Dünya Hayatı Her Zaman Düz Bir Çizgi Gibi İstikrâr Üzere Devam Etmez

İbadet Hayatımız

Dünya hayatı, her zaman düz bir çizgi gibi istikrâr üzere devam etmez. Zira Cenâb-ı Hak, biz kullarını bu cihan mektebinde; sıhhatle ve hastalıkla, zenginlikle ve fakirlikle, nîmet ve iptilâlarla, hayırla ve şerle, velhâsıl hayatın med-cezirleriyle / iniş-çıkışlarıyla dâimâ imtihan ediyor.

Hüdâyî Hazretleri buyurur:

“Cenâb-ı Hak, herhangi bir vesîle olmaksızın, ezelî inâyeti ile kullarının zâtını sever. Oʼnun muhibleri (sevenleri) de herhangi bir sıfatını değil, doğrudan Zâtʼını severler. Çünkü sıfatlarını sevmek, o sıfatların tecellîlerinin değişkenliği ile değişir.

(Meselâ) bir kimse, Oʼnun sıfatlarından Latîfʼe muhabbet etse, Kahır sıfatı tecellî ettiği zaman, muhabbetten eser kalmaz. Yine Münʻim’e olan muhabbet, Müntakim sıfatı tecellî ettiği zaman izâle olur. Ancak Allâhʼın zâtına olan muhabbet, tecellîlerinin türlü türlü olmasıyla değişmeyip bâkî kalır.

Bu muhabbet derecesine ulaşmış bir kimse, nîmetlere şükrettiği gibi, iptilâlara da şükreder. Ne var ki sıfatlara muhib olan kimse, böyle değildir. O, iptilâya sabreder, ama şükredemez.”[4]

DÜNYA HAYATI HER ZAMAN DÜZ BİR ÇİZGİ GİBİ İSTİKRÂR ÜZERE DEVAM ETMEZ

Dünya hayatı, her zaman düz bir çizgi gibi istikrâr üzere devam etmez. Zira Cenâb-ı Hak, biz kullarını bu cihan mektebinde; sıhhatle ve hastalıkla, zenginlikle ve fakirlikle, nîmet ve iptilâlarla, hayırla ve şerle, velhâsıl hayatın med-cezirleriyle / iniş-çıkışlarıyla dâimâ imtihan ediyor.

Allah Teâlâ, bizim varlıkta ve darlıkta nasıl davranacağımızı, ezelî ve ebedî ilmiyle çok iyi bildiği hâlde, bunu bizim de görüp kendi kendimizin şâhidi olmamızı murâd ediyor.

Rızâ ve muhabbetine erebilmemiz için, her hâlükârda kendisine hamd ve şükür hâlinde olan bir kalbî kıvam taşımamızı, ihlâs, takvâ ve istikâmet üzere bir kullukta bulunmamızı istiyor. En zor şartlar altında dahî bedbin olmayıp dâimâ bardağın dolu tarafını görerek, yine de şükretmemizi arzu ediyor.

Seven biri, nasıl ki sevdiğinden gelen acı-tatlı sürprizlere rızâ gösterirse, Hak âşığı müʼminler de, kendileri hakkındaki ilâhî takdir ne şekilde tecellî ederse etsin, bunu kendileri için en hayırlısı olarak telâkkî eder, Allâh’a olan sadâkatten zerre kadar ayrılmazlar. Bilâkis, rızâ-yı ilâhîye nâil olabilmek için, O’nun her türlü takdîrine râzı olurlar. Rahat zamanlarda da zor zamanlarda da Cenâb-ı Hakk’a cân u gönülden itaat ederler. Başlarına gelen bütün ilâhî imtihanların, âdeta bir muhabbet testi, bir gönül kontrolü olduğu şuuruyla, şikâyet ve sızlanmayı unutur; hamd ve şükrün, tevekkül ve teslîmiyetin huzur ve sükûnu içinde yaşarlar.

MANİDAR BİR HADİSİ ŞERİF

Şu hadîs-i şerîf ne kadar mânidardır:

İsmail -aleyhisselâm- evlendikten sonra, İbrahim -aleyhisselâm-, oğlunu görmeye gelmişti. Fakat İsmail -aleyhisselâm- evde yoktu. Hanımına sordu, o da:

“–Rızkımızı tedârik etmek üzere çıktı, gitti.” diye cevap verdi.

