Hak Dostları ve Mürşid-i Kamiller

Tasavvuf

Gerçek sultanlık, Cenâb-ı Hakk’ın sevdiği kulları için gönüllerde halk ettiği muhabbettir. Peki Hak dostları ve mürşid-i kâmiller kimlerdir?

İnsanlık âleminde güzel ahlâkın; nezâket, letâfet ve zarâfetin zirvesi, şüphesiz ki Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’dir. Bütün fazîletler ve güzellikler, O’nun emsalsiz örnek şahsiyetinde mevcuttur. O’nun gönül âlemi; nâdide, latîf, zarif çiçekler ve mis kokulu güllerle bezenmiş bir gülistan gibidir. Peygamber vârisi Hak dostları da, o gülistan üzerinden süzülüp gelen bir rahmet esintisi mesâbesindedirler.

ALLAH DOSTLARININ IŞIĞI

Fahr-i Kâinât Efendimiz’in Sünnet-i Seniyye’sini büyük bir titizlikle hayatlarına tatbik eden Allah dostlarının gönül âlemleri, dâimâ nebevî ahlâkın nûrundan pırıltılar aksettiren mücellâ bir ayna durumundadır. Zira Allah dostlarının serveri, efendisi, baş tâcı ve sultânı, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’dir.

Fenâ fi’r-Rasûl makâmına ulaşarak, yani Rasûlullah muhabbetinde fânî olarak, gerçek huzur ve saâdeti tadan Hak dostları, tıpkı Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz gibi, kendi nefislerinden, hevâ ve heveslerinden konuşmazlar. Onlar bir ney misâli, iç âlemlerini Hak’tan uzaklaştıran her şeyden arındırmış olduklarından, onlardan duyulan bütün irşad sadâları, ahlâkıyla ahlâklandıkları enbiyânın feyizli nefesinden bir hisse taşır. Zira hadîs-i kudsîde bildirildiği üzere;

“...Cenâb-ı Hak onların işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı, akleden kalbi ve konuşan dili olmuştur.” (Bkz. Buhârî, Rikāk, 38; Heysemî, II, 248)

KAİNATIN YARATILMASININ HİKMETİ

Büyük İslâm âlimlerinden İbnü’l-Cevzî, bir kitabına şu ifâdelerle başlar:

“Evliyâullah ve sâlih insanlar… Şu kâinâtın yaratılmasından asıl maksat, işte onlardır. Ve yine onlar, ilmin hakîkatinde derinleşen ve onunla amel eden kişilerdir.”[1]

Hak dostları, içinde bulundukları her muhit için rahmet, mağfiret ve bereket vesîlesidirler. Toplumun bütün kesimlerine açılan bir şefkat ve muhabbet kucağıdırlar. Ayrıca onlar, îmân ehli için bir mıknatıs gibi câzibe merkezidirler. Zira Cenâb-ı Hak, kendi ahlâkıyla ahlâklanmış olan bu sâlih kullarını sevmiş ve nasipli kullarına sevdirmiştir. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur:

“Îmân edip de sâlih ameller işleyenlere gelince, onlar için çok merhametli olan Allah, (gönüllerde) bir sevgi yaratacaktır.” (Meryem, 96)

GERÇEK SULTANLIK

Şu kıssa, bu hakîkati ne güzel ifâde etmektedir:

Abbâsî halîfesi Hârun Reşid, ihtişam ve saltanat içinde Rakka’da ikâmet ediyordu. Bir gün oraya Abdullah bin Mübârek Hazretleri geldi. Bütün şehir halkı onu karşılamak için şehir dışına çıktı. Halîfe neredeyse koca şehirde yalnız kalmıştı. Bu manzarayı balkondan seyreden Hârun Reşid’in bir câriyesi:

“−Bu da nedir? Ne oluyor?” diye sorunca oradakiler:

“−Horasan’dan büyük bir âlim geldi. Adı Abdullah bin Mübârek. Ahâli onu karşılıyor.” dediler.

Bunun üzerine o câriye:

“−Gerçek sultanlık işte budur, Hârun’un sultanlığı değil! Çünkü Hârun’un sultanlığında polis olmadan işçiler bile bir araya toplanmıyor.” dedi.

Görüldüğü üzere gerçek sultanlık, Cenâb-ı Hakk’ın sevdiği kulları için gönüllerde halk ettiği muhabbettir. Çünkü fânî sultanlıklar, mutlakâ bir gün bitip gidiyor. Fakat mânâ sultanlığı, ölümden sonra bile aynı ihtişâmıyla gönüllerde devam ediyor. Nitekim Şâh-ı Nakşibendlerin, Mevlânâların, Yûnusların, Hüdâyîlerin türbelerine her gün uzaktan yakından akın akın gelen ziyaretçiler de, bu muhabbetin apaçık bir göstergesidir.

