edilir.[12] Müsteşrikler bu hâdiseden hareketle Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in Bahîra’dan Tevrat ilmini aldığını iddia ederler.

En fazla 12 yaşında olan bir çocuğun bir yemek esnâsında bu kadar ilmi alamayacağını akıldan en küçük nasibi olan bir insan bile bilir. Üstelik arada dil engeli de varken! O zaman ne Tevrat ne de İncil’in Arapça tercümesi yoktu. Oryantalistlerin maksadı İslâmî esasların Tevrat’tan alındığını iddia etmekse peki o zaman Allah Rasûlü (s.a.v) Efendimiz’in o günden peygamberlik gelinceye kadarki 28 senelik hayatında Tevrat’ın tâlimlerinin izi nerede?

HZ. MUHAMMED’İN (S.A.V.) EDEBİ, NEZÂKETİ VE GÜZEL AHLÂKI

Allah Rasûlü (s.a.v) gençlik yıllarında bile câhiliye devrinin kötülüklerinden uzak durmuştur. O, peygamber olmadan önce de şahsiyet ve insanlık yönünden kavminin en şereflisi, ahlâk bakımından en güzeli idi. Öyle ki Cenâb-ı Hak bütün iyi haslet ve meziyetleri O’nda topladığı için kavmi kendisine “el-Emîn” vasfını lâyık görmüştü.[13] “Emîn” artık onun ikinci ismi olmuş, hattâ asıl ismini geçmişti. Hz. Hatîce vâlidemiz (r.a), Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in güzel ahlâkını şöyle hulâsa eder:

“‒Allâh’a yemin ederim ki Allâhu Zü’l-Celâl hiç bir vakit seni utandırmaz (mahzûn etmez). Çünkü sen akrabâna bakarsın, işini görmekten âciz olanların ağırlığını yüklenirsin, fakîre verir, kimsenin kazandıramayacağını kazandırırsın, misâfiri ağırlarsın, Hak yolunda zuhûr eden hâdiselerde ve mühim meselelerde insanlara yardım edersin!” (Buhârî, Bed’ü’l-Vahy, 1)

Peygamber Efendimiz (s.a.v), âilesine, akrabalarına ve diğer insanlara karşı son derece nâzik ve vefâkâr davranırdı. Her zaman akıllıca ve firâsetle hareket ederdi. Rasûlullah (s.a.v) gençliğinde kâinâta ve hâdiselere ibretle bakmayı ve derin derin tefekkür etmeyi severdi. Bunun için zaman zaman yalnız kalır ve tefekküre dalardı.

HZ. MUHAMMED’İN (S.A.V.) İLÂHÎ SIYÂNET ALTINDA YETİŞMESİ

Allah Rasûlü (s.a.v), son derece nezih ve iffetli bir gençlik hayatı yaşadı. Allah Teâlâ O’nu edep ve hayâ dışı davranışlardan muhâfaza buyurdu. Fahr-i Kâinât Efendimiz (s.a.v), Kâbe yeniden inşâ edilirken amcası Abbâs ile birlikte taş taşıyordu. Abbâs (r.a), taşların çıplak omzunu incitmemesi için Efendimiz’e:

“–Elbiseni omzuna koy!” dedi. Efendimiz (s.a.v), (insanlardan uzak oldukları bir yerde[14]) elbisesini omzuna koymak istediği sırada yere yığıldı ve gözlerini semâya dikerek amcasına:

“–Bana elbisemi ver!” dedi. Hemen onu alıp üzerine örttü. (Buhârî, Hac, 42)

“…İşte o günden sonra Efendimiz (s.a.v) hiçbir vakit elbisesiz görülmedi. Sallallâhu aleyhi ve sellem…” (Buhârî, Salât, 8)

İmâm Zührî (r.a), bu esnâda Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in henüz bülûğa ermediğini rivâyet eder. Buna göre Kâbe’nin yeniden inşâsı daha erken bir vakitte olmuştur. O günkü cemiyette giyim-kuşama pek dikkat edilmez, edep ve hayâ dışı kıyafetler normal karşılanırdı. Buna rağmen, Allah Rasûlü (s.a.v) hiçbir zaman hayâ sınırlarını zorlayan bir kıyafetle görülmemiştir.

Peygamber (s.a.v) Efendimiz’de bütün beşerî hususiyetler mevcut idi. Diğer gençler gibi O’nun nefsinde de muhtelif meyiller vardı. Buna rağmen O (s.a.v), kendisini gece sohbetleri, oyun ve eğlence gibi nefsânî şeylerden muhâfaza etmiştir. Bu da İlâhî inâyetin dâimâ O’nunla beraber olduğunu göstermektedir.