Sonra İbrahim -aleyhisselâm-:

“–Maîşetiniz, hâliniz nasıldır?” diye sordu. Hazret-i İsmail’in hanımı:

“–Şiddetli darlık içindeyiz, çok fenâ bir hâldeyiz!” diye cevap verdi.

İbrahim -aleyhisselâm-:

“–Efendin eve geldiğinde benden selâm söyle; kapısının eşiğini değiştirsin!” dedi.

İsmail -aleyhisselâm- geldiğinde, babasının gelip gittiğini, evin içinde hissettiği güzel kokudan anladı:

“–Evimize bir gelen oldu mu?” diye sordu. Hanımı da:

“–Evet, şu şu vasıflarda, yaşlı bir zât geldi. Bana seni sordu, cevap verdim. Maîşetimizi sordu; ben de şiddetli darlık içinde olduğumuzu söyledim.” dedi.

Bunun üzerine İsmail -aleyhisselâm-:

“–Bir şey vasiyet edip bir söz tevdî etmedi mi?” diye sordu. O da:

“–Sana selâm söylememi ve «Kapısının eşiğini değiştirsin!» dememi tembih etti.” dedi.

Bu sözlerin mânâsını anlayan İsmail -aleyhisselâm- hanımına:

“–O gelen ihtiyar, babamdır. (Hâlinden şikâyetin ve şükürsüzlüğün sebebiyle) bana senden ayrılmamı emretmiş. Artık sen âilenin evine dönebilirsin!” dedi ve evden ayrıldı. Cürhümîler’den, başka bir kadın ile evlendi.

İbrahim -aleyhisselâm-, Cenâb-ı Hakk’ın dilediği bir müddet sonra gelip yine evde İsmail -aleyhisselâm-’ı bulamadı. İsmail -aleyhisselâm-’ın yeni evlendiği hanımının yanına vardı, İsmail’i sordu. O da:

“–Maîşetimizi tedârik etmeye gitti.” dedi.

İbrahim -aleyhisselâm-:

“–Nasılsınız; maîşetiniz, hâliniz vaktiniz yerinde midir?” diye sordu. Kadın:

“–Elhamdülillâh! Biz, hayır, saâdet ve bolluk içindeyiz.” diye Allâh’a hamd ü senâ eyledi.

İbrahim -aleyhisselâm-:

“–Ne yiyip ne içersiniz?” diye sordu. Kadın da:

“–Et yiyoruz, su içiyoruz.” dedi.

İbrahim -aleyhisselâm-:

“–Yâ Rabbi! Bunların etlerini ve sularını mübârek kıl, bolluk ve bereket ihsân eyle!” diye duâ etti. Ardından İsmail -aleyhisselâm-’ın zevcesine:

“–Efendin geldiğinde benden selâm söyle; kapısının eşiğini güzel tutsun!” dedi.

İsmail -aleyhisselâm- eve geldiğinde, yine içeride hissettiği güzel kokudan, babasının teşrîf ettiğini anladı ve hanımına:

“–Evimize gelen oldu mu?” diye sordu. Âilesi:

“–Evet, nur yüzlü bir ihtiyar geldi.” diye İbrahim -aleyhisselâm-’ı medh ü senâ etti. Sonra şöyle devam etti:

“–Seni sordu. Ben de «Rızkımızı tedârik etmeye gitti.» dedim. «Geçiminiz nasıldır?» dedi. Ben de «Hayır ve saâdet içindeyiz.» dedim.”

İsmail -aleyhisselâm-:

“–Sana bir şey vasiyet etti mi?” diye sordu. Zevcesi de:

“–Evet, o muhterem ihtiyar, sana selâm söyledi. «Kapısının eşiğini iyi tutsun!» diye tembih etti.” dedi.

Bunun üzerine İsmail -aleyhisselâm-:

“–İşte o, babamdır. Evimizin şerefli eşiği de sensin. Babam seni hoş tutmamı ve iyi geçinmemi emretmiş.” dedi. (Buhârî, Enbiyâ, 9)

Hadîs-i şerîften de anlaşıldığı üzere, aynı hayat şartları; şükür ve kanaatten nasipsiz, gâfil bir gönül için şikâyet ve isyan sebebi olurken; kanaatle zenginleşmiş, takvâ sahibi, ârife bir gönle ise hamd, şükür ve huzur vesîlesi olabilmektedir.