RAHMET DERGAHI

Nitekim geçen asrın önde gelen İslâm âlimlerinden Muhammed Hamidullah bu gerçeğe şöyle işaret eder:

“Batı toplumunda, Paris gibi bir muhitte yaşamaya başladığım zamandan beri hayretle görmekteyim ki, Hristiyanların İslâmiyet’i kabulü; onları İslâm’ı kabule sevk eden, fıkıh ve kelâm âlimlerinin görüşleri değil, İbn-i Arabî ve Mevlânâ gibi sûfîlerdir…

Şimdi inanıyorum ki, Hülâgu’nun yakıp yıkan istilâlarından sonra Gazan Han zamanında olduğu gibi, bugün de en azından Avrupa ve Afrika’da İslâm’a hizmet edecek olan, ne kılıç ne de akıldır; fakat kalp, yani tasavvuftur.”[2]

İnsanlar, tarih boyunca hep gönüllerini bir rahmet dergâhı kılmış olan bu zirve şahsiyetlerin etrafında toplanmışlardır. Düşünmek îcâb eder ki bu şahıslar, insanlara servet dağıtmamışlar, dünyevî herhangi bir şey vermemişlerdir. Fakat onlar, insanların ruhlarına huzur tevzî etmişler, onların mânevî açlığını gidermişlerdir. Bu sebeple onlar, fânî hayatlarından sonra da insanlığın kalbinde yaşamaya devam etmektedirler.

Öte yandan Cenâb-ı Hak, sevip sevdirdiği velî kullarına, hâllerine göre muhtelif tecellîler bahşetmiştir. Bu meyanda kimini Şâh-ı Nakşibend eyleyip mânevî tasarruf ve mârifetullah’ta eşsiz bir himmet deryâsı kılmış; kimini Mecnun gibi aşk çöllerinde dolaştırmış; kimini hayret vadilerinde gezdirmiş; kimini azamet-i ilâhiyye tecellîleri karşısında dilsiz eyleyerek sükûtun münzevîliği içinde gizlemiş, kimini Yûnus Emre gibi aşk bülbülü kılmış, kimini de Hazret-i Mevlânâ gibi dilinden hikmetler fışkıran bir mânâ ummânı eylemiştir. Bu zevât-ı kirâm içerisinde öyleleri de vardır ki onlar, bütün bu vasıfları kendilerinde cem ettiklerinden, bî-sıfattırlar. Bu sebeple de îzahtan vârestedirler.

HAK DOSTU KİMDİR?

Hak dostu, meşhur tâbiriyle; “insan-ı kâmil”dir. Yani Allah Teâlâ’nın insanoğlundan istediği ideal ve model şahsiyettir. Bununla birlikte, az evvel de ifâde ettiğimiz gibi, her velî zâtın husûsiyetleri aynı değildir. Kendileri “kâmil” olsalar da içlerinden ancak “kâmil ve mükemmil” olanlar, yani başkalarının da mânevî tekâmülüne hizmet edebilecek durumda olanlar, irşâda memur ve mezun edilerek “mürşid-i kâmil” olurlar.

Mürşid-i kâmiller, Hazret-i Peygamber’e aşk ile itaat neticesinde Hakk’a vâsıl olmuş, yüksek ruhlar ve yüce şahsiyetlerdir. Tarîkatte seyr u sülûkünü tamamlayıp irşâda ehliyetli olan zâtlardır. “Hakk’a vâsıl olduktan sonra, âdeta ayak izleri üzere geri dönüp, halkı Hakk’a güzel bir kul olmaya, Hazret-i Peygamber’e lâyık bir ümmet olmaya dâvet etmek ve onların mânevî terbiyeleriyle meşgul olmak hususunda vazifelendirilmiş kimselerdir.”[3] Cenâb-ı Hak onları, mârifetullah ilmi ve ilâhî ahlâk ile donatıp müstesnâ rehberler hâlinde bütün insanlığa ihsan buyurmuştur.

MANEVİ İRŞAD SİLSİLESİ

Mânevî irşad silsilesinin sürekliliğini de temin eden bu “ilâhî istihdâm”ın birtakım esasları vardır. Nitekim şu hâdise, bu esasların en mühimlerinden birine ışık tutmaktadır:

Alâüddîn Attâr Hazretleri anlatıyor:

Hâce Bahâüddîn Nakşibend Hazretleri’nin vefâtına yakın yanında bulunuyordum… Oradakiler:

«–Acabâ Hâce Hazretleri müridlerini terbiye için yerine kimi bırakacak?» diye gönüllerinden geçirmektelermiş. Hâce Hazretleri firâset buyurup:

«–Bu vakitte bana teşviş vermeyiniz (zihnimi karıştırıp gönlümü bulandırmayınız)! Bu iş benim elimde değildir. Allah Teâlâ kimi tâyin ederse, o sizin terbiyenizle meşgul olur.» buyurdular.”[4]

Mâlûm olduğu üzere, mânevî irşad silsilesinin devâmı, kâmil bir mürşide mânen vâris olacak bir başka mürşidin tâyiniyle gerçekleşir. Bu tâyin ise önceki mürşidin bile salâhiyetinde değildir. Bu husus, ancak âlem-i mânâda, Allah ve Rasûlü’nden gelen işaret ve izinle olur.