Kureyşliler, Harem ehli oldukları için hac esnâsında Arafat’a çıkmaz, Müzdelife’den dönerlerdi. Efendimiz (s.a.v) ise Arafat’a çıkıp vakfe yapar, müşriklerin bu bidʻatine de muhâlefet ederdi. Allah’ın tevfîki, bi’setten evvel de Rasûlü ile beraber olmuş, O’nun hac, nikâh, alışveriş gibi hususlarda da İbrahim ve İsmâil (a.s)’ın mîrâsına sâhip çıkmasını sağlamıştır.

Allah Rasûlü (s.a.v) bi’setten evvel Beyt-i Atîk’i (Kâʻbe’yi) tavâf ederdi. Bir gün âzâdlı kölesi Zeyd bin Hârise de O’nunla birlikte tavâf ediyordu. Bir ara Zeyd putlardan birine el sürdü. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) hemen onu bundan nehyettiler. Sonra Zeyd (r.a) meseleyi tam olarak anlamak için bir daha elini sürdü, Efendimiz (s.a.v) yine hemen nehyettiler. Meseleyi iyice tekid eden Zeyd (r.a), peygamberlik gelinceye kadar artık bir daha hiç putlara dokunmadı. (Hâkim, III, 236/4956; Heysemî, VIII, 226)

Zeyd (r.a), Allah Teâlâ kendisine vahiy ikrâm edinceye kadar Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in hiç putlara dokunmadıklarına dâir yemin etmiştir. (İbn-i Hacer, el-Metâlibü’l-âliye, XVI, 357) Allah Rasûlü (s.a.v), putlar adına kesilen etlerden de yemezlerdi. (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 24; Zebâih, 16) Velhâsıl Efendimiz (s.a.v) gençliğini dolu dolu yaşamış, bu en kıymetli devreyi iyilik ve hayırlarla geçirmiştir.

Dipnotlar:

[1] Bkz. et-Tevbe, 128; Buhârî, Menâkıb, 17; Müslim, Fedâil, 125. [2] el-Enbiyâ, 107. [3] Nübüvvetle vazifelendirilmeden evvel peygamberlerden sâdır olan hârikulâde hâdise. [4] el-Bûtî, Fıkhu’s-Sîre, s. 46. [5] Mecelle, 12. madde. [6] Karîne, hakikî mânânın anlaşılmasına mânî olan şeydir. [7] Ömer Nesefî, Akâid, (Şerhü’l-Akâid ile birlikte), s. 105. [8] Muhammed Zâhid el-Kevserî, Nüzûl-i İsâ (a.s) Meselesi, trc. Abdülkadir Yılmaz, İstanbul: Rıhlekitap, 2011, s. 93. [9] el-Bûtî, Fıkhu’s-Sîre, s. 47. [10] Busrâ (Bozrah), Suriye’nin güneyinde Yermük nehrinin kaynağına yakın bir yerde Cebel-i Dürüz’ün (Cebel-i Arab) batı yamacında, denizden 850 m. yükseklikte verimli bir ovada kurulmuştur. Bugünkü Ürdün-Suriye sınırının 30 km. kadar kuzeyinde, bağlı bulunduğu Der’â’nın (eski adı Ezriât) 41 km. güneydoğusunda ve Şam’ın 141 km. güneyinde yer alır. O dönemde Busrâ panayırı önemli bir pazar olmuştu. İbn-i Batûta, hacıların Dımaşk’tan ayrıldıktan sonra küçük bir şehir olan Busrâ’ya gittiklerini ve geride kalanların kafileye yetişebilmeleri için orada dört gün beklemelerinin âdet olduğunu belirttikten sonra, Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in Hz. Hatice adına ticaret için buraya geldiğinde devesinin çöktüğü yere büyük bir cami yapılmış olduğunu ve Havran bölgesi halkının camiyi ziyaret ettiğini yazar. Câmiu Mebreki’n-nâka isimli bu caminin inşa sebebi olarak, Suriye’ye (Şam) gönderilen Kur’ân-ı Kerîm’in ilk nüshasını taşıyan devenin burada çöktüğü ve nüshanın burada muhafaza edildiği rivayeti de bulunmaktadır. [11] Bkz. Tirmizî, Menâkıb, 3; İbn-i İshâk, s. 54-55; İbn-i Sa’d, I, 153-155. [12] Tâhiru’l-Mevlevî, Müslümanlığın Medeniyete Hizmetleri, sad. Abdullah Sert, İstanbul: Bahar Yayınları, 1974, II, 100-101. [13] İbn-i Hişâm, I, 191; İbn-i Sa’d, I, 121. [14] İbn-i Hacer, Fethu’l-Bârî, III, 441.

Kaynak: Dr. Murat Kaya, Siyer-i Nebi.