Ahmed ibn-i Hanbel -rahmetullâhi aleyh-’in şu ifadesi, bu hakîkati ne güzel hulâsa eder:

“(Kanaatkâr) bir mü’mine az bir mal kâfîdir; muhteris kişiye ise çok mal bile kâfî gelmez.”

Bundan dolayıdır ki, insanın Hak katındaki kıymetini, kalbindeki takvânın seviyesi belirler. Zira insan, kalbî kıvamına göre, aynı manzaradan bambaşka mânâlar telâkkî edebilir.

Ferîdüddîn Attar Hazretleri;

“Kanaatten nasîbi olmayanı dünya malı nasıl zengin etsin!” dediği gibi, hakîkî zenginlik, mal çokluğuyla değil, gönül tokluğuyladır. Kanaat ve gönül huzuru, en büyük zenginlik ve saâdettir.

Şunu unutmayalım ki; bugün belki birçoğumuzun beğenmediği, sıkıldım dediği, kurtulmak istediği hayat şartları, yeryüzünde nice muhtacın ve mahrumun hayallerini süslemektedir.

Bugün Batı’daki bir çocuğun istikbâle dâir hayalinde, daha çok, servet, şöhret ve şehvetle ilgili nefsânî beklentiler yer alırken; mazlum coğrafyalarda, bilhassa da Doğu Türkistan’da, Keşmirʼde, Arakanʼda, Suriye’de, Filistin’de bir çocuğun gelecekten beklentilerinin başında, şehid olmuş yakınlarını bir daha görebilmek, bombalanmış evine yeniden kavuşabilmek, kovulduğu memleketine tekrar dönebilmek, kendi vatanında hür bir şekilde yaşayabilmek geliyor…

Dolayısıyla; dîn, îman ve vatan başta olmak üzere, elimizdeki bütün nîmetlerin kadr u kıymetini bilip, bunları ihsân eden Rabbimiz’e cân u gönülden şükretmeliyiz. Ayrıca bu şükrün fiilî tezâhürü sadedinde; zor durumdaki müʼmin kardeşlerimizi kendimize zimmetli bilmeli, ferdî hayatımızda iktisatlı yaşayıp ihtiyaç fazlası imkânlarımızı onlarla cömertçe paylaşmalıyız.

İşte bu takdirde Cenâb-ı Hak, ihsân ettiği nîmetlerin bereketlenerek devam etmesini lûtfeder -inşâallah-.

Bunun zıddına; -Allah korusun- küfrân-ı nîmette bulunmak, eldeki nîmeti küçümseyip beğenmemek, hiçbir şeyden tatmin olmamak, dâimâ şikâyet ve isyan etmek, din kardeşlerinin ihtiyaçlarına bîgâne kalmak, israf ve cimrilik etmek gibi çirkin hâl ve tavırlar ise, o nîmetlerden de mahrûmiyete sebep olabilir.]

Cenâb-ı Hak, bütün dert ve tasası şahsî menfaatlerinden ibâret olan gâfiller zümresine dâhil olmaktan, biz âciz kullarını muhafaza buyursun. Cümlemizi, ümmetin derdiyle dertlenen, cömert, fedakâr ve gayret-i dîniyye sahibi kullarından kılsın. Müslüman olarak can verip sâlihlerle haşrolunmayı, lûtf u keremiyle ihsan ve ikram eylesin.

Âmîn!..

Dipnotlar:

[1] Nâdân: Bilgisiz, anlayışsız, kaba, terbiyesi kıt, hak ve hakîkati tanımayan.

[2] İbni Ebî Şeybe, el-Musannef, 6/372, no: 32117; Hâkim, 3/151, no: 4677.

[3] el-Bakara, 214.

[4] Hüdâyî; Habbetüʼl-Muhabbe, 1. Bölüm, Çeviren, Dr. Necdet Yılmaz, İst. 2002.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altınoluk Dergisi, 2024 – Şubat, Sayı: 456