Yani tasavvufî mânâda irşâda salâhiyetli olmak için yalnız bu vazifeye liyâkat kâfî gelmez, ayrıca mânevî tâyin gerekir.

Nitekim tarihte nice tarîkat, mânevî tâyinle te’yid edilmiş bir mürşid gelmediği için devam etmemiştir. Bâzı tarîkatlerde ise, yine aynı hikmete binâen, birden fazla liyâkatli zâta icâzet verilmiştir. Tarîkat silsilelerindeki farklı kolların teşekkülü, bundan dolayıdır.

Öte yandan mânevî tâyin, ancak lâyık olana gelen bir ihsân-ı ilâhîdir. İnsanlar nazarında ehil görülmeyen birine bile lûtfedilse, bu durum, o zâtın aslında bu hizmete ehil olduğunu veya ehil kılınacağını gösterir. Bu tâyin, bâzen göz önündeki birine olur, bâzen nazarlardan gizli kalmış birine, bâzen de babadan oğula olur. Nitekim tarihte nübüvvetle vazifelendirilmiş, baba-oğul pek çok peygamber gelmiştir. Mürşid-i kâmiller silsilesi için de durum aynıdır. Meselâ İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Hazretleri’nden oğlu Muhammed Mâsûm’a, ondan da oğlu Şeyh Seyfeddîn’e mânevî irşad vazifesi intikal etmiştir.

Yani maddî verâset, mânevî verâsete mânî değildir. Mühim olan, liyâkat ve mânevî tâyindir.

MÜRŞİD-İ KAMİLLER KİMLERDİR?

Mürşid-i kâmiller, kendileri gibi kâmil mürşidlerin terbiyesi altında yetişmiş, Hakk’a vâsıl olmuş, şer’î hükümlere vâkıf ve muktezâsıyla âmil kimselerdir. Hakk’a vuslat yolunda seyr u sülûkün muhâtaralı menzillerini, yollardaki engebeleri, çukurları, keskin virajları, dipsiz uçurumları, tehlikeli geçitleri, nefs ve şeytanın hîlelerini bilir; talebelerini gerekli îkaz ve nasihatlerle bunlardan korumaya gayret ederler. Dâimâ sabır, tahammül, rızâ ve şükür telkîn eder, böylece talebelerinin selâmetle hedefe ulaşmalarına yardımcı olurlar. Gerek huzurlarında, gerekse de gıyâblarındaki müridlerini her türlü dalâletten muhâfazaya çalışırlar.

Onların hâl, hareket ve sözleri, şerîatin emir ve nehiylerine, tarîkatin âdâb ve erkânına büyük bir titizlikle riâyet içindedir. Ten rahatlığından, zevk u safâdan, ruhsatlara meyletmekten ve bid’atlerden, en çok kendileri uzak durur, mihnet ve meşakkatlere sabırla tahammül eder, azîmetle amel etmeye gayret gösterir, din kardeşlerinin hizmetine koşar, zühd ve takvâya yönelip kifâyet miktârı bir dünyalıkla yetinerek sâde ve külfetsiz bir hayat yaşarlar. Böylece çevrelerine telkîn ettikleri ölçülerin fiilî bir numûnesi olurlar.

Bu yönüyle mürşid-i kâmil, müridlerinin kendisine uyduğu bir imam mevkiindedir. Bu sebeple de kendi hayatında Kitap ve Sünnet’e muhâlif hiçbir hâl ve davranışa yer yoktur.

Bu esaslara riâyet etmeyip de şeyhlik iddiâ eden müteşeyyihlere uymak ise, son derece tehlikelidir. Böyle kimseler, kendilerine uyanları Hakk’a yaklaştırmak yerine bilâkis daha da uzaklaştırırlar. Ebedî saâdet yerine sefâlet ve felâketlere sebep olurlar.

Dipnotlar:

[1] İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-Safve, Kâhire 1421, I, 17.

[2] M. Aziz Lahbâbî, İslâm Şahsiyetçiliği, Terc. İ. Hakkı AKIN, s. 114-115, dipnot 8. İst. 1972.

[3] Bkz. Muhammed Pârsâ, Muhammed Bahâüddîn Hazretleri’nin Sohbetleri, s. 77-78.

[4] Ali bin Hüseyin Safî, Reşahât-ı Aynü’l-Hayât, s. 123-124; Muhammed bin Abdullah Hânî, Âdâb, sf. 305-306.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Şah-ı Nakşibend (rahmetullahi aleyh) Erkam Yayınları